31 Ağustos 2010 Salı

Komutan “K.Irak’a operasyon” dedi

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’e karşı kalem oynatmaya başlayanların kimlikleri şaşırtmıyor..
Türk toplumu içerisine yerleştirilen paralı askerler, komutan daha koltuğuna oturmadan, ona doğru tetik çekmeye başladılar...
Sebep, Koşaner’in geçmişteki konuşmalarındaki ulusalcı duruşu..!
Biz, Komutan’ın görevi alırken yaptığı konuşmadan sunumlara devam edeceğiz.. Burada, önemli satırbaşları bulunuyor.. Mesela Komutan, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak kuzeyine operasyon yapma yetkisinin devam ettirilmesi önem arz etmektedir” diyor.
PKK’nın bir zil takmadan sürdürdüğü “özerklik” yutturmacasına karşı, askerin duruşunun siyaset kadar tavizkar olmayacağını hissettiren sözlere de bakalım..
Komutan, AKP iktidarına sesleniyor..
“Yurt içinde, ikinci bir idari yapılanma tesis etme girişimlerine karşı etkili yasal önlemlerin süratle alınması...
Irak merkezi hükümeti ve bölgesel yönetimin Irak kuzeyinde yuvalanmış terör örgütüne karşı etkin tedbirler almasının bir an önce sağlanması...
Bazı Avrupa ülkelerince örgüte ve örgüt mensuplarına sağlanan desteğin önlenmesi...”
Komutanın ağzından, acısını şehit kanı ile yaşadığımız bir gerçeği de duyuyoruz..
“Güvenlik-özgürlük dengesindeki hassasiyet nedeniyle, mücadeleyi kolaylaştıracak yasal tedbirler alınamamış...”
Ama... Buna karşılık olan ise..!
“... buna karşılık bireysel hak ve özgürlüklerde yapılan her iyileştirme, örgüt sayesinde kazanılmış bir hak olarak algılanmıştır...”
Ve şu satırları dikkatle okuyunuz..

'Devleti ele geçirmek isteyen Fethullah Hoca'

Bu ifade benim değil. Geçenlerde Milliyet'in 60. yılı vesilesiyle hazırlanan '60 Yılın Tanığı' kitabının sayfaları arasında geziniyordum ki 1999 yılından kalma bir birinci sayfaya gözüm takıldı. Diğer gazetelere göre kırmızı çizgileri her zaman daha keskin olan Milliyet net bir tavır koymuş ve 'Son marifeti' diye bir manşet atmış.

Kastedilen kişi Fethullah Gülen.
Ve manşetin spot'unda bugünkü gazete okurlarına çok uzak, gazeteleri hazırlayanların ise kullanmayı aklından dahi geçiremeyeceği bu ifade: 'Devleti ele geçirmek isteyen Fethullah Hoca...'
11 yıl geçmiş aradan.

Dün açık ve net bir şekilde Gülen için 'Devleti ele geçirmek isteyen' ifadesini kullanan bir medya vardı. Bugün ise Gülen'i eleştirmek hatta Cemaat hakkında yazılan kitaptan bahsetmek bile çok kolay değil.
Tek bir spot bile Türk medyası üzerindeki baskının nasıl gazeteciliği şekillendirdiğini göstermesi açısından önemli. Halbuki insan bekliyor ki yıllar geçince, iletişim kanalları arttıkça özgürlük de ona paralel olarak genişlesin. Oysa tam tersine evrim söz konusu basında.

Fethullah Gülen ve Cemaat aleyhindeki haberlere uygulanan gizli boykot kuşkusuz bu topluluğun 'hissedilen gücünün' artmasıyla ilişkili. İzlenmeyen kanallarına, satmayan gazetelerine falan bakınca doğrusu aritmetik olarak Cemaat'in sayısal olarak büyük bir topluluk olduğunu düşünmek mümkün değil.

Ancak yıllardır oya gibi işleye işleye kilit yerlere insan yerleştirmeyi, o insanları yetiştirmeyi ve gün geldikçe de işlerine göre kullanmayı başarmaları kendilerine güç sağladı. Mesela bugün yargıda Alevi yoğunluğu olduğunu söyleyenler Cemaat'çi savcıların, hakimlerin hiç hesabını sormuyor nedense?

Faizcilerin eline düşmeyin




Yaşlı çift evliliklerinin kırkıncı yıl dönümünde paraya kıymışlar, Avusturalya’da tatil yapmaya karar vermişlerdi. Uçağın penceresinden saatlerdir okyanusu seyrediyorlardı. Sessizliği pilotun anonsu bozdu: “Sayın yolcularımız! Korkarım size kötü bir haberim var. Motorlarımızdan biri sustu, diğeri de susmak üzere. Acil iniş yapmak zorundayız. Neyse ki altımızda haritada görülmeyen bir ada var ve sahiline inmeye çalışacağız. Bunu başarabilirsek tek sorunumuz bizi bulabilmeleri için duâ etmek olacak.” Uçak başarılı bir iniş yapar, kimsenin burnu kanamaz. Uzun bir rahatlama sessizliğinden sonra adam karısının ellerini tutar, gözlerine endişeyle bakar: “Mona, bu ayki kredi kartı borcunu ödemiş miydin?” “Hayır sevgilim, unutmuşum. Kızdın mı?” Adam endişeyle yine sorar: “Araba kredisinin taksitini ödemiş miydin?” “Özür dilerim canım, onu da ödememiştim.” Yaşlı adam karısına sarılır ve gayet samimî ve yüksek bir ses tonuyla: “Aferin karıcığım, aferin sana!” Karısı şaşkın, korkarak sorar: “İyi misin tatlım?” “Hiç olmadığım kadar. Çünkü, bankacılar bizi kesin bulur!” ««« İslâm’da alış veriş helâl kılınmış, faiz yasaklanmıştır. Kur’ân’ın dilinde “fazlalık” demek olan riba-faiz, “ödünç verilen mal veya para karşılığında şer’an yasak olan kârın, fazlalığın alınmasıdır” şeklinde târif edilir. Faiz, iktisat hayatını allak-bullak eder. Bunun içindir ki, çağdaş Avrupa ekonomileri, faizi “sıfır”lamaya çalışıyor. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle faiz, “Sen çalış, ben yiyeyim” felsefesini yaygınlaştırır. Gerek banka, gerekse bankerler vasıtasıyla toplanan küçük tasarruflara, cüz’î bir pay, “faiz” verilse de, onlar tarafından birkaç defa devir yoluyla çalıştırılmakta, başkasının sırtından kat kat kâr elde edilmektedir. Para ile para kazanıldığından sanayi ve yatırımlar durmakta; bu arada, üretim düşmekte, mal pahalanmakta, bunun bedeli de tüketiciye yansıtılarak ödetilmektedir. İşte dehşetli bir zulüm! Faiz, sermayenin tek elde toplanmasına sebep olur ve piyasa, umumun ihtiyaç ve taleplerine göre değil, sermayedarların hırs ve kanaatsizliğine göre teşekkül eder. Hırsın ve kanaatsizliğin sınırı yoktur. Bu da, hem ticarî hayatı, hem de ticârî ahlâkı zedeler.

Zekat ve fitre kimlere verilir, kimlere verilmez?


Soru: Zekat ve fitrenin yoksula ödememiz gereken borçlarımız olduğunu biliyoruz. Ancak yakınlarımıza zekat, fitre verilmez diye bir hüküm olduğunu da duyuyoruz. Bu konularda bilgi verebilir misiniz?

Yakın akrabalardan kimlere zekat fitre verilmez, kimlere verilir?
Cevap: Anneye, babaya, dedeye, nineye; oğula, kıza, bunların çocukları olan torunlara zekat, fitre verilmez. Çünkü bunlar bir bakıma soframızın ortaklarıdırlar. Bunlara zekatla, fitreyle değil de servetin kendisiyle bakılır, yabancı muamelesine maruz bırakılmaktan kaçınılır.
Bunların dışında zekat ve fitre verilecek yakınları da şöyle sıralamak mümkündür:
Evlenip başka aileye karışmış ihtiyaç sahibi kız kardeşe, ayrı ev kurmuş oğlan kardeşe, bunların çocukları olan yeğenlere, kayınpedere, kayınvalideye, damada, ihtiyaç sahibi geline, halaya, teyzeye, dayıya, bakıma muhtaç öğrencilere, bunlara bakan vekillerine, Pakistan'da sel felaketine uğrayan kardeşlerimize zekat ve fitre verilerek tüm ihtiyaç sahibi insanların imdadına koşmaya gayret edilir.
Soru: Zekatımızı verirken Pakistan'daki kardeşlerimiz gibi çok muhtaç yerlere gelecek senenin muhtemel zekatını da şimdiden verebilir miyiz?
Cevap: Evet, verebilirsiniz. Gelecek sene bu miktarı zekatınızdan düşebilirsiniz.
Soru: Zekat verirken kalpteki niyet yeterli midir? Yoksa alana bildirmek de gerekli mi?
Cevap: Kalpteki niyet yeterlidir. Dille söyleme mecburiyeti yoktur. Verilen kimseyi incitmeden 'şunu bayram harçlığı yapın' gibi münasip bir sözle de verilebilir.
Soru: Bir işyerine ortağım. Hisse senetlerim var. Zekatımı nasıl vereceğim?
Cevap: Ortaklar kendi hisselerine ait olan miktarın zekatlarını kendi başlarına hesap edip verirler. Herkes kendi hissesinin sorumlusudur çünkü.
Soru: Dükkânımdaki malın zekatını verirken alış fiyatını mı, yoksa satış fiyatını mı esas alacağım? Tümünden mi yoksa sadece kazancından mı zekat vereceğim?
Cevap: Malın maliyet değerinden zekatını hesap edebilirsiniz, ayrıca kazancından değil, servetin tümünden zekat vereceksiniz.
Soru: Ticaret için değil de binme ihtiyacım için aldığım arabam var. Ayrıca oturduğum evim, kirada olan mülküm de mevcut. Bunların kendisine zekat vermem gerekir mi?
Cevap: Bindiğiniz arabaya, oturduğunuz evinize, kirası için beklettiğiniz mülkünüze zekat vermeniz gerekmez. Bunlar ticaret malı değil, kullanmak ve gelirinden geçinmek istediğiniz sabit mülklerinizdir. Varsa getirdiği kazancından zekat vermek gerekir. Şayet bunlar alıp satmak için bekletilen ticaret malı iseler o zaman değeri üzerinden zekata tabi olurlar. İşyerinde çalışan makine gibi demirbaşlara da zekat gerekmez.
Soru: 80 gramı geçen altın ziynetin sahibi olan hanım bunun zekatını verecek durumda olmadığı takdirde, ben de bu sene Şafii mezhebiyle amel ediyorum diye niyet edebilir mi?
Cevap: Şafii mezhebinde ziynetler kadının asli ihtiyacından sayıldığından dolayı zekata tabi değildir. Mecbur kalan Hanefi hanımlar ben de bu sene Şafii görüşüyle amel ediyorum diye niyet ederek ziynetlerini asli ihtiyaçlarından sayıp veremedikleri sene için borçluluk hissinden kurtulabilirler.
Soru: Zekat ve fitre vereceğim yoksul mutlaka dindar mı olmalıdır?
Cevap: Günahkâr Müslüman'a zekat fitre vermek caizdir. Ancak takva sahibi insanları öne almak da yanlış olmasa gerektir. Aldığı yardımı içki gibi harama harcayacağını sandığınız muhtacın evine yiyecek ve giyecek ihtiyaçları olarak vermek de isabetli bir tedbir olur.
Soru: Zekat ve fitre tek kişiye mi verilmeli, yoksa bölünerek de verilebilir mi?
Cevap: Fitre bölünmez. Çünkü 7 lira gibi küçük bir miktardan başlamaktadır. Ancak zekatın miktarı büyükse birkaç ihtiyaç sahibine taksim edilerek verilebilir.
Ayrıca: Aile içinde kendi adına serveti olan her zengin fert, kendi zekatının sorumlusudur. Ancak fitre öyle değildir. Fitrede aile reisi, aile fertlerinin tümünün fitresini vermekten sorumludur. a.sahin@zaman.com.tr

Kimse kızmasın, başkasını yazdım

Sözel zekasıyla şöhret bulmuş İngiliz devlet adamı Churchill’e atfederler...
Avam kamarasına hitap ederken, ‘Bu meclisin yarısı şerefsiz’ demiş kızgınlıkla.
Özür dilemesi istenince de, ‘Tamam, bu meclisin yarısı şerefsiz değil’ diyerek geri almış sözlerini.
Siyasetin konuşarak yapıldığını kanıtlayan büyük bir ikna kabiliyetine sahip olduğu açık.
Fakat, cerbeze de siyasete dahil midir?
***
Belagat ile mugalata arasında tül bir perde var.
Kelimelerin esnekliğine, oynaklığına yaslanarak o hududu geçen, kendi diline dolanıyor.
Dün, dil oyunlarındaki o tuzakları bir karikatürle göstermeyi denemiştim.
‘Gandi bir gün dağa çıkar’ başlıklı yazım,bazı celalli okurların hışmına uğradı maalesef.
Çünkü hayali bir fıkradan ziyade, gerçek kişi ve olaylardan esinlenmiş bir uyarlamaydı.
Mizah duygusu yüksek okurların gözünden kaçmadı haliyle, bu durum.
Başkahramanımız, CHP’li  Kemal Kılıçdaroğlu’ndan başkası değildi elbette.
Kolayca teşhis edildiği için de tepki aldı zaten.
Yalnız, adresin doğruluğundan şüpheliyim.
Karikatür şablonunda bile kimliği o kadar bariz, o kadar sahici duruyorsa, kabahat çizerin mi?
***

Türkler uçuyo...


Dünya basketbol şampiyonası, NBA’in efsane ismi, Los Angeles Lakers’ın ribaund kralı Müslüm Gürses’in “hem sarhoşum, hem yastayım” şarkısıyla açıldı sayın basketbolseverler...

