27 Temmuz 2010 Salı

Dert bir değil elvan elvan

 
EVET/HAYIR referandumu gayet şenlikli ve civcivli geçeceğe benziyor.
Kimi Dersim’den vurup Kerbela’dan çıkacağa benziyor...
Kimi, Ergenekon’dan vurup, Ötüken’den çıkacak gibi...
Kimi, Diyarbakır’dan vurup İmralı’dan çıkmanın hesabında...
Yandaş ıvır/zıvır takımları ise kampanyanın tuzu-biberi, turşusu olacak...
Yoldaş medyanın oydaş gevezeleri muhalefet bezirganlarına kalburla su taşımak gibi bir büyük vatan hizmeti yapmaktan geri durmayacak...
Meyhane kabadayısı ağzıyla bas bas bağıran, yırtınan Türk büyükleri(!) yemini billah edecekler:
- Seni kulaklarından tutup Yüce Divan’a götürmezsem bana da askeriye hayranı demesinler...
- Seni ayaklarından asmazsam doğmadık çocuklarımın ölüsünü öpeyim...
- Seni kaçtığın yere kadar, dünya olsun, ahiret olsun kovalamazsam ve yakalayınca bacaklarını ayırmazsam bana da OHALCI demesinler...
- Seni ve senin dostlarını, sevenlerini, et çekme makinesinde kıyma yapıp Kerbela kedilerine yedirmezsem, bana Evlad-ı Resul’luk, Nasreddin Hoca torunluğu, Ahmed-i Yesevi ahfadlığı haram olsun...
- Seni mutlaka ve kesinlikle İmralı adasına kapatıp gün yüzü göstermeyeceğiz... Eski önderimiz, yeni minderimiz bize haram olsun ki göğsünde sinsin ateşi yakacağız...
Daha çok iddialar var bohçalarda...

Nezaketsiz demişler... Çok umurumdaydı!



Kızıyorlar... Üslubumdan hoşlanmıyorlar... “Nezaketsiz” diyorlar... Olabilir... Herkesi memnun edecek bir yazı dili henüz icat edilmedi.
Bir taraftan da haksızlık ettiğimi düşünüyorlar.
Kemal Kılıçdaroğlu’na “Etro” sıfatını yapıştırmış olmamdan rahatsızlar ve bunu (bu çocukça lakap yapıştırma telaşını) “benim gibi bir entelektüele” (öhö) yakıştıramıyorlar. Estağfurullah.
Entelektüel filan değilim... Hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmadım. Hele “senin gibi” dedirtecek bir davranış içinde hiç olmadım. Tövbe...
Peki, neyim?
Bir okuryazarım. Ekmeğimi yazdıklarımdan kazanıyorum.
Hadi gönlünüz hoş olsun, “yandaşım...” Bu hükümetin politikalarını destekliyorum. Kılıçdaroğlu yapsın, onu da desteklerim. Bundan da hiç rahatsız olmam.
Hem, entelektüelliği kim kaybetmiş ki...
Entelektüel deyince benim aklıma Paul Nizan ve Özdemir İnce geliyor.
Nizan, esasında bir sanatçıdır.
Entelektüel derinliği olan bir sanatçı...
Faşizme ve kolonyalizme karşı tutumuyla dillere destan olmuş bir sanatçı...
Bilenler bilir, biraz öfkeli bir adamdı.
Öfkesi ve celadeti başına işler açtı. Ne faşistlere yaranabildi, ne de komünistlere...
Esasında, Fransız entelijansiyasının bilinçaltındaki faşizmi ve statükoya olan gizli hayranlığı deşifre ettiği için gözden düşmüştü. Ama sıkı bir entelektüeldi. “Bilgiyle ve sezgiyle” kalkıştığı için entelektüeldi. Zamanında anlaşılamadı. Anlaşılamadan gitti. Hâlâ da anlaşılabilmiş değil. Özdemir İnce de bir sanatçı...
Kötü şiirler yazmıştır ama bir sanatçıdır...
Entelektüalizmle irtibatlandırılan bir sanatçı üstelik...
Bilgiyle ve sezgiyle kalkıştığını zannediyor ama kafasındaki dogmaları aşamıyor. Biraz statükocudur. Çokça kurulu düzen yanlısıdır. Okuryazar olması, literatüre vukufiyeti, estetik alanına ait bazı kavramları tüketmesi durumunu değiştirmiyor.
Dünya durdukça yaşayacak “Fesat”ı entelektüel yazar Paul Nizan yazmıştır... Entelektüel yazar Özdemir İnce de Türkçeye çevirmiştir. Daha doğrusu Nizan yazmış, İnce bozmuştur.
Nizan’ı hangi gerekçelerle entelektüel sayıyorsak, Özdemir İnce’yi de o gerekçelerle entelektüel sayamıyoruz.
Lakap yapıştırma meselesine gelince...
Doğrudur... Yaptığım iş, nerden bakarsanız bakın, çocukça.
Fakat, bunu “benim gibi bir entelektüele” yakıştıramayan arkadaşlar, neden dönüp de koruma çemberine aldıkları adamın söz ve davranışlarına bakmıyorlar?
Kemal Kılıçdaroğlu’ndan söz ediyorum...
Hani, “sakin güç”, “efendi adam”, “nezaketli politikacı” dolduruşuyla siyaset piyasasına salınan Kılıçdaroğlu...
Kaç gündür miting konuşmalarını izliyorum... Sakin güç Kılıçdaroğlu gitmiş, öfkesi ve celadeti paçalarından akan bir “tuhaf adam” gelmiş...
Nezaket ve efendilikten ise eser yok...
Bodoslamadan gidiyor...
Mesela, “kıvırma Recep” diyor, “kalpazan Başbakan” diyor, “sen kim yiğit olmak kim” diyor, “haramzade” diyor, “adam ol” diyor.
Diyor da diyor...
Espri vehmedip diline pelesenk ettiği “Recep bey” söyleminden de vazgeçmiş... Artık doğrudan “Recep” diyor... Söylemini tekâmül ettirmiş yani. “İlericilik” dedikleri böyle bir şey galiba...
Şimdi ben bu adama “Etro” dedim diye “nezaketsiz” ve “ağzı bozuk bir yazar” oluyorum... Öyle mi?
Olayım hadi...

Paşa yakalamaca...

bcoskun@htgazete.com.tr

27 Temmuz 2010 Salı, 11:10:48

Paşanın görevi, kaçanları yakalamaktı...
Ama “kaçacak” diyerek paşayı yakaladılar...
Ya kaçanlar?..
PKK’lı teröristler sınır kapısında davulzurna ile karşılandıkları gibi, geçen hafta aynı kapıdan hayır dualarla ve törenle dağa uğurlandılar...
Çünkü terörle mücadele eden paşayla ilgili “Kaçma ihtimali var” kararı vardı... Ama PKK teröristleri ile ilgili “Kaçma ihtimali var” kararı yoktu...
Böylece; terörle vuruşan paşa hapishaneye kapatılırken, terörist elini kolunu sallayarak selametle dağa döndü...

Şimdi biz kerizler de gazetelerde televizyonlarda-evlerde-kahvehanelerde çene yorup soracağız:
Terör nasıl önlenir?..

‘Vaka-i Hayriye’ tamam şimdi sıra Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’de

Zaman Gazetesi yazarı Profesör Mümtazer Türköne “Ordunun fesat yuvası haline geldiğini ve artık yeni bir ordu kurulması gerektiğini” yazdığında açıkçası bunu bir “şaka” gibi değerlendirmiştim. Hatta yazdığım yazıda orduya bu kadar hakaret edilmesini de eleştirmiştim. Yine de yazımın sonunda “Yazan kişinin kim olduğuna bakınca, bunun hayata geçirilmesi için hazırlıklar yapıldığı gerçek olabilir” yorumunu eklemiştim.

Çünkü kim olursa olsun Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında bu kadar iddialı ve ağır bir yazı yazacağını pek düşünmüyordum. Korkulacağı için değil, ülke güvenliği ve esenliği için sakıncalı olacağını düşündüğüm içindi.

Mahkemenin 28’i muvazzaf general/amiral olmak üzere 102 kişi hakkında “yakalama” emri çıkarmasından sonra Türköne’nin yazısının hiç de şaka olmadığını, hatta bununla ilgili yazımın sonundaki yorumun da doğru olduğu yolundaki görüşüm daha netlik kazandı.

Anlaşıldığı kadarıyla ordu içinde çok ciddi bir tasfiyeye gidiliyor. Türköne’nin tanımındaki gibi “fesat yuvası haline gelen ordu” ortadan kaldırılmıyor ama, iktidarı rahatsız eden tüm unsurlar yok ediliyor.

AKP ve yandaş medya çok uzun süredir Silahlı Kuvvetler üzerinde spekülasyonlar yaratıyor, ordu karalanıyor, aşağılanıyor. “Darbe paranoyası” yaratılarak bu görüşlere kamuoyunun da ortak olması sağlanmaya çalışılıyor.

Demokratik hukuk devleti kuralları içinde, bu yıpratmalara karşı Silahlı Kuvvetler’in etkisiz ve yetersiz kaldığı da net biçimde görülüyor. Hele son dönemlerde ordunun en üst yönetimini elinde tutan komutanların çekingenliği, basiretsizliği de buna eklenince ordunun ne saygınlığı ne de güven vericiliği kaldı.