*
Gerçi, ramazan mübarek gün “bar taburesi üstünde sarhoşum, yastayım” şeklindeki üçlük atış, tribünleri kederlendirip, “hazır potayı bulmuşken, iki tek de biz atalım” isteği uyandırdı ama, salonda sadece meyve suyu dağıtılması, ahalinin dağıtmasını önledi.
*
2’şer metrelik “dev” adamlara, “minik” serçeyle konser verdirmek de, önemli olanın “boy değil, soy” açılımını kanıtlar bi görüntüydü.
*
Ancak... Milletin aptesi bozulmasın diye memeleri zincirle zırhlanan dansöze “salla salla, gül memeler çağlasın” nakaratıyla göbek attırılırken, erkek semazenlerin etek giymesi, yabancı seyircilere durumu izah etme noktasında güçlük yarattı.

Başbakan siyasal rejimi tanımlıyor

Hem günün akışını izliyor, hem de yazı konusunda karar kılmaya çalışıyordum. Birinci Dünya Savaşı’nda yirmi milyon insan ölmüştü. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise bu sayı altmış milyona fırlamıştı.
İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da başlamıştı... Epeydir 1 Eylül gününü “Dünya Barış Günü” ilan ederek geçmişteki çok derin acıları unutmaya çalışıyorduk... Silahçıların, silah komisyoncularının “barış” istemediği bir dünyayı yazabilirdim...
Gene...
Eylül’le birlikte bağbozumu yeniden gelip çatmıştı... Eylül hüznünün kırılganlığını yazabilirdim...
Ama...
Başbakan Erdoğan’ın, Gündoğdu Beldesi’ni ziyaretinin ardından düzenlediği basın toplantısında söylediklerini okuyunca, Rize’de kaldım...
***
Rize’de kaldım çünkü “siyasal rejimin adı Rize’de ölmektir” başlıklı yazımda şunları söylüyordum:
“Ormanlardaki yasal ve yasadışı kesimlerin önlenmesi, çaylık alanlardaki genişlemenin durdurulması, heyelanlar dikkate alınarak köy yollarının güzergâh seçimi, mevcut yolların istinat duvarları ve drenaj sistemlerinin düzeltilmesi, çay bahçelerinde fazla suyu boşaltıcı, akıtıcı kanallar yapılması ve bunun denetimi, ana dere yataklarının hali hazır genişliğinin uygunluğu, 100 yılda bir gelmesi muhtemel bir saatlik yağış şiddetine göre (90mm/saat) taşkın alanlarının belirlenmesi, dere yataklarının ıslahı, menfez, köprü gibi mühendislik hizmetlerinde 100 yılda bir gelecek maksimim debiyi ve heyelanla taşınacak ağaçları da geçirebilecek genişliklerin hesaplanması...

Öcalan asıl şimdi lazım öyleyse Heron düşürelim!

Türkiye tam bir puzzle ülkesi. Parçalara tek tek baktığınızda, bütün hakkında bir fikir edinmeniz mümkün değil.
Onun için irili ufaklı parçaları sabırla birleştirip bütün resmi görmeniz gerekiyor.
Tek bir parçada ağaç gibi gördüğünüz şekil aslında bir sandala ait olabilir.
Sandal ise okyanusta dev dalgalar arasında batmak üzere durumda olabilir.
Onun için parçaları bir arada görmek şart.
Aslında Star Gazetesi’nin dünkü manşeti tam da bunu yapıyordu.
Sürmanşetinde, ben bu yazıyı kaleme aldığım esnada henüz yalanlanmamış bir görüşme vardı.
İnternete düşen bu görüşme, Yargıtay’ın biri ceza, diğeri hukuk dairesinden iki yargıç arasında geçiyordu.
Ana manşetse, Genelkurmay’ın Hantepe baskını ile ilgili açıklamasının gerçeği yansıtmadığını gösteriyordu.
Bu olayların birbirinden bağımsız gelişmeler olduğunu düşünebilirsiniz.
O zaman da çuvallarsınız.
Gelişmeler, bu birbirinden tamamen ayrı iki gelişmenin ortak bir noktası olduğunu gösteriyor: Referandum.
Daha doğrusu referandumda “hayır”ların çoğunlukta olması.
Bu nasıl gerçekleştirilecek?
İktidarın şiddetle mücadelede başarısız olduğunu gösterip desteğini düşürmek, bu anayasa değişikliğinin ülkeyi böleceğini göstermek.
O zaman kime ihtiyaç var, Abdullah Öcalan’a elbette.
Öcalan yakalandıktan sonra şiddet eylemleri durmuştu.
Tekrar ne zaman başladı?
2004’te...
O zaman ne olmuştu?

MHP bu kumpasın neresinde?

Anayasa değişikliği paketinin gündeme geldiği ilk günden bu yana MHP’nin buna neden karşı çıktığını bir türlü anlamış değilim. Tepkilere, miting konuşmalarına, bağrışmalara, çağrışmalara baktığımda gördüğüm tek neden, bu değişikliğin AK Parti çoğunluğuyla meclisten geçirilmesi. Propaganda ise bildik üslupla, terör ve milliyetçilik ekseninde yürütülüyor.
Deniyor ki, “AKP Anayasasına hayır deyin.”
Hepimiz arzu ederdik, keşke anayasa meclisten bir mutabakatla geçse. Maalesef muhalefet bu sürece pozitif katkı sunmadı, konuklarını “çay içirip” yolcu etti. Bu da bir siyasi tavırdır, o zaman “AKP Anayasası” demeye hakkınız var mı?
Gelinen noktada önemli olan, bu değişikliği hangi siyasi partinin gerçekleştirdiği değil bu düzenlemelerin devlet ve toplum hayatına getirdiği yeniliklerin içeriğidir. İlla hesaplaşmak istiyorsanız, çok değil yakın zamanda seçim var, sandıkta bu hesabı görürsünüz.
İhtilal anayasasının ruhunu çökertmeye yönelik bu demokratik teşebbüsü, siyasi hesaplaşmaya heba etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Sözüm MHP’ye
Burada sözüm süreci iyi okuyamayan MHP yönetiminedir.
22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce derin devletin partili görünümündeki ulakları tarafından iletilen stratejiye itimat ettiniz ve “Kızıl Elma Koalisyonu” için ter döktünüz.
Sandınız ki, AK Parti Anayasa Mahkemesi’nce kapatılacak ve dikensiz gül bahçesinde iktidar olacaksınız.
22 Temmuz sandığında halkın tokadını yiyince titreyip kendinize döndünüz, asıl görevinizin devleti değil milleti korumak olduğunu anladınız veya anlamaya çalıştınız.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ve türbanla ilgili anayasa değişikliğinde elinizi taşın altına sokarak tarihi bir görev yaptınız.
Sonra?

Kılıçdaroğlu ve Bahçeli bunları niçin dillendirmiyor?

“İnsanca, hakça düzen kuracağız!”
Hayır Kemal Bey, Ecevit’in 40 yıl öncesinin bu soyut ve hamasi sloganı ile Tayyip Erdoğan gibi bir fenomeni alaşağı edemezsin!
CHP lideri iyi başladığı referandum kampanyasında PKK için yaptığı malum af gafından sonra tekrarlara da düşmeye başladı.
Aynı kısırlık ve heyecansızlık Devlet Bahçeli için de geçerli!
Devlet Bey 15 günlük Ramazan uykusundan uyanmasına uyandı lakin o da can evinden vuramıyor.
Propagandasının ana unsuru yaptığı AKP’nin Öcalan’la müzakere olayını bile yeterince sunamıyor. Keza onun dışında bir eleştiri ya da mesajı yok!
Sadece PKK ile siyaset yapılacaksa, bu işi Pamukoğlu Paşa daha iyi yapar!
Oysa bakın AKP her cepheden nasıl hücum ediyor!
Ortada hiçbir şey yokkken bile bedelli askerlik bekleyenlerden oy almak için o konu bile istismar edilmeye ve yalandan ümitler yeşertilmeye çalışılıyor.
Bizzat Başbakan hiç yapılmayacak şeyleri, mesela kafatasçılık ve mezhepçilik yapıyor!
Düşünüyorum da Tayyip Bey, Kılıçdaroğlu ya da Bahçeli’nin konumunda olsa vallahi ortalığı dümdüz ederdi!
Ederdi çünkü Kemal ve Devlet Beyler için o kadar çok malzeme var ki!
Mesela neler mi?
Yahu medyadaki şu rezillikler niçin ağza alınmıyor?
Devletten damada verilen 750 milyon dolar neden seslendirilmiyor?
Kovdurulan, susturulan gazetecilere neden değinilmiyor?
Merkeziyle yandaşıyla bütün medyanın Tayyip’le kol kola girmesi neden afişe
edilmiyor?

JİTEM’le görüşen HSYK üyesi

HSYK üyesi Ali Suat Ertosun, dün yine bir basın toplantısı düzenledi ve Adalet Bakanı’yla müsteşarına verip veriştirdi.
Hadi verip veriştirsin...
Hadi HSYK’nın “günah keçisi” ilan edildiğini söylesin.
Eteğindeki taşları döksün.
Fakat, gerçekleri çarpıtmak koskoca HSYK üyesine yakışıyor mu?
Mesela, Bakanlığın toplantıyı terk etmesine ilişkin olarak (mealen) şunları söylüyor: “Referandumda evet çıkması halinde, hâkim ve savcıların kaderi Adalet Bakanı’nın iki dudağı arasından çıkacak talimatlara göre şekillenecek... O nedenle atamaları bize yaptırmadılar.”
Birincisi, Adalet Bakanlığı toplantıyı terk etmedi.
Ne yaptı?

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Tükenmez Kalemi Süper Zengin

İki bin liralık lüks telefonuyla konuşuyor. Muhatabı kendisine bir adres mi, numara mı verdi, onu yazacak. Cebinden 25 kuruşluk bir tükenmez kalem çıkartıyor ve notunu alıyor.
Ne korkunç sefalet!.. Cep telefonu iki bin liralık, kalemi 25 kuruşluk.
Kalem mi daha faydalı, daha değerli, daha asil, cep telefonu mu? Bizimkine göre telefon.
150 bin dolarlık lüks otomobili var, evinde kütüphanesi yok.
Büyük bir dolmakalem firması her yıl çok az sayıda acayip güzel ve antika dolmakalemler üretiyormuş. Mesela bir yıl deniz fili dişinden yapılıyormuş. Ben zengin olsam öyle kalemler alırım.
Kalemsiz, kitapsız, deftersiz, kütüphanesiz, sanatsız bir zengin düşünemiyorum. Milyar doları olsa bile o zengin değil acınacak bir züğürttür.
Zengin dediğin ayda bir adet Osmanlı cildi yaptırıp vitrin-kütüphanesine yerleştirmeli, onu zevk ve hazla seyretmelidir. Bir yılda 12, on yılda 120 kitap eder. Evinde küçük bir müze oluşur. Kime yaptıracak böyle ciltleri? Mesela şu anda mücellitlerin piri olan İslâm hocaya.
Ben zengin olsam, özel zarflarımı ve mektup kağıtlarımı Japon imparatorluk kağıthânelerinin el yapımı harika kağıtlarından yaptırırım.
Fakirlere bir şey demiyorum. Orta hallilere de fazla sözüm yok. İlle de zenginler... Hele Müslüman zenginler... Kitapsız, dolmakalemsiz, kütüphanesiz, zarfsız kağıtsız, mektup açacaksız, miklepli ciltsiz, yan kağıdı harika ebrudan olan ciltsiz, akaju ağacından kütüphanesiz fakir, miskin, sefil, zelil zenginler.
Be adam bunca paran var, niçin çayını antika bir Kuznetsof porselen fincan ile içmiyorsun?
Yüz milyon dolarlar içinde yüzüyorsun, bulaşık gibi çay içiyorsun. Yazık sana, yuf sana, vah sana!
Zengin dediğin ikindi çaylarını damgalı antika Rus semaverinde demletir. Porselen demlik yine antika, bardaklar kesme billur, bardak tabakları elle dekore edilmiş, kaşıklar bir âlem... Çayın yanında İstanbul'un en iyi madlenlerinden birkaç tane bulunmalı. Çay da -meselâ- Yunnan'dan gelen Çin çayıyla demlenmeli.
Zengin, nefis çayını içer, madlenini yerken yanındaki iki dostu ile tarihten, edebiyattan, sanattan, mimarlıktan, (dindarsa) tasavvuftan bahs etmeli.
Zenginlik budur.
Dövizler, faizler, ithalat ihracat, girdiler çıktılar, mallar, para para para, iş iş iş... Ne sıkıcı konular bunlar.
Gerçek zengin bir pazar otomobiline biner, İznik'e gider, Çini atölyelerini gezer, biraz alış veriş yapar.
Başka bir pazar Taraklıya gider, oradaki harika eski Türk evlerini seyr eder.
Bazen tebdil-i kıyafet eder eskicileri gezer.
Zengin odur ki, gezmek tozmak için gittiği şehirdeki müzeyi mutlaka ziyaret eder.
Kitaplı zengin, kitapsız zengin, değerli dolmakalemli zengin, tükenmez kalemli zengin, kütüphaneli zengin, kütüphanesiz zengin...
Çay diye bulaşık suyu içen zengin, nefis ve harika çayları içen zengin.
O zengin bu zengin...
Zengin mengin...
* (İkinci yazı)

İSLÂM'IN MÜJDELERİ VE UYARILARI

İçerden fethetmek

Bir örgüt için en büyük tehlike bir güç tarafından ele geçirilmesi ve onun amaçları için kullanılmasıdır. Sistem şöyle çalışır: Genellikle istihbarat servisleri herhangi bir örgütü, ideolojisine bakmadan, kendi siyasi hedeflerine hizmet edecek biçimde yeniden şekillendirmek üzere ele geçirirler. Yani Batılı bir servis komünist ya da dinci bir örgüte sızabilir ve onu kontrolüne alır. Sonra bu örgütü kendi siyasi hedeflerine hizmet edecek biçimde yönlendirir. Çok yaşadığımız bu süreci yeni iki örneğiyle açıklamak istiyorum.
PKK sosyal bir tabanı olan, taraftar toplaması için uygun bir ortamın bulunduğu bir örgüttü. Lideri zamanın başbakanının bile bilmediğini söylediği bir sebeple yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Liderinin hayatının garanti altına alınmasının nedeni demokratlıktan ya da insani nedenlerden kaynaklanmıyordu. Çünkü ABD’de idam cezası vardı. Onu hapishanede tutarak örgütün eski kimliğiyle devam etmesi sağlanıyor ve başka bir güç tarafından kontrol edilen ya da bağımsız bir liderin elinde yeniden şekillenmesi ya da dağılması engelleniyordu. Bundan sonra örgüt ideolojisiyle eski lider, eylemlerinin yaratacağı sonuçlar açısından onu kontrolüne alan güç tarafından yönlendirilir. Lider bir ikilemi yaşar. Örgütün varlığı ve hala onun üzerinde etkisinin olduğunu söylenmesi onu tatmin eder ve yanlış gördüğü şeyleri söylese bile örgütü tamamen dışlayamaz. Bu farkında olmadan kontrol eden güç odağına hizmet etmesi anlamına gelir. Aynı zamanda bu durum onun yaşam garantisidir.