Mevlana’yı yasaklayalım!

atasciyan@stargazete.com

Mevlana’yı yasaklayalım! Verdiği öğütlerle kötü örnek oluyor bize!
“Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol” diyor...
Tırmanan terör, anayasa değişikliği için referandum, 12 Eylül ile 30 yıl sonra hesaplaşma, Balyoz davasında yeni gelişmeler derken ülkede yine sinirler gerildi. Bugüne dek hiç saygı duymamış olanlar ifade özgürlüğü kavramını kullanıp savaş çağrılarında bulunuyor.
“Şefkat ve merhamette güneş gibi ol” diyor... 
Seksenli yıllarda bile idam cezasının kaldırılması için imza toplanan Taksim Meydanı’nda “İdam cezası geri gelsin” diye imza toplanıyor! Birileri çıkıp çenesi çok kuvvetli olduğu için saldırısından korkulan köpek cinslerinin mayın tarlalarına salınmasını önerebiliyor!
 “Hoşgörürlükte deniz gibi
ol” diyor...
Kendine milliyetçi, yurtsever, anti-emperyalist diyenler kin ve düşmanlık kusuyor. Medya çoktandır şiddetin dilini benimsedi ve diyalog kurmak yerine polemik yaratıyor.
Kültür sanat dünyası bile ortamdaki cereyana kapıldı! “Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol” dior Mevlana... Bir tartışma, bir ihtilaf, bir saygısızlıktır gidiyor... Müzisyenler, mizahçılar, hatta sinema yazarları pusulayı şaşırdı!
Ve Mevlana “Gel, gel, ne olursan ol yine gel” diye çağırıyor herkesi...
Penguen mizah dergisine kendisini hayvan olarak karikatürize ettiği için dava açan Başbakan’ın, simgesini ve adını bir hayvandan alan bu mizah dergisine tahammül göstermesi gerektiğini düşünmüştük. Oysa aynı Penguen Başbakan’ı Türkiye’nin Arap dünyasıyla yakınlaşma politikası yüzünden Arap giysileri içinde karikatürize etti... Türk değil Arap olduğunu ima ederek ırkçılığa kaydı!
“Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol” diyor Mevlana...
Fazıl Say ise arabesk furyasını facebook’ta “Arabesk yavşaklığından utanıyorum” gibi sert bir ifadeyle eleştirdi. Kullandığı “yavşak” sıfatı savunduğu yüksek kültüre ne kadar yakışıyor kendi takdiridir! Fakat bu ağır eleştiri üzerine ne hasta olduğu bırakıldı ne faşist! Hülya Avşar’dan takma ad kullanan köşe yazarlarına birçok kişi Fazıl Say’ın kişiliğine yüklendi. Arabesk yerine sövgüler tercih edildi.
Mevlana “Adam savaşmakla çetin er sayılmaz, öfkelendiği zaman kendini tutabilendir çetin,” diyor.
Kelebek yazarı Ömür Gedik, Jennifer Lopez’in KKTC konserini bu ülkede insan hakları ihlalleri olduğu iddiasıyla reddetmesine pek sinirlenince kızları askere alsalar Batıya, Doğuya saldıracağını ilan etti! Sinema yazarları, Engin Ertan’ın uyarısıyla kendi mail gruplarında “savaş yanlısı” olmayı uzun uzadıya tartıştı. Uğur Vardan’ın Gedik’in Sinema Yazarları Derneği - SİYAD’dan çok Militer Yazarlar Derneği - MİYAD’a yakıştığını Radikal’de yazması ve SİYAD yönetiminin dikkatini çekmesi ise meşhur polemikçiler tarafından fikir özgürlüğüne saldırı diye nitelendi!
“Aklın varsa bir başka akılla dost ol da işlerini danışarak yap” diyor Mevlana...
Atatürk Kültür Merkezi 2008 yılı ortasından beri kapalı. Kültür Sen,  Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın onarım projesine karşı dava açıp yürütmeyi durdurma kararı aldırdı. Ardından mahkeme projeyi iptal etti. Kültür Sen yeni projenin onaylanmasına rağmen AKB Ajansı’nın onarımı başlatmaması üzerine pek çok kültür kurumunun da desteğiyle AKM önünde suç duyurusunda bulundu. AKB de Kültür Sen davadan çekilmediği için onarımın başlamadığını açıkladı.
Yasaklayalım Mevlana’yı. Bize kötü örnek oluyor!
“Ne kadar bilirsen bil söylediklerin karşındakilerin anlayabileceği kadardır,” diyor.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

"Artık hiçbir sınır güvende değil"

Biliyorsunuz, Uluslararası Avrupa Adalet Divanı geçtiğimiz günlerde birçok ulus devlet yönetiminin yüreğini hoplatacak bir karar verdi.
Birleşmiş Milletler'in en yüksek yargı organı Lahey Adalet Divanı, Kosova'nın 2008 yılında ilan ettiği tek taraflı bağımsızlık kararının 'meşru' olduğuna hükmetti.
Kararın önemi, Lahey'deki mahkemenin 'coğrafi bir bölünme' konusunda aldığı 'ilk karar' olması... Dolayısıyla toprak bütünlüğünden emin olmayan birçok ulus devlet telaşa düştü: "Ya bizimkiler de ayrılmaya kalkarsa..."
Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Jeremic'in karardan önce yaptığı şu uyarı "ortak korku"yu iyi ifade ediyordu bana kalırsa: "Mahkeme tek taraflı bir ayrılığın meşruiyetini desteklerse, dünya üzerinde içinde ayrılıkçı isteklerin barındığı hiçbir sınır artık güvende olmayacak."
İşte ulus devlet yöneticilerinin en büyük yanılgısı da bu zaten...

İdamlara kimler parmak kaldırdı?

ekarakas@stargazete.com

12 Eylül’de yapılacak anayasa değişikliklerine ilişkin referandum 12 Eylül günlerini tekrar tartışma ortamına taşıdı. 12 Eylül 1980’in tartışılması ise kaçınılmaz bir biçimde idam cezalarını ve infazları.
Türkiye’de idam cezası 2002’de kaldırıldı.
Daha öncesinde de belirli bir süre moratoryum uygulandı ve infazlar gerçekleşmedi.
Ancak, idam cezası denen çağdışı, korkunç uygulama onyıllarca bu ülkede uygulandı.
Hakimler idam cezaları verdiler, kalemlerini kırdılar.
Hakimlerin bu idam cezası kararları infaz öncesi TBMM’ye geldi, TBMM’de milletvekilleri parmaklarını kaldırdılar ve infazlar ancak bu parmak kaldırma eylemi sonrası gerçekleştirilebildi.
1961 Yassıada idamlarının siyasi hayatımızda özel bir yeri var.
Üç bizden, üç de sizden diye infaz edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da.
İdam cezası yani devletin yasal bir biçimde adam öldürmesi korkunç bir ilkellik.
Çağdaş bir hukuk devletinde bu cezayı savunanlar da ilkellerdir.
Siyasal mitinglerde kürsüden ip atanlar da ilkellerin en ilkelleri.
Bu yazımda güncel idam tartışmalarına (!) değil ama biraz daha geçmişe gitmek istiyorum.
Yukarıda değindiğim gibi geçmişte mahkemelerin verdiği idam cezalarının infazı ancak TBMM onaylar ise mümkün olabildi.

Kim bunlar?

 
Son günlerde internete düşen kasetlerdeki konuşmalara bakıyor musunuz? Dil, üslub, konu, mantık, ahlak, hukuk; hangi açıdan bakarsanız bakın felaket bir durum söz konusu..
Kim bunlar? Nasıl böyle bir çatı altında varlıklarını sürdürebiliyorlar?
Burası bir bitirimhane mi, yoksa milletin gözbebeği, ülkenin güvenliğinin emanet edildiği bir kurum mu?
Ne arasanız var..
“Bornozlu amiral” hikayesini mi dinlersiniz, yolsuzluk hikayesini mi, yoksa cinayet planını mı? Niye sağdan soldan bomba fışkırdığı şimdi daha iyi anlaşılıyor.. Sahi denizaltına o patlayıcılar kim tarafından, nasıl yerleştirilmişti? Faili meçhuller kimin eseri idi? O “Bizim” “İyi çocuklar” neyin nesi idi?

Balyoz ve tutuklamalar

23 Temmuz akşamı, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Balyoz şüphelisi 102 kişinin gözaltına alınması kararını verdi. Balyoz davası, tutuklama ve tahliyelerle anılan bir dava oldu. İlk defa 12. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Oktay Kuban, 19 Balyoz sanığını bir kalemde tahliye etmişti (26 Mart 2010). Ama savcılığın itirazı üzerine, tahliye kararını veren Kuban'ın görev yaptığı mahkeme, diğer üyeleriyle toplandı ve yeniden tutuklama kararı verdi.
Balyoz sanıklarının ikinci defa topluca tahliyesini ise, 9. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Yılmaz Alp sağladı. Sanıklar, onun nöbeti sırasında müracaat ettiler; ilk başta 6 kişi (1 Nisan 2010), bilahare 12 kişi (23 Haziran 2010) serbest kaldı.

Çocuğunuza Tanrı'yı nasıl anlatırsınız

esafak@htgazete.com.tr

26 Temmuz 2010 Pazartesi
 

Ben çocukken bana Rab ne zaman katı yasaklarla, korkularla, günah ve cehennem mefhumuyla anlatılmışsa konudan uzaklaştığımı; ne vakit aşkla, muhabbetle, şefkatle anlatıldıysa ve daha yakından düşünmeye teşvik edildiysem merakımın ve sevgimin arttığını hatırlıyorum.

Büyümek, merak duygusunu günbegün yitirmek demek. Her geçen gün biraz daha azalıyor sorularımız, bir parça daha eksiliyor hayata dair merakımız. "Neden?" diye sormaz oluyoruz artık. Halbuki en temel soru. En yaşamsal. Yaşama en çok bağlayan.
Çocukluk, merak duygusunun en diri, en zinde olduğu dönem. "Kar soğuk" diyorsun. "Ama neden?" diye soruyor çocuk. "Gece karanlık" diyorsun. "Peki neden?" diye bakıyor çocuk. "Dünyanın her yerinde savaşlar, açlık, afetler, hüzün var" diyorsun. "Neden neden?" diye soruyor hemen. Gel de anlat. Kendine de ona da. Bir çocuğun penceresinden bakınca dünyaya, insan kendi cehaletiyle yüzleşiyor aslında. Yıllanmış, kabuk tutmuş bir cehalet. Üstü zamanla örtülmüş, ince bir toz bulutuyla kaplanmış. Soru sormadan, zerre kadar anlamadan olduğu gibi ve sırf kolayımıza geldiği için öylece kabullendiğimiz nice şeyi yeniden düşünmek durumunda kalıyoruz. Yepyeni bir ışık altında. Birdenbire yeni bir renge bürünüyor dünya. Ve soruyoruz o zaman: Sahi neden?

AKP’nin hedefi yüzde 40’ın üstü

Sevgili okurlar; haftanın son gününü bitirdiğimizi sandığımız bir anda, mesai saatinin bitiminde İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi “Balyoz” adını verdiği dava ile ilgili olarak 28’i muvazzaf general, muvazzaf-emekli toplam 102 subay için “yakalama” kararı aldığını açıkladı. Yaklaşan referandumla bağlantısı olabileceği anlaşılan karar tabii ki gündeme bomba gibi düştü.