“Simonlar”ın Haliç’te ne işi var?

28 Ağustos 2010
Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın kitabı kadar adı da ilginç: “Haliç’te Yaşayan Simonlar” (x)
Kim bu Simon, kim bu Simonlar?
“Simon” PKK militanı, sıradan bir militan değil...
PKK’nın Bekaa kampının komutanı, bu görevinden başka, kampta suç işleyenlerin yargılandığı, “Devrim Mahkemesi”nin başkanı Yılmaz Çelik, kod adı “Simon.”
*   *   *
Hanefi Avcı, Diyarbakır’da görev yaptığı sırada Bekaa kampından gelen bu militanı sorgulamış.
“Simon” devrim mahkemesinin bir süre başkanlığını yapmış, çok kişi hakkında idam kararı vermiş, bazıları idam edilmiş, bazılarının cezasını PKK yönetimi yumuşatmış.
Bir örnek “Simon” yani Yılmaz Çelik’in kız kardeşidir. O da aynı mahkemede yargılanmış, suçu: “Baygın baygın bakmak suretiyle erkek kadroların kafasını karıştırmak, devrimcilikten soğutmak.”
Ceza idam!
Öcalan PKK’nın kuruluş yıldönümünde cezayı affeder.
*   *   *
Hanefi Avcı “Simon”u sorgularken ona şöyle der:
“Sen kardeşinin, o daha ilerisinde heval/yoldaş olarak bildiğin Güler Çelik’in bir örgüt mensubu olarak bu suçu işlediğine inanmadığın halde neden mahkeme başkanı olarak orada açık bir tavır koyup kardeşini veya hevalini savunmadın. İdama mahkûm edildiği halde buna karşı koymadın. Halbuki tanımadığın insanların hakkını korumak için çatışmayı, ölmeyi ve öldürmeyi göze alıyorsun...
(....) Demek ki senin hakkı hukuku savunma noktasındaki tavrın her zaman aynı değil; sana örgütün empoze ettiği konulardaki haksızlıklara karşı savaşıyorsun, ama başka bir noktada, başka bir haksızlığa karşı duramıyorsun.”
*   *   *

"Ama Fethullah Gülen'e bir şey dememiştin..."

"İsrail'den izin almadan Gazze'ye yardım götürmenin otoriteye başkaldırı anlamına geldiğini söyleyen Fethullah Gülen'e tepki göstermekten imtina etmiştin, ama iftar baskını münasebetiyle Erbakan Hoca'yı eleştirmekten geri durmadın; ne iş?" diye soruldu.
Bu iki mesele arasında irtibat kurmak bana biraz tuhaf geliyor, ama yine de cevap vereyim:
1- Fethullah Gülen Hocaefendi'nin o açıklamasından misafir olarak bulunduğum bir televizyon programında -canlı yayında- haberdar oldum ve sıcağı sıcağına tepki gösterdim: "Biz oraya zaten İsrail'in gayri meşru, gayri ahlaki, aşağılık otoritesini sarsmaya gidiyorduk..." (İlgili video kaydı internette mevcuttur. Dileyenler arayıp bulabilirler.) Fakat konunun 'topyekûn hesaplaşma'ya varan büyük bir fitneye dönüşme temayülü göstermesi -veya bana öyle gelmesi- üzerine, bu köşede, konu hakkında uzun uzun yazmayı tercih etmediğimi, ümmetin maslahatı için bağrımıza taş basıp konuyu kapatmamızda fayda gördüğümü ifade ettim. Bunda, Hocaefendi'nin Mavi Marmara şehitleri için yayınladığı şu taziye mesajı da etkili oldu: "Filistin'de yaşanan bu drama son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek şehit olan insanlarımıza Allah'tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere, milletimize ve bütün insanlığa taziyelerimi bildiririm."

Gülen cemaatine yönelik ilk değil ama en inandırıcı ve en ağır suçlamalar

Ruşen Çakır'ın gözüyle olay kitap 3

Hanefi Avcı’nın kitabının ana ekseninde Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki kadrolaşması ve bu kadrolar aracılığıyla yürüttüğü yasadışı faaliyet iddiaları olduğu ortada. Her ne kadar kitaptan hoşlanmayan çevreler “belge yok” dese de 557-563. sayfalarda yer alan ve cemaatten birileri tarafından daha üst bir merciye yollandığı ileri sürülen raporvari şikayet mektubu başlıbaşına yeterlidir. Avcı’nın, cemaatin Emniyet içindeki “imamı”nın “Kozanlı Ömer” kod adını kullanan Osman Hilmi Özdil adlı bir şahıs olduğunu ileri sürmesi de, bu iddiaların doğru ya da yanlış olduğunu anlayabilmek için çok önemli bir ipucudur.
Avcı ile yaptığımız NTV’deki Yazı İşleri programı öncesi Özdil’in avukatından bir ihtarname aldık. Bu da gösteriyor ki o isimde biri var. Ama kendisi ortaya çıkmış ve hakkındaki iddialara cevap vermiş değil. Adli ve idari mercilerin de kendisinin ifadesine başvurduğunu duymuş değiliz.

Avcı, Emniyet (ve devletin MİT, TSK gibi diğer kritik kurumlarındaki) cemaat yapılanmasının kendi önlerinde engel gördükleri kişi, grup, çevre ve kurumlara karşı bir dizi komplo düzenlediklerini ileri sürüyor. Ona göre Şemdinli İddianamesi, Van 100. Yıl Üniversitesi eski Rektörü Yücel Aşkın’a yönelik dava, çoğu üst düzey rütbeli subay olan birçok kişinin özel hayatlarının kayıt altına alınıp internet ve diğer medya araçları üzerinden yayılması, Erzincan’da Başsavcı İlhan Cihaner, Org. Saldıray Berk ve bazı MİT mensuplarını da kapsayan dava gibi birçok olayın arkasında Gülen cemaatinin komploları bulunuyor.
Avcı, Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Sabri Uzun, Celal Uzunkaya, Faruk Ünsal, Ahmet İlhan Güner gibi polis şeflerine yönelik soruşturma, yargılama, görevden alma, kızağa çekilme gibi uygulamaların ardında da yine cemaatin olduğuna inanıyor.

Birkaç adımda ‘cemaat’ raconu


Bir “cemaat” kurabilirsiniz...

“Cemaat” adı altında örgütlenebilirsiniz... Demokratik toplumlarda ananızın ak sütü gibi helaldir size bu...

Eğer “cemaat” adı altında örgütlenmişseniz bir yükümlülüğünüz var: Sonuna kadar hesap verebilir olacaksınız... Başınız sonunuz belli olacak... Şeffaf olacaksınız... İkna edici olacaksınız...

Yani hakkınızda ortaya atılan onca iddia, itham ve tevatür karşısında “görmedik, duymadık, bilmiyoruz” ya da “biz sadece hayır işleri yapan kendi halinde bir cemaatiz” dışında bir cevap geliştirmeniz gerekir. Yani “cemaatçi” olmak hakkındır ama “şeffaf” olmak zorunluluğundur.

Bir cemaatçinin polis, savcı ya da yargıç olmasında hiçbir beis yoktur.

Eğer bazı “cemaatçi” polisler, savcılar ve yargıçlar kendi aralarında “işbirliği” yaparak “önümüze gelen bin iftira” derlerse ve her türden çirkefliği pervasızca yapmaya başlarlarsa, artık olay “sosyoloji” konusu olmaktan çıkar, “kriminoloji” kapsamına girer.

“Kriminolojik olaylar” ile mücadele “her taşın arkasında cemaat var” diye topluma korku salarak yapılmaz. “Cemaatçilik” adı altında müfterilik yapan kamu görevlisinin yakasına yapışılarak yapılır.

Hanefi Avcı’nın kitabına işte böyle yaklaşılmalıdır... “Cemaat” de, hükümet de, hükümet karşıtları da, Hanefi Avcı’yı eskiden çok sevip bugün hiç sevmeyenler de, Hanefi Avcı’yı bugün çok sevip eskiden hiç sevmeyenler de bu ölçüyü kaçırmamalıdır.

Yani yapılması gereken “cemaatle mücadele” değil, “cemaatçilik yapıyoruz” diye komplo kuran, telefon dinleyen, her türlü ahlaksızlığa imza atan, hukuku alenen çiğneyen “mücrimler şebekesi” ile mücadeledir.

Derdim şudur: Hedefi büyültüp suçlunun yırtmasına yol açmak yerine hedefi küçültüp suçlunun yakasına yapışılmasını sağlamak!

Helal olsun Ali Abi

Cemaat öpsün sizi

Hanefi Avcı’nın kitabını okumadım... Medya Towers’taki Simon’larla meşgul olduğum için, bir süre daha okumayacağım.
Esasında, okuyabileceğimi de düşünmüyorum.
Hanefi Bey’in “tayin terfi öfkesiyle” kalkıştığı kişisel laf çakmalarından bana ne.
Hrant Dink cinayeti ve Ergenekon bahsiyle ilgili bazı ilginç açıklamalarda bulunmuştur diye düşünüyordum. Hiç oralara girmemiş.
Hrant konusunda mesela, Ertuğrul Özkök gibi düşünüyor: “Üç beş mahalle serserisinin milliyetçi duygularla kalkıştığı” adi bir cinayet...
Ergenekon konusunda da soruşturmayı “itibarsızlaştıran” spekülatif açıklamalar dışında yeni bir şey söylemiyor.
Ergenekon’un “yaratılmış bir heyula” olduğu, Danıştay suikastinin de cemaatçi polisin çabalarıyla Ergenekon ana davasıyla birleştirildiği görüşünde.
Hep “dürüst, namuslu ve doğrucu” nitelikleriyle anılan Avcı, darbe teşebbüslerini deşifre eden ilk kişidir oysa... İstihbaratçı olduğu için, ordu içindeki cunta hareketlerinden haberdardır ve bu bilgileri mutlaka siyasi iradeyle paylaşmıştır.
Danıştay suikastine gelince...
Hanefi Bey bu davanın Ergenekon ana davasıyla birleştirilmesini zorlama bir çaba olarak görüyor, bir cemaate bağlı muhayyel görevlileri suçlayarak durduk yerde kafa karışıklığı yaratıyor ama Sağır Sultan da bilir ki, “birleştirme” ameliyesi Yargıtay’ın marifetidir.
“Okumayacağım” filan diyorum ya, kulak asmayın.
Elime geçirsem tozunu bile atarım.
Bu arada, önceki gün kitabı sordum, “kalmadı” dediler.
Kim sorsa aynı cevabı alıyormuş.
Baskısı tükenmiş... Müşterisi çok olduğu için, kitapçılar siparişleri karşılamakta güçlük çekiyormuş... Yayınevi “yeni bol satışlı baskılara” hazırlanıyormuş, filan...
Kendi kendime, “bu işi de cemaate yazarlar” diye düşündüm.
Nitekim yazdılar.
Medya Towers’ta mukim Simon’un teki, dün,
“Ahali kuyrukta ama kitap yok... Görünmez bir el kitabı uçurdu” gibilerden bir şeyler karalamış... Kitabı cemaatin toplattığını ima ediyor... Ben okumadım... Bildirdiler.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Memurun ıkıntısı ve de sıkıntısı

Bundan beş ay kadar önce, "memur 'çalışan' olmaya razı mı" diye sormuştum.
Değilmiş!
Meselenin bam teli de burasıdır. Maaşa zam, Atatürkçülük falan filan, bu temel çıkar kavgasına, daha doğrusu "ayrıcalık kavgasına" uydurulan kılıflardır.
"CHP taraftarı memurlar" niçin Anayasa'ya hayır diyecekler?
Değişiklik onları da bizler gibi işçi yapacağı için.
Bu ülkede memur işçiyi her zaman hem kıskanmış, hem de küçümsemiştir.
Daha fazla para kazandığı için kıskanmış, "alt tabaka" saydığı için, "kendisinden de aşağıda birilerinin olması" ona bir üstünlük duygusu sağladığı için küçümsemiştir. Zavallı küçük memur, büyük memurlar tarafından da böyle kandırılmış, kendisine "devlet de senin memleket de senin" propagandası aşılanmış, "sesini çıkarması" böylece önlenmiştir.
Kenan Paşa'nın, astığı astık kestiği kestik döneminde ağzından kaçırdığı ve yaşı tutanların pek iyi hatırlayacakları "Intercontinental otelinin şef garsonu benden çok maaş alıyor, bu ne rezalet?" sözü bunun en veciz ifadesidir. "Büyük Önder Evren'in Söylev ve Demeçleri" kitabının altın sayfalarında "asmayalım da besleyelim mi" özdeyişinin yanında mutlaka yerini almalıdır.
Solcuların eşek kesimi de, işçiyi savunduğunu sanarak aslında hep CHP memurunu savunmuştur. Solcu maskesini çekin alın, altından İttihatçı sırıtır.
Şimdi, halkoyuna sunulan Anayasa değişikliği kanunuyla, memura toplu sözleşme hakkı getiriliyor, pazarlık gücü arttırılıyor, üstelik bu haklar emeklilere de veriliyor.
Daha ne? Memurun zil takıp oynaması gerekmez mi bu durumda?
Hayır. Beğenmiyorlar. İstemiyorlar.
Çünkü işçiyle eşit duruma gelirlerse "iş garantisini kaybetme tehlikesi" de belirecek.
O zaman bizim kendimizi bildik bileli hangi şartlarda çalıştığımızı da görecekler...
Ben otuz beş yıldır çalışıyorum, iki kere işten kovuldum. Ama hep senden daha çok para kazandım. Var mısın aynı riske girmeye memur arkadaş?
Yoksun tabii.