Darbe hesaplaşması

İktidar referandum sürecini “darbe karşıtlığı” stratejisi üzerine oturttu. Nitekim iktidar yanlısı medya 102 yakalama kararını hemen 12 Eylül’le bağdaştırdı. Yapılan yayınlardan anladığımız kadarıyla iktidarın askeri bu kadar çaresiz hale getirmesi bir “kahramanlık” olarak sunuluyor. “12 Eylül’de buna cesaret eden çıkamamıştı” mesajı verilmeye çalışılıyor.

Bu nasıl cunta?

İktidar ve yandaş medya, her şeye rağmen tüm orduyu karalamaktan çekindiği için ısrarla “cunta” ve “çete” tanımları üzerinde duruyor. “Biz orduyu çok seviyoruz ama içindeki çeteler ayıklansın” söyleminin arkasına sığınarak orduya diledikleri gibi hakaret etme alanı yaratıyor kendilerine. Tabii bir cuntada 28 generalin bulunmasının garipliği üzerinde hiç kimse durmuyor.

Ne çekmişler?

Başbakan, referandum kampanyasını “darbe karşıtlığı” üzerine oturturken, 12 Eylül’ü şikâyet ediyor ve darbenin mağduru olduklarını söylüyor. Ama sıra örnek vermeye gelince 27 Nisan’a getirip bağlıyor konuyu. Çünkü 12 Eylül’de dini siyasete alet edenlerin neredeyse hiçbir mağduriyetleri olmadı. Tam tersine bu kesim 12 Eylül’e büyük destek verdi. 1982’de Anayasa referandumunda da “evet” dedi.

Biraz vicdan varsa

Sanıklar YAŞ'ta ödüllendirilecek mi?

Önümüzdeki hafta sonu toplanacak Yüksek Askeri Şura'nın önemi büyük. Çünkü tutuklu subayların terfi durumu tartışmalı.
Bu konuda Ankara kulisleri hareketli. Genelkurmay cuma günü yaptığı bilgilendirme toplantısında adı iddianamede geçen isimlerin görevleri başında olacağını 'yazılı olarak' açıklamıştı.
Ayrıca Cumhuriyet'e konuşan Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül "Davaları devam ettiği için bu kişilerin terfisi mümkün değil. Ama emekli de edilmeyecekler. O rütbe de son bekleme yılı olsa dahi emekli edilmeyecekler" dedi.
Kulislere göre bu fikir Karargah'ın görüşü. Açıklamayı da bizzat bakana yaptırarak bir bakıma YAŞ'ta asıl otorite olan Cumhurbaşkanı ve Başbakan'a rezerv koymuş oldular. Bir yandan da kamuoyu oluşturuyorlar.
Eğer Gönül'ün dediği gibi olursa etkisi yıllar sürecek bir sıkıntı başlıyor. Çünkü sanıkları kurtarmak için yapılan bu hamle sistemi altüst edecek.
Normalde sanık olmasalar süresi dolduğu için emekli edilecek isimler bile bir yıl daha bekleyecekler. Bunun anlamı şu: Sanıklar ödüllendirilmiş olacak.
Sanıkların süresi uzatılınca sınırlı olan general kadrosuna yükselme durumu olan subaylar kadrosuzluktan dolayı yükselemeyecek. Kadro şişmesinden bir kısmı ya bu YAŞ'ta ya da bir sonrakinde emekli edilmek durumunda kalacak.

Neden bu ısrar?



Mart ayında yüzde 34,3 artan ihracat, Nisan, Mayıs aylarında hız kaybederek Haziran ayında artış yüzde 13,15’de kalınca, kur tartışmaları alevlendi. Bilindiği gibi kur, dövizin millî para ile fiyatıdır.
2001 krizinden sonra Türkiye, kurların arz ve talebe göre belirlendiği “dalgalı kur rejimi” ne geçmiştir.
Aşırı dalgalanmaları önlemek için Merkez Bankası, zaman zaman müdahalelerde bulunsa da serbest piyasa şartlarında fiyatın oluşması esastır. Arz talep kuralına uygun olarak döviz bolsa fiyatı düşer, az ise fiyatı artar.
Ülkemiz dalgalı kur'a geçiş ve kur ayarlaması ile iç tüketimin azalması sayesinde ihracatını arttırarak 2001 yılından itibaren dövizdeki dar boğazı aşmıştır.
Küresel konjonktüründe etkisiyle uzun süre döviz sıkıntısı yaşanmamıştır. Halen de sorun yoktur. Bir farkla...
Döviz gelirimiz giderimizi karşılamamaktadır.
2009 yılının ilk 5 aylık döneminde 5 milyar 181 milyon dolar olan cari işlemler hesabı açığı bu yılın aynı döneminde 17 milyar 433 milyon dolara yükseldi.
2010 yılı programında öngörülen açık 18 milyar dolardı. Hedefe 5 ayda varılmış sayılır!
Finansmanı... Borç ve sıcak para. Risk taşıyor. Doğrusu başta ihracat olmak üzere döviz kazandırıcı işlemlerle karşılanmasıdır.
İhracat... Büyümenin lokomotifi. Ne yazık ki tekliyor. Pek çok sebep sıralanabilir. Enerji, istihdam, haberleşme, ulaştırma üzerindeki yükler. Alt yapı yetersizliği. TL’in değerlenmesi. Burda biraz duralım.
TL, 2010 yılının ilk 6 ayında gelişmiş ülke paralarına karşı yüzde 12, gelişen ülke paralarına karşı yüzde 2 değer kazanmış.

23 Temmuz 2010 Cuma

Asmayıp, besleseydik

Bir zamanlar Türkiye'de, "güvenlik" sorunu o kadar ön plandaydı ki, idamın kaldırılmasına büyük çoğunluk karşıydık. 12 Eylül öncesini kastediyorum. Ve tabii bu hava, darbe sonrasına da sirayet etti. Bununla beraber, sivil yönetimler döneminde, idam kararları TBMM onayından geçmiyor, dolayısıyla infaz edilmiyordu. Acılar yaşanmasa da, Demokles'in kılıcı gibi infaz tehdidi kişilerin tepesinde sallanıyordu.
12 Eylül sürecinde, idamlar infaz edildi ve evlere ateş düştü.
Salı günü, Tayyip Erdoğan'ın yaptığı grup konuşmasını ve evlâtlarını kaybeden ailelerin açıklamalarını duyduktan sonra, konu üzerinde bir kere daha düşündüm. Onların duygularını yüreğimde hissettim. "İyi ki idam cezası kaldırıldı" dedim. O gençler asılmasaydı, muhtemelen özeleştiri yapıp, bugün çok daha farklı bir çizgide olacaklardı. İnsanlar, genç yaşta yolunu şaşırabilir, "vatanı kurtarıyorum" sanıp, elini kana da bulayabilir. 20'li yaşlar, "deli" çağlar, "delikanlı" çağlardır.

KURTULMUŞ NE YAPACAK?

 
Bu eski hikaye. Erdoğan uzun zamandan beri Kurtulmuş’u yanında görmek istiyor. Bunu herkes söylüyor. Hatta bu konuyu görüştükleri de iddia ediliyor. Spekülasyon ya da değil, ama bu genel yaygın bir kanaat..
Erdoğan-Kurtulmuş dostluğu çok eskilere dayanıyor..
İddia şu ki, Erdoğan başkanlık, yarı başkanlık sistemine geçerse ya da Cumhurbaşkanı olacak olursa ya da kendinden sonrası için partisini emin ellere emanet etmek istiyor..
Bu senaryoya göre Erdoğan SP’yi değil, Kurtulmuş’u istiyor.. SP’nin de yoluna devam etmesinden yana..
SP, AK Parti karşıtlığından vazgeçer, dindar insanların hassasiyetlerini koruma adına ciddi bir politika üretebilirse, bu iş Erdoğan’ın elini güçlendirir.. Ciddi, saygın bir muhalefet parlamentoya renk ve derinlik kazandırır..

Fenerbahçe işin tadını kaçırdı

23 Temmuz 2010 Cuma


FENERBAHÇE çok kötü bir şey yaptı.
İki takım arasındaki maçların önemini azalttı. Biz Galatasaraylıları rahatlattı.
Şaka yapmıyorum.
Galatasaray-Fenerbahçe dostluk(!) maçını Galatasaraylılar Derneği’nde izledim.
Selçuk oyundan atıldığında Galatasaraylıların yorumu şu oldu: “Bunlar bizi 10 kişi ile bile yenerler.”
Nitekim öyle oldu.
Galatasaray tek kale oynadığı maçı kaybetmeyi başardı.
Ama ilginçtir, Galatasaraylılardan hiçbiri üzülmedi.
Şaka yapmıyorum.
Kimse umursamadı bile.
Bundan birkaç sene önce olsa, Galatasaray, Fenerbahçe maçını kaybetse, millet yemeden içmeden kesilir, yemekler masada kalır, ortalığı derin bir keyifsizlik, tatsızlık bürürdü.
Ama bu kez öyle olmadı.
Maç bitti. Millet biraz Galatasaray’a kızdı. Sonra herkes muhabbetine döndü.
Çünkü Fenerbahçe’ye yenilmek, Galatasaraylılar arasında vakayı adiyeye dönmüştü.
Hep olan ve pek de önemsenecek bir şey değildi.
Eve döndüğümde ben bile maçı hatırlamıyordum.
Normalde uykum kaçar, sinirden uyuyamazdım.
Hiç öyle olmadı.
Yattım uyudum.
Sabah da hiç sinirli uyanmadım.
Fenerbahçeliler bile benimle dalga geçmediler. Çünkü onlar da artık sıkıldılar bizimle dalga geçmekten.
Yazık oldu.
Ben Fenerbahçe’nin yerinde olsam, arada bir Galatasaray’a yenilirim.
Çünkü böyle olunca işin tadı kaçıyor.
Gerçekten.

CHP bölgeleri dengeliyor

Gözyaşları bence samimiydi

 mehmetyilmaz@hurriyet.com.tr



BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Eylül döneminde idam edilenler ile ilgili konuşurken ağlaması siyasi bir mesele oldu.