Çocuğumuzu bu kapıdan uğurladık



TÜRKİYE’de yer yerinden oynuyor.

Memleket bir ucundan ötekine “Evet mi”, “Hayır mı” diye cayır cayır yanıyor.

Bense New York’ta bir otelin tepesinden Manhattan’a bakıyorum.


Manzara bu değil mi...
Evet böyle bir ortamda kalkıp binlerce kilometre yaptım ve çok sıkışık bir programın içine iki buçuk günlük New York sıkıştırdım.
Neden biliyor musunuz?
İki genç kıza ve bir delikanlıya destek vermek, başardıkları işin ne kadar önemli olduğuna inandığımı göstermek için.
Bayanlar baylar, bugün ve yarın size üç genç hayat hikâyesi anlatacağım.
Bir de bu gençlerin arkasında duran kuruluşları öveceğim.
Lütfen siz de bana katılın, bu genç insanlara destek verelim, bu kurumların yaptığı işi biz de alkışlayalım.
* * *

Başın öne eğilmesin “aldı”rma



Kim takar Yalova Kaymakamı’nı?

Hiç kimse.


Kim takar Yalova Valisi’ne?
AKP takar!
*
Kaşla göz arasında tek kişilik kararname çıkarıp görevden “aldı”lar...
*
Peki niye “aldı”lar?
*
Volvo jipi olan Ordu Valisi’ne bi tane de Mercedes S320 “aldı”lar... Mercedes’i, Volvo’su, Mitsubishi jipi Nissan Primera’sı olan Trabzon Valisi’ne, bi tane Volkswagen minibüs, bi tane Mercedes S350 “aldı”lar... Dümdüz şehir Konya’nın Land Cruiser jipi olan Valisi’ne, bi tane de BMW 735 “aldı”lar... Başbakan Erdoğan, Rize Valisi’ne Mercedes S350 “aldı”... Mercedes’i eskiyen Uşak Valisi’ne Mercedes S350 “aldı”lar... Mercedes S320’si ve Toyota jipi olan Bolu Valisi’ne Audi Q7 “aldı”lar... Kırklareli Valisi’ne Mercedes’i varken Audi Q7 ve Chevrolet “aldı”lar, sonra Vali’yi Aydın’a “aldı”lar, gıcır gıcır Mercedes’i varken 450 milyara yeni Mercedes “aldı”lar... Mercedes’i olan Tekirdağ Valisi’ne Toyota jip “aldı”lar... Gariban ahaliye buzdolabı kanepe dağıtan Tunceli Valisi’ne, Mercedes’i ve Hyundai jipi yetmedi, Volvo “aldı”lar... Mercedes’i eskiyen Isparta Valisi’ne, Isparta’nın prestiji sarsılıyor diye, Audi A8 “aldı”lar... Mercedes’i, Mercedes jipi, Nissan’ı olan Ardahan Valisi’ne bi tane Volvo jip “aldı”lar, bi tane de Audi A6 “aldı”lar.

CHP usulü başörtüsü çözümü

CHP elinden geldiğince kendisini çağa uydurmaya çalışıyor.
Bir yandan Deniz Baykal, bir yandan Önder Sav bu değişime direnen kesimleri temsil ediyor.
Ancak Kemal Kılıçdaroğlu, gerek Doğu Anadolu illerini ziyaret edip Kürtlere hitap ederek, gerekse “Türban sorununu biz çözeriz” diyerek değişimi zorlamaya çalışıyor.
Ancak Kılıçdaroğlu’nun sıkıntısı bürokrat kökenden geliyor olması ve Gogol’ün Müfettiş romanındaki kahramana benziyor olması.
Küçük işlerle uğraşmaktan bütünü göremiyor.
Üstelik bütünü görmesine yardımcı olacak bir kadrodan yoksun olması da işin cabası.
Tayyip Erdoğan’ın avantajı bütün resmi görmesi ve çevresini güçlü bir danışmanlar kadrosuyla donatmış olması.
Bir liderin dış politikadan ekonomiye kadar her alanda yetkin olması beklenemez.
Önemli olan, eksik olduğu alanları gerçekçi bir gözle görebilmesi ve açığını uzmanlar aracılığıyla kapatmasını bilmesidir.
Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürlüğü deneyimine fazlasıyla güveniyor olsa gerek, gerçek sosyal demokrat kimlikli uzmanların desteğine fazla başvurmuyor.
O yüzden de iktidara yönelik eleştirileri fazlasıyla sığ kalıyor.
Mesela türban çözümüne bakalım.
CHP’nin türban veya başörtüsünü bir sorun olarak görmesi dev bir adımdır ve çözüm yolunda önemli bir gelişmedir.

‘Evet’ çünkü rejim muhalifiyim

Güneydoğu’da beklediğini bulamayan Kılıçdaroğlu, Van’ın Özalp ilçesinde 1943 yılında 33 vatandaşın Orgeneral Mustafa Muğlalı emriyle kurşuna dizilmesi olayına değiniyor ve şunları söylüyor...
“Sayın Başbakan rica ediyorum. 33 köylünün sorgusuz ve sualsiz kurşuna dizildiği bir yerde, kurşuna dizenin ismini bir kışlaya yer vermeyin.
Ne olur değiştirin. İstirham ediyoruz.”
Ana muhalefet liderinin ricası kabul olsa ve Başbakan kışlanın adını değiştirse, sorun ve daha önemlisi “asıl sorulması gereken soru” ortadan kalkacak mı?
***
Türkiye’deki “siyasal rejim”, “sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen 33 köylünün” hesabını soran bir rejim değil...
“Kurşuna dizene” arka çıkan bir rejim...
Ana muhalefet, “kurşuna dizenlerin egemen” olduğu bu rejimi hedef alacağına, sadece kışlanın adını değiştirmekle yetiniyor...
Kışlanın adı değişince, rejimin niteliği değişiyor mu?
Rejim, kurşuna dizilenlerin anısına sahip çıkan ve “kurşuna dizeni” de ilelebet mahkûm eden bir nitelik sıçramasına uğruyor mu?
Tabii ki hayır...

20 Ağustos 2010 Cuma

Ferman evetçinin ise dağlar hayırcınındır


* Agresif evetçilik, “Hayır diyorsun, demek ki sen Ergenekoncusun” falan dedikçe... Tepkisel hayırcılık, “Eğer hayır demek Ergenekonculuk ise evet ben bir Ergenekoncuyum” diye haykırıyor.


*  Agresif evetçilik, “Evet demek vaciptir” ya da “Evet demek umreden daha hayırlıdır” falan diye işin içine dinsel kıstaslar koydukça... Tepkisel hayırcılık, “Harama yakın mekruh olsa da hayır diyeceğim” tavrı geliştiriyor.

*  Agresif evetçilik, memur sendikalarına “Hem mangır istiyorsunuz, hem de hayır diyorsunuz” dedikçe... Tepkisel hayırcılık, “Zırnık koklatmasan bile hayır diyeceğim” tavrı koyuyor.

*  Agresif evetçilik, “13 Eylül günü yepyeni bir güneş doğacak yurdumun üstüne...” falan diyerek mübalağa sanatının üstün örneklerini sergiledikçe... Tepkisel hayırcılık, “Batsın o güneş” tutumuna sığınıyor.

*  Agresif evetçilik, “Demek hayır diyorsun ha! Günah benden gitti o zaman” dedikçe... Tepkisel hayırcılık, “Ferman evetçinin ise dağlar hayırcınındır” tavrı koyuyor.

*  Agresif evetçilik, Kenan Paşa’nın antipatik fotoğraflarını gözümüzün içine sokmaya çalıştıkça... Tepkisel hayırcılık, Kenan Paşa’nın Çankaya Köşkü’nde ağırlandığı fotoğrafları anımsıyor.

*  Agresif evetçilik, hayır diyen herkesi bir kefeye koyup “darbeci, 12 Eylülcü, statükocu, demokrasi düşmanı” ilan ettikçe... Tepkisel hayırcılık, “Hepimiz hayırcıyız” diyerek olmayacak kişilerle olmayacak dayanışmalar içine giriyor.
Yancı sorunu

Heron'da telefon kayıtları

Heronların Hantepe'deki saldırıyı görüntülemesine rağmen, bölgeye hiçbir yardım gönderilmemesi tartışılıyor... Hâlâ Genelkurmay Başkanlığı'ndan bir açıklama gelmedi. Lâf, Heron'dan açılınca, bir de, bu insansız hava araçları hakkında MİT'in tespit ettiği çeşitli telefon konuşmalar mevcut.
10 Ekim 2007'de, Hava Pilot Yarbay Selami Selçuk Çakmaklı'nın cep telefonunu Hava Pilot Üsteğmen Fırat Ç., Ankara'daki ankesörlü bir telefondan arıyor. Aralarındaki konuşma, MİT'e takılıyor. Heronların düşürülmesi ya da koordinatlarının değiştirilmesiyle ilgili sözler sarf ediliyor:
-...Diğer konu da şu insansız hava aracıyla ilgili. Biliyorsunuz onunla ilgili daha önce görüşmüştük. Araç biliyorsunuz Batman'da konuşlandırıldı; oradan o bölgeyi tarıyor. Ancak görüntü ve bilgiler çok net. Önce mümkünse kullanım dışı bırakmalıyız. Değilse, görüntü, bilgi, koordinat vs. surette müdahale edilmeli. Anlaşıldı mı?
- Anlaşıldı komutanım.

Atatürk rahibesi

Emre Aköz'ün eline sağlık, Yurdanur Hanım'ı anlattı.
Amasra'nın bir caddesinde "Atatürk'ü aramış", bulamamış, Kültür Bakanı'na şarlamış. Rozet ve poster istermiş. Bunlardan her yerde olması gerekirmiş.
Yurdanur Hanım bana da, üç yıl önce kendini yerlere atıp "Ahmet Necdet Sezer'i istiyorum" diye haykırarak göğsünü bağrını paralayan kadıncağızı hatırlattı.
Hani bunlar toplu taşıma araçlarında da "Cumhuriyet gazetesini bir bayrak gibi" açarlar... Hafta sonları Milliyet de alırlar. Fakat gazetelerinde "renkli fotoğraf" hele hele reklam yayınlanmasına da içten içe içerlerler.
Kışın tayyör-etek giyerler, içine de "fırfırlı" Ankara bluzu, beyaz... Ayakkabı "loafer"...
Yazın da "Bodrum işi" pazen entari.
İstanbul'u pek sevmezler, kalabalık, gürültülü, pis ve hepsinden önemlisi "pahalı" bulurlar. Ankara'da mutlu olurlar.
Genellikle emekli falandırlar, gelirleri dardır.
"Hafifçe solcu" sayarlar kendilerini ama işçiyi de hor görürler. Memurla bir olamayacağını, eşit sayılamayacağını düşünürler.
Kendilerini "devletin sahibi" sayarlar. Türkiye'yi onlar kurtaracaklardır, çünkü onlara emanet edilmiştir.

Evet’ler yüzde 43’ü aşamayınca Öcalan’la anlaştılar!

Aktaracaklarım kulaktan dolma bir söylenti ya da tevatür değil, kesin bilgidir!
Tayyip Erdoğan’ın titizlikle yaptırdığı üç ayrı ankette de evetlerin hiç biri yüzde 45’e ulaşamadı!
En yüksek oranı Metropol verebildi ve o oran da yüzde 43!
En önemlisi yapılan bütün araştırmalarda Kemal Kılıçdaroğlu kişisel olarak Tayyip Erdoğan’ı geride
bıraktı!
Başbakan bunun üzerine taarruz düğmesine basarak bütün kampanyayı Kılıçdaroğlu’nu hedef alan bir çizgiye oturttu!
Boy-soy polemiği, Dersim konusunun alevlendirilmesi ve yandaş medyadaki Kılıçdaroğlu ile ilgili hücumlar bu stratejinin yansıması!
Ancak Tayyip Bey’in iletişimcileri, bu kampanyanın aradaki farkı kapatamayacağını ifade ederek boykotçu Kürtlerin kazanılması konusunda ısrarlı oldu!
Tayyip Bey bir ara tereddüt etti, lakin “Başka türlü asla evet çıkmayacak” denilince o da kabul ederek harekete geçti!
Önce Barzani ile ilişki kurularak Kandil’in nabzı yoklandı!
Kandil yani Murat Karayılan, İmralı’yı işaret edince Öcalan’ın avukatları ile yaptığı iki rutin buluşma, farklı mesajlar vermesin diye iptal edildi ve bu süreçte Öcalan’a hemen üst düzey bir isim gönderildi!
Üst düzey yetkilinin Öcalan’dan iki temel isteği oldu:
1) PKK’nın ateşkes ilan etmesi!

AK Parti’de referandum anketleri

İktidar partisi, demokratikleşme sürecinin önemli bir merhalesi olarak gördüğü12 Eylül’deki referandumu çok önemsiyor. Sandıktan “Evet” oyu çıkması için yoğun bir kampanya yürütürken, siyasi hesabın seçimde görülmesini istiyor.
Doğrusu da budur. İlk defa anayasaya sinmiş 12 Eylül ruhunu temizleme, temel hak ve özgürlük alanlarını genişletme çabasının kısır siyasi çekişmeye heba edilmesi, ülkenin geleceği için yazık olur.
Hesabı olan, çok değil 2011 Haziran-Temmuz döneminde yapılacak genel seçimde bu hesabı görür, istediği siyasi partiyi iktidara taşır veya muhalefete mahkum eder.
O halde son durum nedir?
AK Parti üç ayrı araştırma kuruluşu Denge, ANAR ve PollMark'a kısa aralıklarla anketler yaptırıyor, il il toplumun nabzını ölçüyor. Üç şirketin verileri birlikte değerlendirildiğinde, “Evet” oyları yüzde 54-56 aralığında değişiyor.
Oy artışında, MHP ve BDP tabanından “Evet” oylarına yönelişin etkili olduğu söylenebilir. PKK’nın “eylemsizlik kararı” ve BDP’nin boykot kararını yeniden gözden geçirme girişimleri, mevcut eylem planlarının kitlesel nitelik kazanamaması ve ilave olarak Ramazan ayının kutsallığı çerçevesinde görülmelidir.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Türkiye Bir İslâm Ülkesi midir?

Türkiye Müslüman bir ülkedir. Halkının yüzde 99'u Müslüman olmasa bile en az yüzde seksen beşi İslâm dinine (ama az ama çok) bağlıdır. Ülkede 80 bin cami, 100 bin imam, müezzin, vaiz, müftü, din hocası vardır. Beş vakitte ezan okunmaktadır. Cuma namazında camiler dolmaktadır. Cenazeler İslâm dininin hükümlerine göre yıkanıp kefenlenip, tabutları musalla taşına konulup namazları kılındıktan sonra toprağa verilmektedir. Yüz binlerce Müslüman her yıl hacca ve umreye gitmektedir... vs... vs...
Bu saydıklarım yeterli midir? Kesinlikle değildir.
Bir ülkenin gerçekten Müslüman ülkesi olması için orada şu şartların bulunması gerekir:
1. İslâm doğru şekilde anlaşılacak, yorumlanacak ve hayata uygulanacak.
2. Allahın Kur'ânda bildirmiş olduğu emirler yerine getirilecek, yasaklardan kaçınılacak.
3. Allahın Resulünün (Salat ve selam olsun ona) emirlerine, tavsiyelerine uyulacak. Peygamber en güzel örnek ve model olarak kabul edilecek.
4. Ülkede İslâm ahlâkı yaşanacak.
5. Çocuklara, genç nesillere İslâm dini doğru olarak öğretilecek.
6. Müslümanların bir reisi olacak.
Adı İslâm ülkesi olan bir ülkede yukarıda saydığım altı şart (dahası da var...) yoksa orası gerçek bir İslâm ülkesi değildir, sadece "ism ve resm" olarak İslâm ülkesidir.
Bizde karmaşık bir sistem vardır:
* Olduğu kadar İslâm.

‘Evet’ fetvası veren ‘Hoca Efendi’ye dair

19 Ağustos 2010
ahmethakan@hurriyet.com.tr


“EVET” propagandasında büyük gayret ve üstün hizmet madalyasını en fazla hak eden gazete, hiç kuşkusuz Zaman Gazetesi...

Gazetedeki mübarekler, maşallah “evet” için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar.
İster eski ülkücü ol, ister yeni ateist...
İster Kürtçü ol, ister Türkçü...
İster detone ol, ister bülbül gibi şakı...
İster emekli asker ol, ister emekli savcı...
Yeter ki “evet” de...
“Evet” dediğin an, Zaman Gazetesi’nde manşetten ağırlanıyorsun.
* * *
“Evet” diyenlerin geçit resminde dün sıra, Konya’da ikamet eden bir “zat-ı muhterem”deydi.
Gazete, bu “muhterem kişi”yi şu sözlerle takdim ediyor:
“Abdullah Büyük Hoca Efendi...”
“Türkiye’nin sevilen ismi...”
“Kanaat önderi...”
Söz konusu “Abdullah Büyük Hoca Efendi”, bir tür “İslami açıdan evet demenin gerekliliği...” konulu bir fetva patlatıyor.
Diyor ki:
“Referandum günü sandığa gitmek yerine umreye gitmek büyük vebaldir.”
Breh... Breh... Breh...
Bakar mısınız fetvaya:
“Ey Müslüman! Referandumda evet demek, Kabe’yi ziyaret etmekten bile daha evladır.”
Görüyorsunuz değil mi?
“Evet” propagandasına din nasıl da alet ediliyor.
* * *
Ama asıl bomba işin şu kısmında:
Abdullah Büyük denilen zat, Vakit Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda küçük bir kız çocuğunu taciz eden Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’e hiç utanıp sıkılmadan açıkça ve pervasızca destek vermiş bir zattır.
Vakit’te yazdığı bir yazıda...
“Hüseyin Üzmez’e şimdi daha çok destek vermeliyiz. Bu işi yaptıysa bile Hüseyin Üzmez abimizdir” demiş, diyebilmiş adamdır.
Görüyor musunuz referandumdaki kerameti?
Tacizci destekçisi adam, “Evet” fetvası verdiği için “Türkiye’nin sevilen kanaat önderi hoca efendi” oluverdi.
Başımıza taş mı yağacak nedir?

Yanlış buluyorum

Maalesef AK Parti cenahı, Kılıçdaroğlu'nun başlattığı "Recep Bey" aşağılamasının çamurlu alanına çekildi ve şimdi orada, çamurla oynayan bir görüntünün içinde kaldı.
Yanlış buluyorum.
Bülent Arınç'ın Kılıçdaroğlu için "şu kadarcık boyuyla..." diye başlayan söylemini yanlış buluyorum. Söz ustası Arınç'ın böyle gaflara gelmesi doğrusu şaşılacak bir şey. Ne yapmış oldu yani Arınç, böylece tüm kısa boyluların bir eksikliği bulunduğunu mu söylemiş oldu? Bu söylem, "evet"leri mi artırdı?
Başbakan Erdoğan'ın "Memur Kemal" söylemini yanlış buluyorum. Nitekim, bu söylemin içindeki "memur karşıtı" görünüş hemen fark edildiği için "CHP zihniyetinin memuru" noktasına gelindi ama herhalde "CHP zihniyetinin memuru" ifadesi, "Memur Kemal"deki memur kırgınlığını telafi edici nitelikte değildi.
Yine Başbakan Erdoğan'ın "Boya değil soya bak" söylemine gelebilmesini de anlayamıyorum. Ne olacak yani soya bakılırsa, buradan nereye gelebilir ki Sayın Başbakan? Bu söylemin ikinci adımını atabilir mi? "Soya bak" söylemi, tüm açılımların üzerine sünger çekmiyor mu?

Bugün Keşke ben uydurmuş olsam!

Değerli meslektaşım Aydın Engin, “t.24”deki köşesinde Kemal Kılıçdaroğlu’na yalvarıyor; “Ne olur, o açıklamayı yalanlayın... Ahmet Kekeç uydurmuş olsun...”
Ve ekliyor: “Ahmet Kekeç, keyifli yazmasını bilen, yazdığı okunan, mensup olduğu siyasal çizgiyi inatla ve hünerle savunan bir meslektaşım. Diliyorum ki o, olmayan, en azından öyle olmayan bir konuşmayı çarpıtarak bizlere aktarmış olsun.”
Aydın Bey’e teşekkür ederim.
Ben de onun yazdıklarını keyifle okuyorum.
Mizahına da bayılıyorum.
Taksi şoförlüğü anılarını çok sevmiştim mesela. Neden böyle cıvıltılı kitaplar yazmıyor artık?
Bu talebi de bu şekilde araya sıkıştırdıktan sonra, gelelim Aydın Engin’in tüylerini diken diken eden Kılıçdaroğlu açıklamasına.
Evet, Kılıçdaroğlu beni aramıştı.
Samimi bir telefon görüşmesi olmuştu. Arama nedeni, 2 yaşındaki torununun SSK’lı yapılmasıyla ilgili basında çıkan iddialardı. Ben de köşemde bu iddialara yer vermiştim.
Kemal Bey, “Bunu düzeltesiniz, köşenizde yer veresiniz diye değil, bilesiniz diye söylüyorum” dedi ve yeminler kasemler ederek, 2 yaşındaki torununun SSK’lı yapıldığından haberi olmadığını söyledi. Anne ve babanın işgüzarlığıymış... Ve ekledi: “Öğrenir öğrenmez, derhal işlemi iptal ettirdim.”
Hemen söyleyeyim:
Konuşurken pek bir mültefitti. Üslubuma ve tarzıma övgüler yağdırdı.
Ben de onun nezaketini ve sakin duruşunu övdüm...
Böyle karşılıklı birbirimizi överken, aklıma Onur Öymen’in Dersim gafını sormak geldi. Sordum ve gerekli duyarlığı göstermediği için de çok eleştiri aldığını söyledim.
Motamot nakledemem ama aramızda şöyle bir konuşma geçti: “Onur Bey’e neden daha sert tepki göstermediniz? Hemşerileriniz çok kızıyor, bilesiniz.”
“Tepki gösterdim ama yeterli görülmedi demek ki...”
“İstifaya davet ettiniz, sonra geri aldınız...”
“Ben gerekli şeyleri söylediğimi düşünüyorum.”
“Peki, siz ne düşünüyorsunuz Dersim konusunda. Hazır sizi yakalamışken...”
“Devrimin koşulları içinde böyle şeyleri olağan karşılamak lazım diyorum... Keşke hiç olmasaydı ama oldu.”
“Benimsiyor musunuz yani olup bitenleri?”
“Elbette benimsemiyorum. Her devrimin kendi içinde bir meşruiyeti vardır... Böyle şeyler oluyor maalesef devrimlerde...”
“Bunu siz söylemeyin bari Kemal Bey. Böyle derseniz, Onur Öymen’den ne farkınız kalır? Devrimin koşulları dediğiniz an, Dersim’de olanları meşrulaştırmış olursunuz...”
Böyle bir konuşma...
Eksik de aktarmış olabilirim.
Fazla da aktarmış olabilirim.
Bütün eksiklikleri ve fazlalıkları içinde Kemal Bey bunları söyledi ve meslektaşım Aydın Engin’i kaygılandıracak, hatta kaygıdan öldürecek o cümleyi sarf etti: “Böyle şeyler oluyor maalesef devrimlerde.” Yani, Dersim’de yaşananları kınayacağına, “devrimlerle meşrulaştırma” yolunu seçti...
Diyor ki Aydın Engin, “Ah, ben o cümleyi ve o cümleyi kuran kafayı tanıyorum. İyi tanıyorum. O kafanın simgelerinden, 1930’larda başlayan 1939’a kadar süren ünlü ‘Stalin Mahkemeleri’nde savcı iskemlesinde oturan Wischinsky, ülkenin en iyi beyinlerini birer birer ölüme yollarken  hep bu gerekçeyi kullandı...”
Bilemem artık...
Ben söyleyeceklerimi söyleyip denize atayım da, bundan sonrasını CHP’ye oy verecekler düşünsün.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Cami yanında bikinili kadınlar



Ramazan’ın ilk cuma namazı Bodrum’da ilginç bir manzara oluşturmuş; cami dışında namaz kılan cemaatle hemen yanlarında güneşlenen bikinili kadınlar yan yana fotoğraflanmış.

Takvim ve Sabah gazeteleri de bunu, “İşte İslam’ın hoşgörüsü, işte Türkiye mozaiği” diye duyurdu.
Bir yanda bikinili kadınlar...
Diğer yanda 300 yıllık denize sıfır Gündoğan’daki Necip Nalbant Camii’nin önünde namaz kılan erkekler...
Gerçekten de Türkiye dışında dünyanın herhangi bir Müslüman ülkesinde ortaya böyle bir manzara çıkması imkansız.
Ancak sadece tek bu kareye bakarak Türkiye’de hoşgörüden bahsetmek mümkün mü...
Ramazan ayındayız...
Sabah’taki arkadaşlara bir teklifim var; gelin çıkalım Anadolu’nun istediğiniz bir şehrine, istediğiniz kasabasına...
İslam’ın hoşgörüsünün ne derece olduğunu yerinde test edelim.
Ramazan nedeniyle lokantalar kapalı...
İçkili yerlerin çalışması zaten mümkün değil.
İçki satan bakkallar kepenk indirmiş...

Bu kadar general fazla!

 
ABD yönetimi, ağır bir mali yük getirdiği için general sayısında azaltmaya gidiyormuş.. Aslında rütbelerin de yeniden düzenlenmesi gerek. Bu kadar kademe fazla.. Süreç de yeniden düzenlenmeli..
Savaş, risk yönetimidir.. Onun için düşünce ve eylem kabiliyeti ve hızı son derece önemli. Elbette tecrübe de önemli ama, 60-70 yıllık dönemde her şey o kadar çok değişiyor ki, o tecrübelerin büyük bir kısmı sadece bir hatıra olarak değer taşıyor. Eskiler, yenilikleri kavramakta zorlanıyorlar. Bu da tecrübe birikimine değil, aynı kadroların ayak bağı olmasına sebeb oluyor..

Öcalan’dan özür dile(!)

Hürriyet yazarı, “Dersim’i bombalayan CHP”ye yüklenen Başbakan’a “bu kadarı yetmez” dedi ve yandan çarklı demokratçılık yolunda tavsiyelerde bulundu:  Seyyid Rıza ve Şeyh Said’in itibarını iade et, PKK’yla uzlaş...