Başbakan rol mü yaptı, gerçekten samimi miydi? Şimdi bu tartışılıyor.
Kişisel olarak Başbakan’ın 12 Eylül rejimi ile hesaplaşma isteğine inanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, 12 Eylül Anayasası ile getirilen başta YÖK olmak üzere tüm antidemokratik kurumlar ile mücadele ediyor olurdu. Böyle bir şey görülmüyor.
Ancak ağlamış olmasını da samimi bulduğumu söylemeliyim.
Başbakan rol yapabilecek bir sanatçı değil ve içinden yükselen ağlama isteğini bastırmaya çalışmaması da ayıplanacak bir durum değil.
Başbakan’ın konuşurken kendi sesinin büyüsüne kapılıp öfke, kızgınlık, sevinç, üzüntü gibi duygularını dizginleyemediğini biliyoruz.
Öte yandan son derece gergin olduğu da hem konuşmalarını yaparkenki ses tonu ve vurgularından hem de vücut dilinden kolayca anlaşılıyor.
Böyle durumlarda duygu patlaması yaşanmasında şaşılacak bir şey yok.
Bu nedenle bu “gözyaşlarının samimiyeti” tartışmasını yersiz bulduğumu belirteyim.
Öte yandan Başbakan’ın danışmanlarına da bir önerim var.
Bu halkoylaması nedeniyle üzerindeki bu gerginliği atabilecek bir tatil fırsatı bulamayacağını biliyoruz.
Ama hiç olmazsa ayaküstü konuşmalar yaparak etrafa esip savurmasını önlemeliler ki zaten gergin memleket daha da gerilmesin!

ÖSYM’ye ne oldu?

ÜNİVERSİTE giriş sınavları ile ilgili son gelişmeler, medeni memleketlerden birinde yaşansa, sorumluların çoktan özür dileyerek istifa etmiş olmaları gerekirdi.
Ama bizde böyle bir şey olmuyor tabii.
LYS kılavuzlarında yapılan hatalardan sonra şimdi de MF-4 başarı sıralamasında puan hataları yapıldığı anlaşıldı.
Binlerce genç hayal kırıklığı yaşadı ve sisteme olan güven iyice azaldı.
Bu sınavları deyim yerindeyse bizler finanse ediyoruz. Sınava girecek olanlar bir harç ödüyorlar. Eksik kalan kısım ile ÖSYM’nin giderleri ise verdiğimiz vergilerden karşılanıyor.
Böyle bir durumda eksiksiz hizmet talep etmek öğrencilerin ve velilerinin hakkıdır.
Bu hizmetin doğru dürüst verilemiyor olmasına karşı bir sürü bahane ileri sürülüyor.
Kuruluş kanunu yokmuş, kendi personelini seçemiyormuş, maaşlar düşük olduğu için nitelikli personel bulunamıyormuş vs.
Bunların hiçbirisi sınava giren öğrencileri ve velilerini ilgilendirmez.
Madem orada bu işi yapmakla görevlendirilmiş öyle bir kurum var, 40 yıla yakın süreye ulaşan bir deneyim var, hizmet düzgün verilmelidir.
İlginç olan şey bu tür hataların kurumun bu yapısıyla bile bugüne kadar çok tekrarlanmamış olması. Böylesine büyük çaplı bir iş, bugüne kadar başarılı yönetilebildiğine göre şimdi aksamanın neden kaynaklandığını öğrenmek de hakkımızdır.
Bugün başarısızlık için gerekçe olarak ileri sürülen hususlar, geçtiğimiz yıllar için de geçerli değil miydi?
Kurum aynı kurum olduğuna göre birilerinin şimdi bu başarısızlığın nedenlerini ve bundan sonra neden tekrarlanmayacağını tatmin edici bir şekilde açıklaması gerekiyor.

12 Eylül yargılamalarından farkı yok

MHP Milletvekili Ali Uzunırmak’ın, “Ertuğrul Günay 12 Eylül’de babasının cenazesine gidemedi ama Prof. Dr. Mehmet Haberal da gidemedi” eleştirisini AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ yanıtladı: “Mehmet Haberal’ı darbeciler içeri koymadı. Ama bu ülkede demokrasinin işleyişine, anayasal düzenin işleyişine hukuk dışı yollarla müdahale etme gayreti içerisinde olduğu için soruşturuluyor.”
Bozdağ, belli ki aleyhine verilmiş bir mahkeme kararı olmadan herkesin masum sayılması gerektiği kuralını biliyor, onun için dikkatli bir dil kullanmaya çalışmış.
Ama yine de verdiği talihsiz bir örnek ve o ifadenin altında, aleyhinde bir mahkeme kararı bulunmayan bir kişinin suçlu olduğu düşüncesini muhafaza ediyor.
Bu dava ile ilgili en büyük sorunumuz da zaten bu.
Dava peşin hükümler içeriyor, savcılar sanıkların aleyhine olan delilleri topladıkları titizlikle, lehlerine olan kanıtları toplamakta gönülsüz davranmışlar, bir kısım iddialar kanıtlara değil, kuşkulara dayanıyor ve tutuklama verilmiş peşin hüküm nedeniyle cezalandırmaya dönüşmüş durumda.
Davayla ilgisi olmayan dinleme kayıtları ve kanıtların oluşturduğu binlerce sayfalık dosyalar, gizli tanık ifadelerine dayanan suçlamalar ile bu davanın kısa sürede bitirilemeyeceği de bir başka gerçek.
Uzun süreceği baştan belli bir davada, toplanmış delilleri karartma ve kaçma olanağı olmayan sanıkların tutukluluk hallerinin devamı, günümüzün hukuk anlayışı ile bağdaşmıyor. Ve bunun 12 Eylül yargılamalarından çok farkını da ben şahsen göremiyorum.

Hayırcı zihniyet: En ilkel türden 'cemaatçi bakış'

Referandum sürecinde "hayır" propagandası yapanların asıl sorunu Anayasa paketinin içeriğiyle değil.
Onlar olaya, en ilkel siyasal mantıkla bakıyor: "Kim yaptı?"
"Yapanlar bizden mi? Değil... O halde içeriğe bakmak dahi gerekmez. Ret!"
Bana inanmıyor musunuz?
Madem öyle, şu cümleyi dikkatlice okuyun: "Hayır diyeceğim çünkü AKP'nin demokrat olduğu varsayımına zerre kadar inanmıyorum."
O kafanın nasıl çalıştığını, bir gazetede yayınlanan bu cümlede apaçık görüyoruz:
Mala değil, satana bakıyor.
Ürüne değil, üretene bakıyor.
Burada taşlaşmış bir "cemaatçi bakış" ile karşı karşıyayız: "Malı üreten ya da satan bizim cemaatten değilse, asla almam."
Önce AKP'nin demokrat olmadığını öne sürüyor... Buradan hareketle de AKP'nin önerdiği değişikliklerin, demokratikleşmeye yaramayacağına hükmediyor.
Halbuki oylanacak paketle AKP'nin demokratlık katsayısı arasında hiçbir ilişki bulunmuyor: Evet hazırlayan siyasetçi ama metin hukuk alanına ait.
Beş-on sene sonra bu değişiklikleri kimin yaptığını unutacağız. Ama büyük ihtimalle o maddeler Anayasa'da duracak.

Bu sözler birilerinin canını sıkacak


Anayasa oylamasında yandaş medya sonunda solcuların ve ülkücülerin oylarına muhtaç kaldı. İronik değil mi? Hükümet gazetelerinde günlerdir 'evet' için müthiş bir tazyik var. Elde inandırıcı malzeme kalmadığı için de sadece '12 Eylül'ün rövanşı' teması üzerinde duruluyor. Başbakan'ın konuşmalarıyla paralel ilerleyen yandaş medyanın yayın politikası da 12 Eylül'ün genç idamlarını ön plana çıkarıyor.

Kısacası, AKP artık işi gücü bıraktı tüm umudunu kendi karşıtlarını manipüle etmeye bağladı.

Ancak 12 Eylül idamları üzerinden yapılan propaganda her bakımdan samimiyetsiz. Dahası o şaşmaz kural yine geçerliliğini koruyor: Arşiv unutmuyor...

12 Eylül döneminde pek çok idamlık mahkumun avukatlığını yapan Ali Rıza Dizdar'la yapılmış bir söyleşiyi okudum dün odatv.com'da. Dizdar, aynı zamanda Sivil Toplum Kuruluşları'nda verdiği mücadelelerle de tanınıyor. Ayrıca uzun yıllar idam cezasının kalkması için mücadele eden bir isim.
Sene 1984-1986 arası...

O yıllarda Dizdar idam mahkumu ailelerle birlikte bütün siyasi partileri dolaşarak idama karşı destek istiyor. Bu tutun bir durağı da Refah Partisi ve dönemin ilk başkanı Recep Tayyip Erdoğan.

Ali Rıza Dizdar ise Çağdaş Yaşam Derneği İstanbul Şube Başkanı. Erdoğan'ı makamında ziyarete Metris'te tutuklu çocukların aileleriyle gidiyor.
Bugün 12 Eylül'de idam edilenlerin son mektubunu okuyan Erdoğan'a o gün
Dizdar şöyle sesleniyor:

Bize kendi 12 Eylül’ünü anlat!

utalu@htgazete.com.tr

23 Temmuz 2010 Cuma, 11:04:33

Muhalefetin çok konuda samimiyetsizliği var da…
Öncelikle sorgulanacak yer iktidar… sonra sıra onlara gelir.
12 Eylül 2010’da ister safınızla, ister ezbere, ister vicdanla, akılla oy kullanın…
12 Eylül 2010, 12 Eylül 1980 hikayesinin sadece bir kısmı.
12 Eylül 1980 hikayesi ise, maalesef öncelikle Başbakan’a ait değil.

***

Bu hikayeyle özdeşleşebilmesi için bize başka hikayeler de anlatması lazım.
Hatıralar da lazım.
Sadece idam edilenlerin mektupları değil…
O günler kendilerinin hangi pozisyonda hangi tavrı gösterdiğinin de anlatılması lazım.
İnsan başkasının acısına tabii ki ağlar.
İnsan olan, ağlar.
Ama ya paylaşmış olduğu için ya da neden sonra artık paylaştığı için.
Geçmişte paylaşmışsa, nasıl paylaşmıştır?
Yok bugün, neden sonra, artık, nihayet paylaşıyorsa, ki olabilir, geçmişte neden paylaşmadığını izah ederek ve bugüne öyle gelerek anlatır.