Başbakan, referandum mitinglerinde, bir zamanlar CHP’nin, Dersim’in (yani Tunceli’nin) başına bomba yağdırdığını tekrarlıyor.
Amacı ne? İkinci Cumhuriyetçiler, yandan çarklı demokratçılar, sağsolcular ve zehir zemberek liberaller gibi tarihimizle yüzleşmek mi istiyor? Tarihle yüzleşmek isteyen Osmanlı’yla başlar!
Başlamak için sağlam bir tarih bilinci gerekir.  Osmanlı-Dersim ilişkisi can ciğer kuzu sarması mı idi?
Çiçek mi verecektiler
Başbakan, aslına bakarsanız, Dersim simgesi üzerinden giderek, Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının türlü şekilde ezilmesinden hükümet partisi olarak CHP’yi sorumlu tutmakta ve günümüz Tuncelililerinden, referandumda “Evet!”  oyu vererek, geçmişin intikamını CHP’den almalarını istemektedir.
Başbakan’ın bu tarih bilinci, dolaylı yoldan, ilk dönem (1923-1939) Cumhuriyet rejimini suçlamaktadır. Buna 1922 tarihli Koçgiri isyanının bastırılmasını da ekleyebiliriz.
Demek ki, bu bilince göre, dönemin Kürtçülük isyanlarına karşı yürüttükleri siyasetten dolayı İsmet İnönü ve Atatürk suçludur.
“CHP Dersim’in başına bomba yağdırdı” cümlesi, tek başına, yalıtılmış bir cümle de değildir. A’sından Z’sine bir dönemin tamamını suçlamaktadır.
Başbakan işine geldiği zaman, halkı acıtan bir işi hükümet partisi AKP’nin değil  “devlet” in yaptığını söyler. CHP yerine AKP olsaydı, ne yapacaktı, isyancılara çiçek mi verecekti?
CHP politikasını eleştirdiğine göre, demek ki çiçek verecekti!
Ava giderken avlandı

Baykal’ın başka kaseti mi var?

Gazeteci Zübeyir Kındıra’nın yakın zamanda piyasaya çıkan “Kemal” isimli bir kitabı var. Kitabın 30. sayfasında CHP’deki kaset komplosuyla ilgili ilginç bir iddiayı gündeme getiriyor. Özetle diyor ki: Kaset, aslında Baykal’ın dediği gibi iki haftanın ürünü değil.
Oysa komplonun muhatabı bizatihi “bunlar iki haftalık görüntüler” demişti. Görüntülerdeki saç kesimi de Baykal’ı doğrular nitelikteydi. Kaldı ki, görüntüyü en iyi yorumlayacak kişi, Deniz Bey’den başkası olamaz.
Zübeyir’in asıl iddiası, görüntülerin 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önceki bir döneme ait olduğu yönündedir. Ona göre, kaset, Baykal’ın yükselişe geçtiği en uygun zamanda servis edildi.
Vatan Yazarı Can Ataklı da geçtiğimiz günlerde bu iddiayı köşesine taşıyarak kaset komplosuyla hükümet arasında ilişki kurmaya çalıştı. Varsa belgeleri, ispat ederlerse helal olsun, iyi gazetecilik yapmış olurlar.
Dün Zübeyir’i aradım, Gaziantepli hemşerimdir, bazen halı saha maçlarında bir araya geliriz, Mersin’de tatildeymiş. “Var mı belgen?” diye sordum, bir gazeteci olarak Ankara’daki kulis bilgileri kitabına aktardığını söyledi. Ayrıca, Baykal’a bu konuda bir rapor sunulduğunu, kitaptaki iddiaların o raporda aynen yer aldığını ifade etti.
Kendisine de söyledim, bu iddianın hiçbir geçerliliği yoktur. Deniz Bey’in de söylediği gibi görüntülerden yeni olduğu anlaşılıyor.
Fakat bu iddia, zihnimi kurcaladı. Acaba, internet sitelerine düşen kayıtlardan farklı, 22 Temmuz seçimlerinden önce çekilmiş Deniz Baykal ve Nesrin Baytok manzaralı başka görüntüler var mı?
Deniz Bey’e giden rapor (eğer varsa) o eski görüntülerle ilgili olabilir mi? Deniz Bey 3 yıldır kaset şantajıyla karşı karşıya mıydı?
İtiraf etmeliyim, bende şüphe uyandıran tek kaynak, Zübeyir’in kitabı değil elbette. Kulağıma gelen fısıltılar var. Küfür, hakaret ve iftira dolu, Ahmet Hakan’ın deyimiyle “iğrenç” bir kitap olan “Takunyalı Führer”in yazarı, Ergenekon sanığı Ergun Poyraz, geçmişte Deniz Baykal ve Nesrin Baytok’la ilgili bir çalışma yapmış olabilir mi?
Hani, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında düzmece kitaplar yazdı ya, Deniz Baykal’ı da portföyüne eklemiş midir? Ergenekon iddianamelerinde CHP ve MHP üzerinde de ince işçilik yapıldığı belirtiliyordu hatırlarsanız.
Sorularımıza devam edelim.
CHP Genel Merkezi’nin iki alt sokağında bulunan Kuşkondu Sokak’ta Deniz Bey’in garsoniyeri olarak kullandığını varsayarak o bölgede çalışma yapıldı mı?
Deniz Baykal’ın etnik kökeni çıkarıldı mı? Almanya ile ilişkileri sorgulandı mı?
Nesrin Baytok’un yakın çevresi didik didik edildi mi?
Ergun Poyraz’da bu soruların cevaplarıyla ilgili bilgiler var mı? Varsa kitap yazmayı mı düşündü yoksa başka amaca mı yöneldi?
Ergenekon soruşturma sürecinde bu sorulara cevap verecek bilgiler ortaya çıkarsa, inanıyorum, CHP’deki kaset komplosunun izi Silivri’ye kadar uzanabilir. Belki, bu hattın CHP yönündeki uzantılarının da maskesi düşer.
Gelelim, asıl soruya.
Silivri merkezli Baykal’a yönelik bir komplo planı varsa ve 2007 öncesine kadar uzanıyorsa, belki yeni bir kasetin varlığından söz edilebilir. Belki Zübeyir’in sözünü ettiği kaset, internette yayınlanan görüntüler değildir.
Zübeyir’e bunu da sordum, “Başka bir kaset var mı yok mu bilmiyorum, ben sadece yayınlanan görüntülerle ilgili Baykal’a sunulan rapordaki bilgileri ve kulislerde konuşulanları yazdım” dedi.
Ergun Poyraz’da olabilir mi?
Bilmiyorum” dedi Zübeyir, ekledi: “Birkaç yerde karşılaşmışlığımız var ama Ergun Poyraz’la hiçbir hukukum yok, kaynaklarımızın aynı olduğunu sanmıyorum. Başka bir kasetten haberim yok.
Doğrudur. Asıl cevap vermesi gereken Ergun Poyraz’dır. Bu işte bir bit yeniği var, umarım yakında ortaya çıkar.
Kaset üzerine Deniz Baykal’ı istifaya davet edip Kemal Kılıçdaroğlu’na yol açanların, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin kaseti karşısında “özel hayat” zırhına saklanmaları hiç hayra alamet değil çünkü.
Bekleyip görelim.

Kemal Bey yine beyhat



GEÇEN seçimin sonucunu en doğru tahmin eden iki kuruluştan birinin son yaptırdığı araştırmanın sonuçları var elimde.

Buna göre...

EVET: Yüzde 54...

HAYIR: Yüzde 46...

Seçim tahmini ise şöyle:

AK PARTİ: Yüzde 45... CHP: Yüzde 26... MHP: Yüzde 11.

* * *

Ve bir başka şirket...

Ankara merkezli... Güvenilir ve saygın bir kuruluş...

Onun sonuçları ise şöyle:

Öpmekle oruç bozulur mu?

Öpmek orucu bozar mı? Parfüm sıkmak, koklamak oruca zarar verir mi?
Bir adam Peygamberimize geldi, oruçluyken cinsel ilişki dışında hanımına yaklaşmayı sordu. Peygamberimiz ona izin verdi. Ardından bir başkası geldi, o da aynı şeyi sordu. Fakat ona izin vermedi.
Peygamberimizin izin verdiği kişi yaşlı birisiydi, izin vermediği de genç bir insandı.
Çünkü yaşlı bir insan nefsine hâkim olabilirken, genç birisinin nefsine söz geçirmesi oldukça zordur.
Bir seferinde de Hz. Ömer telâşla Peygamberimize geldi:
"Ey Allah'ın Resulü!" dedi, "Bugün ben büyük bir hata işledim, oruçlu iken hanımımı öptüm!"
Peygamberimiz de şöyle cevapladı:
"Sen oruçlu iken abdest aldığında ağzına su vermez misin? Bu orucunu bozar mı?"
Hz. Ömer, "Bunda bir sakınca yoktur" dedi.
Peygamberimiz buyurdular ki:
"Öyleyse niye (telaş ediyorsun?)"
Buna göre, eşler oruçlu iken birbirlerini öperse erkekten meni, kadından bir yaşlık belirse, oruçları bozulmuş olur. Bundan dolayı oruçlarını kaza etmeleri gerekir.
Parfüm, çiçek, esans ve benzeri şeyleri koklamak oruca bir zarar vermez.
Namaz kılmayan oruç tutabilir mi?
İşyerinde arkadaşlar oruç tutuyorlar ama namaz kılmıyorlar. Oruç sadece aç kalmayla yeterli olur mu?

15 Ağustos 2010 Pazar

PKK'yı hafife almanın faturası

Yirmialtı yıl önce bugün PKK Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla yalnız Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı çatışmalar sayfasını açmış olmadı. Aynı zamanda modern dünya tarihinin en uzun süren gerilla savaşını da başlatmış oldu.
‘Gerilla savaşı’ demiş olmama takacaklar için peşinen söylemek lazım: Nasıl Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘İster Kürt sorunu, ister terör sorunu, ister güneydoğu sorunu diyelim’ diye söze başlıyor, bu tanım çok rahatsızlık veriyorsa isteyenler ‘gayri nizami harp’ ya da ‘düşük yoğunluklu çatışma’ gibi tanımlar kullanabilirler. Dünya harp tarihi bu kadar uzun süren bir gayri nizami savaşı yazmıyor; ne Vietnam, ne Malezya, ne Çin, ne Küba; bir kuşaktan uzun sürmüş bir gayrı nizami savaş yok. Bu yöntemle sonuç alınamayacağına işarettir. Ama bitmiyor da. Yirmili yaşlarının ortasında dağa çıkan PKK kurucularının kimi içeride, kimi öldürüldü, kalanlar da atmışlarına dayadıkları merdiveni hastalıklarla tırmanmaya çalışarak gerilla yürütüyor, gencecik çocukları ölüme gönderiyorlar.
Ama gencecik çocuklar Genelkurmay’ın da açıkça söylediği gibi, dağlara çıkıp vatani görevlerini yapmak için silah altına alınan kardeşlerini öldürmek arzusuyla ölümlerine gitmeye devam ediyorlar.
Nasıl oluyor da geldiğimiz aşamada olayların akışı (mutlaka 12 Eylül’deki halkoylamasının AK Parti’nin elini kolunu bağlıyor olmasının da etkisiyle) PKK’nın eline geçmiş görünüyor? Yirmialtı yıl sonra bugün nasıl oluyor da Ankara, İmralı’da müebbet yatan PKK kurucusu Abdullah Öcalan’ın silahlı ve silahsız takipçilerine ne mesaj vereceğini dikkatle bekler durumda.
Yanıtını bulmak için yirmialtı yıl öncesine, 1984’e dönüp, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın ilk PKK saldırılarına verdiği ‘3-5 eşkıya’ tepkisine bakmak yetmez.
Özal’ın da aktif görev aldığı 12 Eylül askeri hükümeti döneminde yapılanlara, Diyarbakır cezaevindeki akıl almaz işkencelere, 1924 Anayasası’nda ‘Türk denir’ sözcükleriyle bir sıfat olarak yer alan vatandaşlık tanımının 1982 Anayasası’nda ‘Türktür’ diye isim olarak yer alışıyla zirveye çıkan köken inkârına da bakmak gerekir. (12 Eylül’ün askeri yönetiminin o zaman NATO modası olan Sovyetlere karşı İslamizasyon siyasetini nasıl şiddetle uyguladığı ayrı bir bahistir.) Bugünlere kolay gelinmedi; hep birlikte seyrediyoruz.

Devekuşu siyaseti ile

Kahramanlar böyle ölür!

Yakalanması sonrasında Abdullah
Öcalan’ın verdiği ifadelerden bir bölüm:
“1997’de Yunanlı iki istihbarat generali ile silah yardımı ve Lavrion kampının imkanlarından yararlanma karşılığında
anlaştık.
Yunanlı general bizden ısrarla Turizm Bölgelerini vurmamızı ve pilot bölge olarak da Antalya’yı seçmemizi istedi.
Anlaştık ve Antalya’da terör için örgütün seçkin kadrolarından iki grup oluşturduk.
Birinci grubu Tolhildan kodu ile Antalya’nın Kemer tarafına, ikinci grubu da Tandürek kodu ile Manavgat tarafına konuşlandırdık. Hedefimiz Türkiye’nin Akdeniz sahilinde turizmi bitirmekti.”
Tarih: 1997’nin Aralık ayı!
Kemer-Aslanbucak dağ yolunda safari yapan yabancı turistlerin yolu bir grup PKK’lı tarafından kesildi ve örgüt propagandası
yapıldı.