Bid'atler

Muhterem okuyucularım... Bunları çoğunuz biliyorsunuzdur ama tekrarlamakta fayda vardır. Reformcular, BOP'çular, ılımlı İslamcılar ve benzeri bid'at cereyanlarının mensupları sinsi dolaplar çevirmektedir. Bu cümleden olmak üzere:
CAMİLERE gerekenden çok fazla sandalye ve tabure koyarak mabetlerimizi kiliseye benzetmek istiyorlar.
CUMA NAMAZINDAN sonra Müslümanların sünnet ve zuhr-i âhir namazı kılmalarına engel oluyorlar.
KUR'AN ayetlerinin bir kısmı bu devirde geçersiz ve hükümsüzdür diyerek dinin içini boşaltmak istiyorlar.
SÜNNETİN tamamını veya bir kısmını inkar ederek Ehl-i Sünnet Müslümanlığını yıkmak istiyorlar.
MEZHEPLERİ inkar ederek (Mezhepler puttur diyenleri bile var) Şeriatı ve fıkhı darbeliyorlar.
TELFİK İ MEZÂHİBİ iyi ve doğru göstererek dinimizi oyuncak etmek istiyorlar.
BÂTIL, içtihadlar yaparak kafa karıştırıyorlar.
AZILI Farmason Afganîyi büyük önder ve kurtarıcı göstererek Müslümanları doğru yoldan saptırmak istiyorlar.

Bre ışıksızlar, yekinin!

Türk halkının büyük bir çoğunluğu, keskin nişancı anlamına gelen "sniper/snajper" kelimesini, 1992-95 yılları arasında Saraybosna'dan gelen haberler vasıtasıyla öğrendi. Kırk üç ay boyunca devam eden Saraybosna kuşatması esnasında yüzlerce Müslüman Boşnak, Sırp Çetnik keskin nişancıların hain kurşunlarıyla şehit oldu. Saraybosna'da, Sırp Çetnik keskin nişancıların kurşunlarına hedef olan ilk kişi, Suada Dilberovic isimli bir genç kız idi. Tıp fakültesi altıncı sınıf öğrencisi olan Dilberovic'in tek günahı, 6 Nisan 1992 tarihinde binlerce kişinin katılımıyla düzenlenen, barış mitingine katılmasıydı. Ancak, içerisinde barış kelimesi geçen hiçbir şeye tahammülü bulunmayan Sırp Çetnikler, bu barış mitingini de kana buladılar. Sırp Demokratik Partisi-SDS binası ve Holiday Inn hoteline konuşlanan Sırp keskin nişancılar, 1968 doğumlu Suada Dilberovic'i, Vrbanya Köprüsü [Vrbanja Most] üzerinde şehit ettiler. İsmi daha sonra Suada Dilberovic [Most Suade Dilberovic] olarak değiştirilen Milyatska Nehri [Rijeka Miljacka] üzerindeki köprüde, aynı gün, altı kişi hayatını kaybetti.
Suada Dilberovic'e isabet ederek hayatını sonlandıran kurşun, Saraybosna kuşatmasında atılan ilk kurşun ve Suada Dilberovic ise, Saraybosna kuşatmasındaki ilk Boşnak şehit olarak kabul edilir. Suada Dilberovic'in şehit edildiği o günden sonra, bir bidon su ya da bir parça ekmek bulabilmek adına sokağa çıkan Boşnaklar için, hayatta kalabilmenin öncelikli şartı hızlı ve çapraz koşular oldu. Keskin nişancıların hedef tahtası haline gelen pencere ve balkonlar ise, kesinlikle uzak durulması gereken yerlerdi. Keskin nişancıların menziline giren yerlere asılan "Dikkat! Sinaypır" [Pazi! Snajper] yazıları, trafik tabelaları ya da "Dikkat! Köpek Var" levhaları kadar, doğal ama dikkat edilmesi gereken bir ikaz haline gelmişti. O günlerde Saraybosna sokaklarında yürürken dalgınlığa düşmek; sakat kalmak ya da ölmek demekti. Çünkü Sırp Çentikler, hastaneleri, kütüphaneleri, pazar yerlerini, ekmek ya da su bulmaya çalışan sivilleri öldürmekte oldukça ustalaşmışlardı.
Saraybosna halkı, bu şekilde geçirilen üç buçuk yıla rağmen, Sırp şarlatanlığına direnmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Saraybosna Flarmoni Orkestrası'nın ağır bombardımana rağmen mum ışığında konserlerini devam ettirmesi bunun somut ifadesiydi. 14 Aralık 1995 tarihinde imzalanan Dayton Anlaşması, üç buçuk yıl boyunca Saraybosna sokaklarında insan avına çıkan, Sırp keskin nişancıları durdurmaya yetmedi. Bosna Savaşı'nın ardından Saraybosna tepelerini terk etmek zorunda kalan Sırp keskin nişancılardan birçoğu, Rusya başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde, kiralık katil olarak, en iyi bildikleri iş olan insan öldürmeye devam ettiler.
PKK-Sırp işbirliği
Haber Türk gazetesinin, 19 Temmuz 2010 Pazartesi günü, "PKK, 3 Sırp sniper kiraladı!" ifadesiyle manşetten verdiği bir haber ise, on beş yıl sonra yeniden, Sırp keskin nişancıları Türkiye'nin gündemine getirdi. Haber Türk gazetesi Ankara muhabirlerinden Enis Yıldırım'ın haberine göre; "Terör örgütü PKK'nın, Sırp uyruklu 3 keskin nişancıyı (sniper) para karşılığında kiralayarak Türkiye'ye gönderdiği tespit edildi. İstihbarat birimlerinin bu tespitinin ardından İçişleri Bakanlığı, "gizli" ibareli bir yazı ile ilgili birimleri uyardı. Uyarı ardından devlet büyüklerinin koruma sayısı artırıldı. Özellikle Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın etrafındaki koruma duvarı güçlendirildi."
Haber Türk gazetesinin bu haberi belki bazılarını şaşırtmış olabilir. Belki bazılarına inandırıcı gelmemiş olabilir. Fakat terör örgütü PKK'nın Avrupa ülkelerine sevk ettiği uyuşturucunun, bir dönem Sırplar tarafından taşındığını ve Sırbistan'ın, PKK'ya silah eğitimi verdiğini bilen birisi için hiç de şaşırtıcı veya inanılmaz değil. Türkiye'ye teslim olan, terör örgütü PKK'nın sözde "Yunanistan Sorumlusu" Fethi Demir'in, Yunanistan'ın kendilerine kamp tahsis ettiği ve her türlü desteği verdiği, Sırbistan'ın ise füzeler konusunda eğitim verdiği yönündeki itirafları da bu bilgileri doğrulamaktadır. Fethi Demir aynen şunları söylüyordu: "Kuzey Irak'ta helikopterlere karşı kullanılan IGNA tipi füzelerin alınmasında gerekli olan finans Yunanlı zengin işadamlarından sağlandı. Finansörleri Yunan Hükümeti tespit etmiştir. IGNA tipi füzeler Yugoslavya'dan alındı. Bu füzelerin eğitimi ise Sırbistan'da Sırp subaylar tarafından verildi. Füzeleri kullanacak örgüt mensupları özel olarak seçildi. Türkiye'den Yunanistan'a gelen örgüt mensupları burada 6-7 ay siyasi eğitim gördükten sonra pasaportla Yugoslavya'nın Sırbistan bölgesine geçtiler. 7 örgüt mensubuna 15 gün füze eğitimi verildi. Füzeler, Yugoslav Cumhurbaşkanı Milisovic ve Öcalan arasındaki iyi ilişkiler ve Yunan albayın araya girmesi sonucu alındı."
Yunanistan ile Sırbistan arasındaki işbirliği Bosna Savaşı ve Srebrenitsa katliamı esnasında da devam etmişti.  Yunanistan'daki çeşitli basın-yayın organları için bağımsız olarak çalışan Takis Michas isimli gazetecinin, Kutsal Olmayan İttifak [Unholy Alliance] isimli kitabı, bu ülke askerlerinin, Srebrenitsa katliamındaki rolünü gündeme getiren önemli bir çalışmadır. Michas'ın kaleme aldığı bu kitapta, Sırp Çetniklerle birlikte hareket eden Yunan gönüllüleri "milis", yaşananları "katliam" olarak tanımlamasından rahatsız olan Panhelenist Makedon Birliği Partisi sözcüsü Stavros Vitalis, Yunanlı gazeteci hakkında dava açmış. Bosna Savaşı esnasında Sırp Ordusu'nda albay olarak görev yapan ve Srebrenitsa katliamının planlanmasında görev alan Vitalis'in ifadesi ise oldukça ilginç: "Radovan Karadzic ve Ratko Mladic komutasında savaşmak için Bosna'ya giden Yunanlı gönüllüler, Sırp ordusunun bir parçasıydı. Başta dönemin Başbakanı Andreas Papandreu olmak üzere bütün Yunanlı politikacıların desteği alındı."
Sırpların "Türk" nefreti
Eğer buraya kadar söylediklerimiz sizi tatmin etmediyse ya da "Sırbistan neresi, Türkiye neresi?" diyorsanız o halde bir hususu daha hatırlatalım. Bosnalı Sırp Çetniklerin "kasap" lakaplı komutanı Ratko Mladic, Srebrenitsa'da soykırıma girişmeden çok kısa bir süre önce, şehrin sokaklarından birinde karşısına geçtiği kameraya o bozuk dilbilgisi ile aynen şunları söylüyordu: "Evo nas 11. Jula 1995. godine u Srpskoj Srebrenici. Uoci jos jednoga velikoga praznika Srpskoga poklanjamo Srpskome naradnu. Ovaj grad I napokon dosao je trenutak da se posle bune protıv dahıja turcima osvetimo na ovom prostoru." Yani, "İşte 11 Temmuz 1995'de Sırp toprağı Srebrenitsa'dayız. Diğerlerinden daha büyük bir günün arifesindeyiz. Bu şehri Sırp halkına hediye ediyoruz. Ve nihayet, isyanların ardından, bu bölgede Türklerden intikam alma zamanı geldi."
Hazır konu PKK ile dış destekçilerinden açılmışken, sıcak bir bilgi daha verelim. 17 Nisan'da Samsun'un Ladik ilçesinde düzenlenen hain saldırıda bir polis aracı çapraz ateşe alınmıştı. Açılan ateş sonucu devriye görevi yapan ekip aracında bulunan iki polis memurundan Hüseyin Koç ve Malik Soykal şehit olmuştu. Bu saldırıdan dokuz gün sonra da Giresun'un Dereli ilçesinde bölgede arama-tarama çalışması yapan İl Jandarma Komutanlığı ekibini taşıyan araca mayınlı saldırı gerçekleştirildi. Araçta bulunan Jandarma Astsubay Kıdemli Başçavuş Ahmet Eryılmaz şehit oldu. Aradan geçen üç ayın sonunda Samsun'un Ladik ilçesinde iki polis memurunu ve Giresun'un Dereli ilçesinde bir astsubayı şehit eden, PKK terör örgütü mensuplarının kimlikleri belirlenmiş. Her iki saldırıyı da gerçekleştiren beş kişilik gruptan, bir kişinin Rus uyruklu olduğu tespit edilmiş. Ne hikmetse Bosna Savaşı esnasında, tıpkı Yunanlılar gibi, Ruslar da Sırplara hem asker hem de silah ve lojistik desteği vermişlerdi. Tabii Ermenileri de unutmayalım.
Başbakan Erdoğan'ın tavsiyeleri
Şimdi bir de, Başbakan Erdoğan'ın Nisan ayında Bosna-Hersek seyahati esnasında yaptığı bir konuşma esnasında söylediği şu sözleri yeniden hatırlayalım: "Geçmişte Boşnak, Hırvat ile evleniyor muydu? Evleniyordu. Sırp, Hırvat ile Sırp, Boşnak ile evleniyor muydu? Evleniyordu. Daha sonra ne oldu? Malum gelişmeler, üzücü gelişmeler. Bu sonuç oldu. Şimdi biz farklılıklar içinde zenginliği meydana getirerek, yeni bir Bosna-Hersek'i inşa ettik. Her geçen gün güçlenerek birlik beraberlik içinde bunun devam etmesi lazım. Şüphelerin ortadan kalkması lazım... Farklılıkları da zenginlik olarak görerek, yola devam etmek lazım." Başbakan Erdoğan Srebrenitsa katliamının on beşinci yılı münasebetiyle, 11 Temmuz 2010 tarihinde Potoçari mezarlığında yaptığı konuşma esnasında da, Sırbistan Devlet Başkanı Boris Tadic'e övgüler yağdırıp; Boşnaklara, Sırp ve Hırvatlarla birlikte yaşama tavsiyesinde bulunmuştu.
Bilmiyorum, tüm bu bilgi, belge ve haberlerin ardından, Başbakan Erdoğan acaba hala aynı şekilde mi düşünüyor? Yoksa düşüncelerinde bir değişiklik olmuş mudur? Eğer hâlâ bir değişiklik olmadıysa, birkaç gün evvel Srebrenitsa katliamı ile alakalı İstanbul'da düzenlenen bir toplantıda "Onu [Srebrenitsa katliamını] unutmayacağız ve ona yol açan zalimleri affetmeyeceğiz" diyen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a oldukça zor ama önemli bir görev düşüyor. Tabii eğer bu sözlerinde samimiyse...
Yazımızın başlığı, Cem Yavuz'un bir dizesidir...

CHP ve 27 Mayıs

23 Temmuz 2010

BAŞBAKAN Yardımcısı Bülent Arınç, “CHP 27 Mayıs’ın doğrudan doğruya ortağıdır” diye konuştu, dünkü yazısında Oktay Ekşi bunu “vicdansızlık” olarak niteledi.
Arınç’ın 12 Eylül öncesi için CHP’yi cezai bakımdan sorumlu tutan sözlerine ben de katılmıyorum. 12 Eylül öncesi olaylarda CHP’nin ve bütün partilerin siyasi sorumluluğu vardı ama “cezai” sorumlulukları yoktu diye düşünüyorum.
Esas üzerinde duracağım konu 27 Mayıs ve CHP meselesi. Oktay ağabey, DP’nin bakanlarından merhum Rıfkı Salim Burçak’ın 780 sayfalık On yılın Anıları adlı değerli eserinden bahsediyor. Ekşi’ye göre, Burçak bu kitabında CHP’yi yıkıcı muhalefet yaptığı için eleştirmiş ama “CHP 27 Mayıs’ın ortağıdır şeklinde bir vicdansızlık” yapmamıştı.
DP’nin temel hatasının “muhalefete tahammülsüzlük” olduğunu görmek bakımından Burçak’ın kitabını bütün sağ kanat politikacılara tavsiye ederim. Fakat...

Burçak’ın yazdıkları?
Prof. Burçak, kitabında CHP’nin yıkıcı muhalefet yaparak nasıl darbeye zemin hazırladığını da anlatır! Ünlü CHP’lilerden merhum Turhan Feyzioğlu’nun yıllar sonra, “bugünkü aklım olsaydı...” diyerek yaptığı samimi itirafı nakleder.
DP’ye karşı tezgâhlanan “gençleri öldürüp kıyma makinelerine gönderdiler, Kars ve Ardahan’ı Ruslara sattılar”(!) şeklindeki yalanları hatırlatır.

Hababam Sınıfı Uyanamıyor...


“Ağlama açılımı” yaptı arkadaşlar...

Hıçkırıklar filan...

*
Niye biliyor musunuz?

*
Türkiye’nin ortanca yaşı 28.

Yani?

Nüfusun yarısı 28 yaşından küçük.

*
12 Eylül 1980’de doğan bebek, bugün 30 yaşında; darbe öncesini hiç yaşamadı... İlkokulda ortaokulda olanları ekle, memlekette şu an 4 kişiden 3’ü, tanklarla uyandığımızda çocuktu... Kaba hesap, 55 milyon kişi, 70’li yıllarda neler yaşandı, bilmiyor... Bildiği, kulaktan dolma.

*
O nedenle, burunlarını çeke çeke ağlama rolü yapıyorlar. Sanırsın, zindana atıldılar...
Nasıl olsa, 12 Eylül öncesinde dökülen gerçek gözyaşlarını hatırlayan yok. Buna güveniyorlar.

*

Değerli gençler...
Her kafadan ayrı ses çıkıyor.
Kim doğru söylüyor?
Merak ediyorsunuz işin aslını.

*

Kanı gözyaşını bırakalım...
Dramatik lafları da boşverin...
Eğlenceli bi örnek vereyim.

*
Hababam Sınıfı.

*
Büyük usta Rıfat Ilgaz, 60’lı yıllarda yazmaya başladı, Hababam Sınıfı Uyanıyor, Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı gibi serileri, 70’li yıllarda kaleme aldı. Repliklerini ezbere bildiğimiz filmleri ise, 1975-1978 arasında çekildi. Yani, darbenin hemen öncesindeki yıllarda.

*
İnek Şaban’ı Güdük Necmi’si Damat Ferit’i Kel Mahmut’u Külyutmaz’ı Domdom’u, Tulum’u, Hafize Ana’sıyla, bizizdir o... Fırlaması avanağı, şehirlisi köylüsü, batılısı da var orda, doğulusu da, zengin fakir... Özetle, o dönemki toplumun tüm katmanları var Hababam’da.

*
Kim yok?
Takunyalı...

*
İnsanımızın kodlarını bu kadar iyi bilen, toplumu bu kadar iyi gözlemleyen efsane ustanın, Rıfat Ilgaz’ın, hepimizi tek tek oraya koyarken, takunyalıları ıskalaması mümkün mü? Neden Hababam’da “din” unsuru yok?

*
“O dönemi Hababam gibi mizahi bir eserle özetleyemezsin” diyenler, bana mantıklı cevap verebilmeli... Neden kafasında takkeyle dolaşan öğrenci figürü yok Hababam’da?

*
Yoktular çünkü.

*
60’lı 70’li yıllarda da Müslüman’dı Türkiye... Ama, din bezirgânı yoktu. Olanlar da, parmakla gösterilecek kadar azdı; marjinaldi. Toplumda değer ifade edecek sayıda takunyalı olsaydı, şehirli köylü, doğulu batılı, fırlama avanak gibi, Hababam efsanesinde yerlerini alırlardı.

*
Yoktular.

*
O nedenle, 70’li yıllarda devrimci-ülkücü gençler birbirini gırtlaklarken, darbeden sonra devrimci-ülkücü gençler asılırken, Kürtlerin canına okunduğu, alayının işkenceden geçirildiği, “anaların ağladığı” günlerde, bunların hiçbirinin burnu bile kanamadı.

*
O nedenle, mağdur olarak göstere göstere, anca, soldan dönme Ertuğrul Günay’ı örnek gösterebiliyorlar. Başka gösterebilecekleri “orijinal takunyalı” tek mağdur yok.

*
Değerli gençler...
Takunyalılar, 12 Eylül’ün eseridir.

*
Belgeseli de, Hababam’dır.

*
O nedenle, devrimcileri ülkücüleri biçip, takunyalılara koşmaları için yol açan 12 Eylül, Hababam’ın yazarını mezbahadan bozma hapishaneye tıkmıştır... Zaten, ustanın ölüm sebebi de, takunyalılar tarafından ateşe verilen Madımak’ta yaşadığı kahırdır.

*
Ve o nedenle, adım gibi eminim ki, yaşasaydı bugün, timsah gözyaşlarına bakıp, efsanenin son cildini kaleme alır... “Hababam Sınıfı Uyanamıyor”u yazardı satır satır!

Deniz Feneri mi yönetiyor

Ilıcak, Erdoğan’ın gözyaşlarını ‘sahici biri’ oluşuna bağlamış. Vicdan şovu eksik kalsın, ‘e-muhtıracı paşa’nın altına son model otomobil çekerken, şehit ailelerini açlığa mahkum etmeyecek kadar ‘sahici’ bir başbakan olsa yeter.

Dün şehit cenazelerini haber veren gazetelerin çoğunda Gürpınar’da şehit olan Jandarma Komando Çavuş Serdar Yeşilyurt’un “yoksul ailesi” çıkarılmıştı başlığa. Cenazede giyecek giysisi olmayan babaya, gece açtırılan bir mağazadan kıyafet temin edildiği anlatılıyordu. Bu haberlerin arasında dolaşırken Nazlı Ilıcak’ın köşesi çarptı gözüme. Başbakan’ın gözyaşlarını sahte bulanlara hitaben, Erdoğan’ın “insani/vicdani” özellikler bakımından ne kadar “sahici biri” olduğunu söylüyordu.
“Sahici vicdanlı” başbakanın yönettiği ülkede, iki ayağında platin olan bir terör gazisi, geçici işçi olabilmek için 1500 metre koşmak zorunda kalmış olabilir miydi sahiden? Ve “kazanamadın sana iş yok” denilerek gerisin geri açlığa gönderilebilir miydi?