Babamın o yazısı

Geçen gün televizyon kanallarından biri benim “eski Ramazanlarımı” sordu... Anlattım... Bir de her Ramazan anımsadığım babamın bir yazısından söz ettim.
Sözünü ettiğim yazı sadece babamın Edirne’deki ilk hatırladığı Ramazan’ı çocuk gözünden hikâye etmekle kalmaz, yazarlık açısından anlatımı hiç de kolay olmayan bir sahneyi de içerir...
***
O yazının benim anılarımdaki önemi sadece babam, babamın çocukluğu ve yazarlık açısından anlatımı zor bir paragraftan ibaret değildir...
O anlatımı zor sahnenin ağabeyimin bir yazısına da konu olup dolayısıyla bizim ailede kuşaklar arası gizli bir yazı iletişiminin simgesi olmasıdır.
Ağabeyim bunu bir yazısında şöyle anlatmıştı:
“Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam, ‘yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.
Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.
Hala o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.
Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.”

Al gülüm ver gülüm

ENGİN ARDIÇ

 

Bilirsiniz, subaylarımız "plaket" alıp vermeyi pek severler. Vara yoğa plaket alıp verirler: Kolordu komutanının tümen karargâhını ziyareti, tümen komutanının topçu alayını denetlemesi, hani neredeyse alay komutanının avcı taburunu gezmesi, hep birer "plakete vesile" olur.
Böylece bu ziyaretlere ve teftişlere bir "Atatürk'ün bilmemnereye gelişi" tadı da verilir...
Kenan Evren'in deniz ve kum hakkında bir süre tetkiklerde bulunmak üzere askeri kampı teşrifleri gibi... (Muhterem kamp sakinleri, ben de turist çocuğuyum!)
Emekli subayların evleri, aynalı büfenin önüne sıralanmış, varsa kitaplık raflarına dizilmiş, "Nutuk" ile "Şu Çılgın Türkler", bir de "Ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya" önüne yerleştirilmiş plaketlerle doludur... (Eskiden bu kitaplar arasında Doğan Avcıoğlu'nun eserleri de vardı, şimdi pek bulamazsınız.)
"Bu plaketlere harcanan paraya yazık" derseniz sizi vatan haini ilan edecekler de çıkabilecektir.
Subaylar madalya da severler.
Madalyalar içinde en şereflisi olan İstiklal Madalyası'nın apayrı bir önemi ve ağırlığı vardır elbette...
Fakat diğer madalyaların neyi simgeledikleri, neyi ödüllendirdikleri pek anlaşılamaz.
Al örneğin NATO madalyası... Ne yapmış paşa, vurduğu gibi Kızılordu'yu mu dağıtmış?
Laf aramızda: Kanla kazanılmış da olsa bütün Osmanlı madalyalarını bir çırpıda yasaklaması, örneğin Atatürk'ün bile Çanakkale Madalyası'nı bir daha asla takmaması, cumhuriyet rejiminin haksızlıklarından ve ayıplarından biri olmamış mıdır?
Eski Kızılordu komutanları da madalyayı pek severler, pek önem verirlerdi. Fakat işin iyice suyunu çıkardıklarından (Rusya ne de olsa bir Doğu ülkesiydi), üniformalarının ceketlerinde madalyadan boş yer kalmazdı.
Üstelik Rus gelenekleri uyarınca sivil yöneticiler de general sayıldıklarından (Osmanlı'nın "sivil ve başıbozuk paşaları" gibi) onlarda da bir araba madalya...
Eh, ne de olsa dünya savaşı kazanmış, hem Hitler'i yenmiş, hem koca bir imparatorluk kurmuş adamlardı bunlar...
Batı dünyası bu kadar gösteriş sevmediğinden, Batılı subay madalyanın kendisini takmaz, onu temsil eden "renkli şeritler" taşır göğsünde.
Cafcaf, geri kalmış ülkelere özgüdür.
Dün okudum, memur gazeteleri keyifle yazıyorlar, İlker Başbuğ'a yeni bir madalya verilmiş.
Yok canım, Başbakan Erdoğan tarafından değil herhalde!
Güney Koreliler vermişler.
Tongil Liyakat Madalyası!
Efendim bu Tongil, Kore'de bir köy, pirinci meşhur.
İlker Paşa bu köyü komünistlerin elinden mi kurtarmış acaba? Paşa o tarihte ilkokul öğrencisi...
Hayır efendim, bu madalya paşaya "Kore ile Türkiye arasındaki askeri işbirliğinde temel bir rol üstlendiğinden" dolayı verilmiş.
Altmış yıldır Kore'yle aramızda böyle bir işbirliği var da bizim mi haberimiz yok? Kore'de savaşmış olan sevgili Refik Erduran ağabey biliyor mu böyle bir süregelmiş ilişkiyi?
Bilmaiyorsak niçin bilmiyoruz? Cehaletimizden mi, gizli tutulduğundan mı?
Yok yahu, bizim Hava Harp Okulu "öğrenci mübadelesine" başlamış, oymuş mesele...
Pek de "madalyalık" bir tarafını göremedik ama devlet büyükleri herşeyi bizden daha iyi bilirler. Bu durumda hemen Kore Genelkurmaybaşkanı'na da bir Türk madalyası verilmeli, bu madalya Seul büyükelçimiz tarafından kendisine törenle takılmalı ve konunun Kore basınında ilgi görmesi MİT ajanlarımız tarafından sağlanmalıdır.
Paşamızı kutluyoruz. Göğsünü gere gere yeni madalyasını taksın gitsin, Orduevi lokantasının "general bölümüne" otursun.
Orada Hilmi Bey'i görürse de hiç selam bile vermesin! Arkadaşları öyle yapıyorlar ya...

Ben nasıl hayırcı oldum


- Etrafıma şöyle bir bakınca, kıl kaptığım “evetçi” sayısının, kıl kaptığım “hayırcı” sayısından çok fazla olduğunu fark ediverdim. Hemen “hayırcı” oldum.


-  Bazıları işi bir “iman oylaması” olarak gösterip, “Muhterem kardeşim, eğer hayır dersen dinden imandan çıkarsın maazallah” havasını estirince... Hem Müslüman kalınıp hem de “hayırcı” olunabileceğini göstermek için “hayırcı” oldum.
-  “Evet” cephesinin olayı “Ne sihirdir ne keramet / el çabukluğu marifet” ustalığıyla “12 Eylül’le hesaplaşma” noktasına getirmesine sinirlenip “hayırcı” oldum.
-  “Evet” demek kadar “Hayır” demenin de bir hak olduğuna kesin iman etmiştim. Bu yüzden “Hayır diyenler öldü de evet diyenler ölmedi mi?” mesajının altını çizmek için hayırcı oldum.
-  “Hayır dersen PKK’cı olursun” şeklindeki “öcü masalı”nın beni zerre kadar ırgalamadığını göstermek ve “Hayır diyorum ve PKK’cı olmuyorum” diyebilmek için “hayırcı” oldum.
-  “Hayır” oylarının yüksek çıkmasının bugünkü iktidarın demokrasi çerçevesi içinde kalmasına yardımcı olacağını umduğum için “hayırcı” oldum.

MHP’nin intiharı

Milliyetçi Hareket Partisi anayasa değişikliği sürecinde başından beri ciddi hatalar yaptı.
MHP cumhurbaşkanlığı seçimi ve üniversitede kılık kıyafeti düzenleyen anayasa değişikliğinde seçmen tabanını memnun edecek bir tavır almıştı.
Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı seçilmesinden beri yalpalamaya başladı.
Bunda anketlerin de etkisi olabilir, eccinnilerin devreye girmesinin de.
Ancak eccinnilere rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde meclise giren ve Abdullah Gül’ün seçilmesini sağlayan Devlet Bahçeli’nin herhangi bir dış baskıya boyun eğmesini beklemek gerçekçi olmaz.
Bahçeli, adına uygun bir şekilde, devletçi bir yaklaşımla Çankaya’yı elinde tutan, ağır bir çoğunlukla iktidarda bulunan AK Parti’nin yüksek yargıda, dolayısıyla yargıda sözsahibi olması ihtimalinden rahatsız olmuş olabilir.
Ki, bu siyaseten anlaşılabilir bir duruştur.

13 Ağustos 2010 Cuma

İki villa arasındaki 10 fark



- ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: Harbiden villa... BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Villacık...


-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: Çok değerli bir tepede...
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: “Emekli cenneti” denebilecek bir yerde...

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: “Para peşin, kırmızı meşin” durumu söz konusu olmuş.
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Kooperatif dayanışması ve banka ipoteğiyle kotarılmış.

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: Kolayca paha biçilemiyor.
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Kolayca paha biçilebiliyor.

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: Alengirli havuzu az kişi tarafından kullanılacak...
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Alengirli olmayan havuzu çok kişi tarafından kullanılacak.

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA:
İktidarda iken alınmış...
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Muhalefette iken alınmış...

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: Yeterince büyük...
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Yeterince küçük...

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: “Yandaşları” susturmuştu...
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: “Yandaşları” konuşturuyor.

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: Aynısından çok kişide yok...
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Aynısından çok kişide var.

-  ÜSKÜDAR’DAKİ VİLLA: Melih Gökçek’in dolaylı katkısıyla gündeme gelen villa...
BURHANİYE’DEKİ VİLLA: Melih Gökçek’in doğrudan katkısıyla gündeme gelen villa...

Şık bir pozisyon önerisi

Villa değil, kaynağı önemli

faltayli@htgazete.com.tr

13 Ağustos 2010 Cuma

Bir villa tartışmasıdır sürüp gidiyor.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, bir süre önce cengâver gibi ortaya atlayarak Kılıçdaroğlu’nu suçlamaya başladı.
Son iddiası, Kılıçdaroğlu’nun havuzlu villası olduğu.
Kılıçdaroğlu da “Evet havuzu olan bir kooperatif sitesinde villam var. İsteyen gidip görebilir. Başbakan’ın da havuzlu bir sitede villası var. Her ikisini karşılaştıralım” dedi.
Sonra da inşaat halindeki sitenin yönetimine haber vermiş, “İsteyen herkese kapıları açın. Gelip görsünler, fotoğrafını çeksinler” demiş.
Bence siyasette “havuzlu villa” polemiği, geride kalmış olması gereken bir konu.
Bir liderin havuzlu villası da olabilir.
Önemli olan “neyi” olduğu değil, “nasıl” olduğudur.
Kayıtlı, vergisi ödenmiş, kazanılmış ve bildirilmiş parayla, açık kazançla, “helal” parayla alındıktan sonra isterse “yalısı” olsun.
Kimseyi ilgilendirmez.
Dediğim gibi, yeter ki “vergilendirilmiş, kaynağı belli” kazançla edinilmiş olsun.
Havuzlu villa sahibi olmak siyasette bir ayıp değil, olmamalı.
Fakir fukaradan yana olmak için de ille fakir fukara olmak gerekmiyor.
Kılıçdaroğlu zengin değil ama fakir fukara da değil.
Başbakan Erdoğan da fakir fukara değil. Onun da havuzlu villası var. Bu onun fakir fukarayı düşünmesini engelliyor mu? Ya da engeller mi?
Diyorum ya, bir siyasetçinin, bir liderin yalısı da olabilir. Yeter ki, kaynağı belli parayla alınmış olsun.
Ve bizim memleketin seçmeni bu işlere hiç ama hiç bakmıyor.
Hatta kaynağı belirsiz olsa bile pek bakmıyor.
İşte Cem Uzan örneği.
Birkaç ayda parti kurdu. Neredeyse barajı aşıyordu.
Ona oy verenlerse şöyle diyordu: “Abi helal olsun. Adam Amerika’yı bile dolandırmış. Oyum ona.”
Siyasette artık villa, havuz edebiyatı tutmaz.
Fazlası bile tutmuyor. Gördük.

Atatürk'ün büyümek için başka çaresi yok

Üç general için özel inceleme

13 Ağustos 2010

Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantısında haklarında yakalama kararı olduğu için terfi işlemleri yapılmayan üç generalin bir üst rütbedeki görevlere vekâleten atanmalarının “terfi işareti” sayılabileceğini dün yansıtmıştım.
Bu generaller; siperde Başbakan Tayyip Erdoğan’a brifing veren Hakkâri 3. Piyade Tümen Komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya, Foça Jandarma Komando Okul Komutanı Tümgeneral Halil Helvacıoğlu ve Gölcük Hücumbot Filo Komutanı Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu’ydu.

Gönül: “İncelettiriyorum”
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e, dün söz konusu komutanların hukuki durumunu sordum. Şu yanıtı verdi:
“Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyoruz. TSK tarihinde daha önce örneği yok. Bu üç komutanın sicilleri terfiye uygun. YAŞ toplantısında terfiye uygun oldukları tespiti yapıldı. Bir başka ifadeyle durumları ‘terfi eder’ biçiminde belirlendi. Ancak haklarında yakalama kararı olduğu için bizim bu ‘terfi eder’ kararını, kararnameye dönüştürüp, terfi işlemini tamamlamamız mümkün değildi. Bu nedenle yeni görevlerine vekâleten atanmaları bir mecburiyetti. Şimdi ise haklarındaki yakalama kararları kaldırıldı. Bu halde ne yapılması gerekir? YAŞ’ta bu generallerle ilgili ‘terfi eder’ tespiti yapıldığı için yeniden YAŞ’ı toplamaya gerek yok. Ne yapılması gerektiği konusunda hukukçulara bir inceleme yapın talimatı verdim. Şimdi Milli Savunma Bakanlığı hukukçuları inceliyorlar. Çıkacak raporu değerlendireceğim.”

Terfi edebilirler

Olmadı sayın bakan

USAK Genel Koordinatörü Doç. Dr. Sedat Laçiner’in Bugün Gazetesi’ne yaptığı Heron açıklaması çok dikkat çekiciydi. Terörle mücadelede kullanılan insansız hava aracı Heron görüntülerinin yazılım programı nedeniyle önce İsrail’in eline geçtiğini belirten Laçiner, önemli bir iddiada bulundu.
Dedi ki: “İsrail isterse o görüntüyü durdurabilir. Bugüne kadar bir kez durdurdu. Ne zaman? İskenderun’da deniz üssüne saldırı yapıldığı gün, biz göremedik. İsrail durdurdu.”
Hatırlatalım, PKK’nın Akdeniz kıyısındaki İskenderun saldırısı ile İsrail’in Akdeniz’in ortasındaki Mavi Marmara gemisine kanlı baskını eş zamanlıydı. İki saldırı arasında paralellik olduğunu gündeme getirdiğimizde, ilk tepkiyi PKK göstermişti.