Kendi kendinin terzisi bir kambur

Cem Uzan'la yemek yiyorduk, 2003 yılının sonları... Laf açıldı, bana dedi ki:
"Halk artık bilinçlendi... Önümüzdeki sene Tayyip'i alaşağı edecek!"
Meğerse "cunta" demek istermiş de, halk diye "tercüme" etmiş... Ya da kendi kendini kandırmanın mükemmel örneğini vermişti, al psikoloji dersinde çocuklara okut.
Benim de aklıma hemen, en yakın dostum Jorge Semprun gelmişti.
En yakın dostumla hiç karşılaşmadım, tek kelime konuşmuşluğum yok.
Kendisi büyük bir yazardır.
Eski İspanyol komünistlerinden. Fransa'da sürgün yaşardı, sonra bir dönem İspanya'da Kültür Bakanlığı bile yaptı. Buchenwald toplama kampında yatıp kurtulmuşluğu vardır. Şu anda seksen yedi yaşında. İspanya'ya ellili yıllarda, çok çeşitli sahte pasaportlarla girmiş çıkmışlığı var. Bunları birkaç kitabında anlattı.
1964 yılında İspanyol Komünist Partisi Prag'da bir "plenum" yapıyor (masraflar Çekler'den), genel kongre... Partinin birinci sekreteri de elbette Dolores Ibarruri, dillere destan "La Pasionaria"... Hani iç savaşın ilk aylarında Madrid radyosunda yaptığı ateşli konuşmalar üzerine Nâzım Hikmet'in "anama küfür etse bile o kadının sesini duymak saadettir" dediği kadın...

Fikrin varsa söyle... Coşma!

Nasıl olsun? HSYK’nın yapısı ne yönde değişsin? Seçim usulü neye göre belirlensin? Kimler HSYK’ya üye atasın? Atanacak üyelerin “görev ve sorumlulukları” ne olsun?
Fikrini yaz da bilelim...
Ne yani, parlamento karışmayacak, HSYK üyelerini Yargıtay belirleyecek, belirlenmiş üyeler dönüp Yargıtay üyelerini atayacak, atanmış üyeler bu kez belirlenmişleri belirleyecek... Belirlenmişler atanmışları, atanmışlar belirlenmişleri mütemadiyen seçip duracak... Ortaya çıkan “sen beni seç, ben seni seçeyim” durumu “yargı bağımsızlığı” olacak. Öyle mi?
Bu anayasa değişikliği bir şey getirmiyorsa, bir şey getirecek anayasa değişikliğinin esasları ne olmalı? Bir şey getirecek anayasa değişikliği teklifi kimden gelse hoşuna giderdi? Açıkla...
Bu değişiklik paketi kötü... Anladık.
İyisi nedir?

Anayasa şaşkınları

Ret cephesinin denize düşmüş gibi sarıldığı gerekçeye bakalım.
Diyorlar ki; bu anayasa paketi AK Parti’nin çocuğudur, bize hiç benzemiyor.
Onun için, sözümona ‘Hayır’da buluyorlar hayrı.
İyi de, niçin benzemiyor onlara?
Katkı vermek yerine Meclis’i boykot ettikleri, her reforma karşı çıktıkları, her değişikliği engellemeye çalıştıkları için
olabilir mi?
Retçilerin keyfe gelmesini beklememek, siyasi kabahat sayılıyor.
Hukukta, sahte delil üretmek diyorlar buna.
Ret cephesi de kendi mazeretini kendi elleriyle üretiyor.
Zahiren taraftar göründükleri 12 Eylül hesaplaşmasını AK Parti tek başına yaptı diye, itiraz ediyorlar.
Anayasa reformu kendi renklerinden tonlar taşımıyorsa, kim acaba buna sebep?
***

Darbeyi ve gözyaşlarını anlamak

Bugünlerde kimliğini demokrat olarak lanse etmek trend oldu. Demokrasinin anlamını bilmeyen milyonlar; liderlerinin ağzından demokrasi sözü eksik olmuyor diye bir anda demokrat kesildi başımıza... Ve günün modası tabii ki demokrat olarak 80 Askeri darbesine ve 82 Anayasasına karşı çıkmak!

Neredeyse tüm gazeteler önceki gün manşetlerinde Başbakan Erdoğan’ın ’ın Meclis’te gözyaşları içinde yaptığı konuşmayı vermişti. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin astığı ilk 4 genci partisinin grup toplantısında gündeme getiren Başbakan, “İşte bunlar için anayasa değişikliklerine evet demeliyiz” diyordu. Normal şartlarda gencecik insanların, suçları ne olursa olsun, idam edilmelerine kimse razı gelemez. Bir insanın ölümünden kimse haz duyamaz (!).

22 Temmuz 2010 Perşembe

BURADA BAŞÖRTÜLÜ ÇALIŞMIYOR

Üç buçuk ay önceydi. Mart sonu. Ümit Boyner, Fatih Altaylı'nın Teke Tek programına konuk olmuştu. Programda başörtüsü meselesi gündeme geldi. Boyner 'Son derece ılımlıyım. Başörtüsüne karşı değilim' minvalinde konuşurken izleyicilerden nokta atışı bir soru düştü Altaylı'nın bilgisayarına: 'Güzel söylüyorsunuz.. Bir de şunu öğrenelim: Boyner mağazalarında tezgahtarlık yapan başörtülü personel var mı?'
***
Soru karşısında Boyner'in terleyişi o gün bu gündür aklımda. Topu şöyle taca atmıştı Ümit Hanım: Bunu mağazalara sormak lazım. Açıkçası bilmiyorum, bu kurumsal duruşumuzdan mı kaynaklanıyor...
Kısacası 'başörtülü tezgahtar çalışmıyor' demeye getirmişti sözü.
***
Başörtülü tezgahtar yalnızca Boyner mağazalarında değil, neredeyse hiçbir alışveriş merkezinde çalışmıyor. Bir süredir İstanbul'daki merkezlere girip çıkıyorum. Tezgahlarda başörtülü kız sayısı yok denecek kadar az. Yalnızca birkaç eşarp satan standda rastladım. Hepsi bu...

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Şimdi hedef kolluk kuvvetleri (Özellikle askeri birlikler)

guras@milliyet.com.tr

21 Temmuz 2010

Dün Hakkâri Çukurca’da PKK’lılar 6 askeri öldürdü. 15 Askeri yaraladı. Hükümet olan biteni (bundan öncekiler gibi) bir “terör” olayı olarak değerlendirdi. Teröristlerin cezalandırılacağı ve terörün kökünün kazınacağı açıklandı.
Dikkat buyurulur ise fark edilir ki, son zamanlarda PKK sadece kolluk kuvvetlerine (askerlere) saldırıyor. Kolluk kuvvetleri şimdilerde “sadece savunmada”. Saldırı bekleniyor. Saldırı gerçekleşirse, saldırganların kovalanmasına çalışılıyor.
Bunlar, Türkiye’de yaşamın normal bir süreci olarak kabul edilir oldu.
Anadolu’nun doğusunda her gün bir çatışma olur, insanlar ölürken, Batı’da insanlar tatillerini yapıyor, denize giriyor, lokantaya gidiyor. Eğlence yerlerindeki müzik saat 24.00’te mi, yoksa sabaha karşı mı sona ersin tartışması sürüyor. Borsa yükselmeyi sürdürüyor. Büyük firmalar ne kadar kârlı olduklarını, Kobiler ne kadar sıkıntı yaşadıklarını anlatıyor. Bu arada “rant paylaşmasından pay alan” yeni zenginlerin sayısı artıyor.
AKP ile yakın çevresinin tek bir derdi var: Önce referandumda evet reyi almak, daha sonra da seçimi kazanmak. Muhalefet partilerinin başka konularda olduğu gibi Kürt sorunu ile ilgili de görüş ve önerileri yok.
Hükümet “Demokratik Açılım” adını verdiği ve ne olduğu belirsiz bir “elma şekeri” ile Kürtler dışındaki Türk halkını uyuttuğunu sanıyor.

Evet’le hayır çantada keklik değil!

21 Temmuz 2010

Önümüzdeki 12 Eylül’de referandum var! Evet mi, hayır mı?..
Bu soru siyaset gündemine çoktan oturmuş durumda.
Erdoğan’la partisinin ‘yeminli düşmanları’ ve Ak Parti’yi bir an önce iktidardan uzaklaştırmak isteyenler hayır için çalışıyor.
Buna karşılık Erdoğan’la kurmayları da ‘evet’in kendi gelecekleri açısından ne denli yaşamsal olduğunun bilincinde olarak Anadolu yollarına çıkıyorlar.
Evet, hele farklı bir evet, bir yandan Kılıçdaroğlu’na ciddi bir darbe indirecek, öte yandan Erdoğan’ın genel seçimlerde elini güçlendirecek.
Bu nedenle önce 12 Eylül referandumu, sonra 2011 genel seçimleri, Erdoğan’ın ‘gelecek planlaması’nda iki yaşamsal duraktır.
Bu iki durak iyi geçilirse, Erdoğan’ın Çankaya yolu için düğmeye basacağı söylenebilir. Halk oyuyla beş yıllığına seçilecek cumhurbaşkanı ve başkanlık, yarı başkanlık gibi sistem değişikliği arayışları da bu çerçevede yer alıyor.
İşte, Erdoğan’ı iktidardan düşürmek ya da onun elini kolunu en azından bir koalisyon ortağıyla bağlamaktan yana olanlar, bu kez Erdoğan’ın Çankaya yolunu şimdiden kesmenin peşindeler.
Ve bu açıdan ilk aşama 12 Eylül.
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu için olmak ya da olmamak diye de nitelenebilecek bir mücadele sürecine giriliyor.
Evet mi, hayır mı?
Her ikisi de çantada keklik değil.