Bu Süheyl’den çok ekmek çıkacak!

Bu Ramazan sıcağında hiçbiri çekilmez ama ekmek parası, naçar katlanacağız.
Konu ne?
Değerli “anayasa hukuku profesörü” ve CHP’nin çiçeği burnunda MYK üyesi Süheyl Batum, bir yerlerde şuna benzer laflar etmiş: “Biz iktidara geldiğimizde yargılayacağız dedik diye, Yaşar Büyükanıt’a ve e-muhtıraya sahip çıktılar...”
Motamot böyle değil de, buna yakın laflar...
Bizi kastediyor...
Hadi biraz alınganlık göstereyim: Beni kastediyor...
Hani, birdenbire anti-militarist ve “Yaşar Büyükanıt düşmanı” kesilmiş, ben de “Daha önce seni hiç bu kadar ateşli görmemiştim Süheyl” diye laf çakmıştım ya, herhalde onun intikamını alıyor.
Ellemeyin alsın...
İktidara geldiklerinde Yaşar Büyükanıt’ı yargılayacaklar mı, hiç emin değilim... Fakat, “e-muhtıra”yı ve Yaşar Büyükanıt’ı sahiplenen kim, önce bunu açıklamalıdır.
Kendilerini mahkeme, savcı, şu bu sanıyor olabilirler ama yargılama hakları varsa, iktidara geldiklerinde Yaşar Büyükanıt’la birlikte CHP çoğunluğunu da ele almaları gerekecek.
Mesela, Onur Öymen ve Nur Serter hakkında fezleke hazırlatıp TBMM Başkanlığı’na göndermeleri icap edecek...
İkisi de e-muhtırayı kalpten desteklemişti çünkü...
İlki, “Genelkurmay’ın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir. Altına imzamızı atarız. Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz” demişti... İkincisi de, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu 27 Nisan’da bizim sesimizi duymuş, bizim sesimize sahip çıkmış, demokrasiye sahip çıkmıştır. 27 Nisan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek iradesine sahip çıkmıştır”  buyurmuştu.
Ben mi?
Ben e-muhtıranın “suç” olduğuna hep inandım... Hâlâ inanıyorum...
Bunu da, hem muhtıra esnasında, hem de izleyen günlerde yazdım...
İşte gene yazıyorum: Bu muhtıranın “metin yazarı” olduğunu söyleyen Yaşar Büyükanıt suç işlemiştir ve derhal yargılanmalıdır. Bu muhtırayı Genelkurmay’ın internet sitesinde mahfuz tutanlar da suça ortak olmaktadırlar. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yeni bir dönemi başlatacak olan (tabii, böyle bir şeye niyeti varsa) Orgeneral Işık Koşaner’in yapması gereken ilk iş, o metni oradan kaldırmak olmalıdır.
Tekrar Süheyl’e dönelim...
Önüne gelene “Zerdüşt” ve “Sazan” diye hakaret eden nezaheti kendinden menkul Süheyl Batum, “yargılama” iddiasında (ve tabii Yaşar Büyükanıt düşmanlığında) ciddiyse, önce Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın akıbetini kurcalamalıdır.
Sarıkaya, tam da Süheyl Batum’un yapmak istediği şeyi yaptı.
Bir iddianame hazırladı.
Büyükanıt’ı da “sanık” listesine yazdı.
Sonra ne mi oldu?
HSYK’nın kararıyla, hem meslekten atıldı, hem de avukatlık hakkı elinden alındı.
Batum üç şey yapabilir:
BİR- Büyükanıt’ın “sanık” olarak yer aldığı iddianamenin peşine düşebilir. Ki, mahkemece kabul edildiği için, “hukuken” geçerliliğini korumaktadır.
İKİ- HSYK’nın “hukuk dışı” tasarruflarını teşrih masasına yatırabilir. Kenan Evren ve Sacit Kayasu olaylarına girebilir... “16 Mart davasını” sorgulayabilir... Filan...
ÜÇ- Ferhat Sarıkaya’nın mesleğe dönmesini sağlayarak, yargılamaya can attığı Yaşar Büyükanıt’ı onun adil ellerine teslim edebilir.
Bunu yapsın, ilk seçimde oyum CHP’ye...
Delikanlı sözü!

12 Ağustos 2010 Perşembe

Erbakan'ı genç bir teğmene tokatlatacaklardı

TRT Haber'de dün gece Rıdvan Memi'nin Kozmik Oda programına konuk olan Tansu Çiller'in 'Kara Kutusu' olarak tanınan eski danışmanı Şükrü Karaca, çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Zaman

Erbakan'ı bir teğmene tokatlattıracaklardı"

28 Şubat sürecinde Erbakan'ı istifa etmeye ikna eden isim olan Şükrü Karaca, bunu da "siyasi onurunun zedeleneceği olaylara maruz kalabileceği" uyarısıyla yapmıştı. Karaca, Kozmik Oda programında Erbakan'a söylediklerinin blöf olmadığını söyledi. "Başbakan'ı istiskal edeceklerdi" diyen Karaca, Rıdvan Memi'nin ısrarla bunun içeriğini sorması üzerine şunları söyledi: "İstifa etmediği takdirde Erbakan'ı genç bir teğmene tokatlatacaklardı örneğin. Bunu kameraların karşısında herkesin gözü önünde yaptıracaklardı. Bu bu açıklıkta söylemedim Erbakan'a, ama anladı ve bu noktadan sonra istifa etti"

"Koç Ailesi Çiller'den sübvansiyon istedi"

Karaca, Tansu Çiller'in medya patronlarını hedef alan 1997 Sultanahmet konuşmasının bir sürecin sonucu olduğunu söyledi. Kavganın çok önce başladığını belirten Şükrü Karaca, meselenin birilerinin istediklerini alamaması olduğunu söyledi.

Ergenekonluk Genelkurmay Başkanı

behic@yenicaggazetesi.com.tr

Simdi sanırım şöyle olacak..
Hal ve gidişe göre önce Hasan Iğsız’a yapışılacak!..
Sanırım, İlker Başbuğ da “nasip” kapsama içine girebilir...
Bu durum artık böyledir.. Askerin rütbe gelişimi gelişmedir.. General, Orgeneral Genelkurmay Başkanı, Silivri Koğuş Komutanı.. Ergenekon!..
Yani geçmişteki sözlerini hatırlayınca, müstakbel Genelkurmay Başkanı için de “gidiş” böyle olabilir!..
Koşaner Komutanın geçen yıl söylediklerinin bir bölümünü dün aktarmıştım..
Bakın o sözlerin devamı da şöyledir..
“Tüm çabalara karşın, sağlam bir Atatürk Milliyetçiliği ve Atatürkçü düşüncenin var olması ve Cumhuriyetin anayasal kurumlarının ulusal çıkarlardan ödün vermeyen kararlı duruşu, ülkemizin küresel sistemin egemenliğine tam olarak girmesini önlemiştir. Cumhuriyetin, devrimlerin, varlığımızın ve geleceğimizin korunmasının  tek yolu Atatürkçü düşünce sistemidir.”
Biz demiştik ki dün; “Bu komutan bu iktidara uyar mı?” sözlerini aktaralım da karar verin..
“Laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşıdır. Türkiye’nin varoluş felsefesidir. Anayasal düzenimizin temelini oluşturur. Demokrasi, ancak, devlet ve toplum düzeninin akla ve bilime dayalı olması şeklinde ifade edilebilecek laiklik sayesinde kurulup yaşatılabilir...”
Yani “böyle mi düşünüyor onlar?!!”

Kılıçdaroğlu çalışsın öbürleri yatsın

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu çok çabalıyor. İl il, ilçe ilçe hatta mahalle mahalle dolaşıyor; insanlara sesleniyor; onlardan destek istiyor.
Peki ya örgütü?
Kimse kusura bakmasın, kızsalar da doğruyu söyleyeceğim: Örgüt; klimayı açmış, ayağını uzatmış serinliyor.
İstanbul'da şöyle bir dolaştım: İl Başkanı Berhan Şimşek kendini paralasa bile alt kademedekiler laf olsun diye ara sıra partiye uğruyor; bir iki sohbet ediyor; sonra eyvallah...
Diğer iller daha mı iyi durumda? Ne gezer... Oralar, İstanbul'dan bin beter...
Nerede pankartlar, flamalar? Sokakta niye yok CHP?
Genel başkan güneş altında, ter içinde... Onun partilisi, il başkanı, ilçe başkanı, milletvekili ise geçmiş televizyonun karşısına, önünde soğuk içeceği Kılıçdaroğlu'nu seyrediyor.
Güneş altındaki genel başkan AKP'ye bindirdikçe serin odada televizyon seyreden CHP'li alkışlıyor. Haklarını yemeyelim; CHP'liler hiç değilse; bunu yapıyorlar.
Ya AKP'liler?
Onlar sahaya inmişler; güneş altındalar. Ellerinde evet broşürleri; bunları dağıtıyorlar. İstanbul'da merkez noktalara portatif araçlar koymuşlar; buralarda propaganda yapıyorlar.
'Efendim, onların imkanları var. Devlet AKP'nin elinde...'
Bu söz, tembel CHP'linin kendisini kandırma sözüdür...
Partiye inanan insan; imkanları kendisi yaratır... CHP'liler ise tembel ve inançsız oldukları için böyle bir gerekçe yaratıp yatmaya devam ediyorlar.
***
Bir sözüm de CHP gençlik örgütüne...
Arkadaşlar; nerelerdesiniz?
En önemli olaylarda bile sesiniz soluğunuz çıkmıyor.
Siz de mi tembel ağabeyleriniz gibi gerekçeler uyduracaksınız? Hiç değilse şu bomboş duvarlara; sprey boya ile birkaç slogan da yazamaz mısınız? Bunu yaptınız da elinizi kim tuttu?
CHP'li gençleri daha atak, daha duyarlı, daha devrimci olmaya davet ediyorum...
***

Bonjur Bay... Mil mersi Bayan...

Bir "otuzlu yıllar" soytarılığıdır yukarıda okuduğunuz başlık.
Şaka gibi gelir, ya da "uyuzluk olsun diye yazarın zorlaması" sanabilirsiniz, değildir.
Böyle konuşulmuştur ve gülünç olunmuştur.
"Bay" ve "bayan" gibi tanımlar hele "Osmanlı" isimleriyle birlikte kullanılınca soytarılığın doruklarına çıkılmıştır:
"Bonjur Bay Lütfullah Celadettin... Koman-t-ale vu?"
"Mil mersi Bayan Melahat Şakir... E vu?"
(1934 yılına kadar soyadı yok ya... Şapka var, soyadı yok.)
Gayret "asrilik" gayretidir. O zamanlar çağdaşlığa "asrilik" denirdi.
O kadar ki, ortalığı bir sürü "asri kebapçı", "asri kıraathane", "asri lostra salonu" kaplamıştı.
Ne var ki, emir ve komuta zinciriyle bir çırpıda insanların dilini bile değiştirebileceğini sanan kafa, "hitap şekillerini" haydi haydi değiştirebileceğini düşündü.
"Monsieur" ya da "Madame" benzeri olsun diye "Bay" ve "Bayan" icat edildi.
"Efendi, bey, paşa, ağa" gibi hitap şekilleri emirle ortadan kaldırılmıştı ya, artık herkes bay ya da bayan olacaktı.

İki Kemal Kılıçdaroğlu

Bütün bu hayhuy 12 Eylül günü yapılacak halkoylamasının sonuçları açıklandığında bitecek; sonucun 'Evet' çıkması halinde sevinecek olanlar arasında ben de varım. Sınırlı tutulmuş değişiklik maddeleriyle, Türkiye, demokrasiyi özümsemiş, insan haklarını üstün tutan, güvenlik devleti anlayışından hukuk devleti anlayışına geçmiş bir ülkeye derhal dönüşmeyecek elbette; ancak değiştirilen anayasa maddeleri sayesinde o yönde ciddi bir adım atılmış olacak...
Sandık sonucunun 'Evet' çıkması durumunda üzüleceğim bir nokta var: Kemal Kılıçdaroğlu'nun kısa ikbali...
CHP'nin yeni genel başkanının da fark edilsin diye özel bir çaba harcamadığı bir gerçek hayhuy içerisinde gözlerden kaçıyor. Kılıçdaroğlu, dünyanın gittiği istikameti doğru okumak gibi bir derdi olmayan ideolojik at gözlüğü takmış bir kadronun partisi olan CHP'yi, günün şartlarına uygun bir 'sol' parti haline getirmek niyetinde. Girişimciliği önceleyen, yasakları yasaklamayı düşünen, özgürlüklerle barışık bir CHP'ye geçiş niyeti olduğunu hissettiriyor Kılıçdaroğlu...

Koşaner ve Özel hakkında düşünceler

Org. Işık Koşaner Genelkurmay Başkanı oluyor. Çok beklenmedik bir başka gelişme ortaya çıkmazsa, ondan sonra Org. Necdet Özel bu makama gelecek. Jandarma Komutanlığı görevini teslim alan Necdet Özel'in sözleri, demokratik hukuk devletine bağlılığını gösterir mahiyetteydi. Aynen şöyle diyordu: "Bölücü terörle mücadeleyi tamamen hukuk kuralları içinde yürüttük. Hukuk dışı hiçbir faaliyete yer vermedik. Basında yer alan her iddiayı, büyük bir ciddiyetle ve duyarlılıkla inceledik, soruşturduk, ilgili makamları bilgilendirdik. Hiçbir şeyin üstünü örtmedik; bunun huzuru içindeyim. Birkaç talihsiz kaza dışında sivil vatandaşlara yönelik olumsuz hiçbir faaliyet olmadı."