ZANNEDERSİN Kİ AKP İDAMI KALDIRIYOR

mtezkan@milliyet.com.tr


21 Temmuz 2010

Başbakan 12 Eylül’de idam edilenler için 30 yıl sonra gözyaşı döktü.. Nevzat Çelik’in şiirini,Mustafa Pehlivanoğlu’nun darağacına giderken ailesine yazdığı veda mektubunu okudu...
Sesi titredi, gözleri yaşlandı.. Kendini dinleyen AKP milletvekillerinin de gözleri doldu.. Uzun uzun alkışladılar..
* * *
Zannedersin ki AKP idamı kaldırdı.. Referandumda idam oylanacak..
Zannedersin ki Meclis’te tarihi günler yaşanıyor..
Zannedersin ki Başbakan idam kalksın diye gözyaşı döküyor.. İdam cezası olmasın diye yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren’i gündeme getiriyor.. İdam kalksın diye idam edilenlerin son mektuplarını okuyor..
Zannedersin ki Anayasa bunun için değiştirildi.. Bu ülkede kimse asılmasın diye.. Yaratılmak istenen hava bu..
* * *

Talimat ile geldiler, talimat ile döndüler

Talimat üzerine geldiler.
İmralı’daki vatan haininin yaptığı çağrı üzerine üzerlerinde ‘savaş üniformaları’ olduğu halde, ellerini kollarını sallayarak Türkiye’ye giriş yapan hainler, Habur Sınır Kapısı’nda toplanan yatakçılar tarafından ‘davul zurna’ ile karşılandılar.
Ellerindeki ‘yol haritalarını’ gösterip,  “Buraya liderimiz Apo’nun isteği ve talimatları doğrultusunda geldik”  diyen hainler, ‘ayarlanan’ hakimler ve savcılar tarafından, ‘mobil mahkemelerde’ jet hızı ile yargılanıp,  ‘pişman oldukları’gerekçesi ile serbest bırakıldılar.
Gittikleri her yerde ‘havai fişek’ gösterileri ile karşılanan, stadyumlarda ‘şeref konuğu’ olarak ağırlanan hainler, aleni bir şekilde halkı devlete karşı ‘isyan etmeye’ çağırmaya başlayınca haklarında dava açıldı.
Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan iddianamede şöyle deniyor:
- “Kürt sorunu ile ilgili başlatılan demokratik açılım sürecinde terör örgütü PKK ve elebaşısının muhatap alınması yönünde Türk yetkilileri üzerinde baskı oluşturmaya çalışmışlardır. Aynı zamanda örgütün ve elebaşısının Kürt halkı tarafından sahiplenilmesi ve süreçte belirleyici rol üstlenmesini sağlamaya yönelik toplumsal baskı oluşturmayı amaçlamışlardır.” 

Propaganda başladı

TBMM’nin 23 Temmuz Cuma gününden itibaren tatile gireceğini dün açıklayan Başbakan onunla kalmadı. Anayasa değişikliği paketinin halkoylamasında “Evet” oyu alması için propaganda kampanyasını da açtı.

Açış da ne açış? “Evet” hatırına gözyaşı deseniz var, duygu sömürüsünün enva-ı (her çeşidi) var.

Başbakan’a sorarsanız 12 Eylül günü yapılacak olan oylamadan “Evet” oyunun galip çıkması, 12 Eylül 1980 tarihli askeri darbeden intikam alınması anlamına gelecektir. Demokrasimize itibar kazandıracaktır. Kısaca tam bir devrim olacaktır.

Anayasa paketinin içindeki maddeler sadece Başbakan Erdoğan’ın saydıklarından ibaret olsa ve bir de saydıkları onun dediği anlama gelseydi, dediklerine katılırdık.

Doğrudur... Hem biz, hem de öteki pek çok yazar da ifade etti ki, bu pakette -acil bir ihtiyaç sayılmasa da- kadınlar için, çocuklar için, kamu kurumlarında çalışan insanlar için “olumlu” hükümler var.

Sadece onlar getirilmiş olsa veya halkoylamasında sadece onlar için sandık başına gidilmiş olsaydı, mesele yoktu. Hepimiz “Evet” der, belki de en büyük uzlaşıyla kabul edilen yeni hükümlere kavuşmuş olurduk.

Oysa Başbakan da biliyor ki, resmin onun tarafından saklanan parçaları var. Örneğin “demokrasimiz” için bu değişikliğin bir devrim niteliğinde önem taşıdığını söylüyor ama gerçek bir demokrasinin “olmazsa olmaz”ı olan “yargı bağımsızlığının” bu değişiklikle yara alıp almadığına değinmiyor.

PKK Terörünün İçyüzü

1. Ülkemizde bir buçuk milyon Kripto Ermeni vatandaşımız olduğu iddia ediliyor. Bunun kaçta kaçı militanlık yapıyor? Bu militanlar hangi kurumlarda ve sektörlerde yuvalanmış, kadrolaşmıştır? Şimdiye kadar neler yapmışlardır? Amaçları nedir? Kripto Ermeni militan ve aktivistlerinin PKK hareketiyle ilgileri var mıdır? Gayeleri nedir?
2. Yine bir buçuk milyon Kripto Yahudi olduğu iddia ediliyor. Bunların da kaçta kaçı militandır? Neler yaptılar, neler yapıyorlar? Hangi temel kurumlara sızmışlar ve kadrolaşmışlardır? Son yüz yıllık tarihimizdeki ağırlıkları ne kadardır?
3. PKK gerçekten bir Kürt hareketi midir, yoksa Ermeni emperyalizminin ve Siyonizmin kurduğu bir hareket midir?
4. Üç bin (Beş bin diyen de var) Kürt köyünü haritadan silen, halkını süren ve perişan eden zihniyet Kürt halkının bir kısmını dağa çıkartmak için mi yapmıştır bu işi?
5. PKK terörünün ölü bilançosu 35-40 bindir. Bunların kaçta kaçını PKK öldürmüştür? Onun öldürmediklerini kimler öldürmüştür?
6. PKK terörünün gölgesinde şimdiye kadar kaç yüz milyar dolarlık uyuşturucu ticareti, kaçakçılığı, trafiği yapılmıştır? Bu işi kimler yapmıştır? Yapmaktadır?
7. PKK'ya, ordumuz için üretilen MKE mermilerini kimler vermiş veya satmıştır?
8. PKK terörü Kürtlere hürriyet ve adalet sağlamak için mi yapılıyor, yoksa Türkiyeyi parçalayıp Doğu ve Güneydoğu bölgemize ileride Ermeni nüfusu getirmek, bir de Eretz İsrail'i gerçekleştirmek için mi?
9. İsrail 1948'den bu yana Kürtlerle niçin çok yakından ilgilenmektedir? Bu konudaki gayesi nedir?
Yukarıda dokuz soru sordum. Bunların doğru cevapları bilinmedikçe PKK terörü asla anlaşılamaz. Bir kör döğüşüdür gider.
* (İkinci yazı)

Ahlaksız İslam Toplumu Olmaz

Kadınlarla...

2005 yılında, Başbakan Erdoğan ilk defa...
2005 yılında, Başbakan Erdoğan ilk defa "Kürt sorunu vardır" açıklaması yaptığında ben sorunun "etnik" boyutta tanımlanmasına karşı çıkmış, "Tayyip Bey, kendisi olsun yeter" diye yazmış ve "Kadınların öncülüğünde yürütülecek bir şefkat harekatı"nın gerekliliğine vurgu yapmıştım.
Ben şöyle düşünüyordum:
Sayın Emine Erdoğan'ın da sembolik olarak öncülük edeceği ve AK Parti Kadın Kolları'nın üstleneceği bir şefkat harekatı. Yani ne? Her ailenin Doğu-Güneydoğu'da bir kardeş aile edinmesi ve onlarla, sıcak bir dostluk gerçekleştirmesi. Çocukları kendi çocukları gibi bilmesi ve ilgilenmesi...
Hatta "Gerekirse şalvar giyip köylere ulaşılmalı..." gibi şeyler yazmıştım.
"Parti liderlerinin eşleri birlikte çalışabilirler" diye yazmıştım. (Şimdi benzeri bir harekata Sayın Cumhurbaşkanı'nın eşleri de katılabilir.)
Uçuk görüşler miydi?

İyi stadyum yok

*Türkiye'nin yüz akı bir stadı yok. Saracoğlu kaçak, yerleşim bakımından yüz karası bir stat. Olimpiyat leş, İnönü Stadı çağ dışı

* Türk Telekom Arena'nın daha modern, daha mükemmel, daha kullanılır olması için savaş veren herkese saygı duymak lazım

* Rijkaard artık biliyor ki yeni bir kötü sonuç daha olursa gönderilecek ve bu nedenle kendi paçasını kurtarmaya uğraşıyor

Erdoğan hem alkışlanıyor, hem korkuluyor...

mabirand@e-kolay.net

21 Temmuz 2010
 
Eğer bir Tayyip Erdoğan hayranı, onun her yaptığını sorgusuz kabul edenlerdenseniz, bu yazıyı okumayın. Sinirlenirsiniz. Eğer katıksız bir Erdoğan karşıtı iseniz de, boş yere okuyup benden nefret etmeyin. Eğer bu iki grubun ortasında iseniz, o zaman gelin ikilemimizi birlikte çözmeye çalışalım. Önümüzdeki 8-9 ay içinde Türkiye yakın tarihinin en önemli sınavından geçecek. Önce bir referandumda oy kullanacağız, ardından bir genel seçim gelecek.
Her ikisinde de, Erdoğan için oy kullanılacak. Referandumda insanlar, anayasa değişikliğinden çok, Başbakan’a EVET veya HAYIR oyu verecekler.
Eğer bu iki engeli atlatırsa, Erdoğan üçüncü defa seçilirse, Türkiye’yi en uzun süre yöneten kişi olacak. AK Parti, isterse Türkiye’yi temelinden değiştirme olanağına kavuşacak.
Seçilemezse, ülkede koalisyonlu yıllar başlayacak. Eski hastalıklar canlanacak. MHP’li veya CHP’li koalisyonların kavgalarına girilecek. Bu durumda ne yapalım?

Hani kardeşim neredesiniz


HEPİNİZE sesleniyorum.

Beni yerden yere vurup, Hitler’e benzeten, ne Miloseviç’liğimi bırakan, ne ırkçılığımı.


Bana faşist etiketi yapıştıracak kadar vicdansızlaşan sözde aydın.

Hepinize sesleniyorum.

Size; Hasip Kaplan kardeşim size sesleniyorum.

Beni neredeyse “Bölücübaşı” ilan edip, bin bir hakareti yağdıran; “Biz, tek ve bütün Türkiye’den yanayız” diye televizyon televizyon dolaşıp, bana etmedik hakaret bırakmayan güya aydın.

Size de sesleniyorum.

* * *

Bak.

7 çocuğumuz daha şehit oldu.

Neden?

7 ana evine, baba evine daha ateş düştü.

Neden?

Anadolu’nun 7 yerinden yine cenaze kalkacak neden?

Gazeteler, televizyonlar, sırf infiale yol açmayalım diye, gönüllerine taş basarak o görüntüleri vermeyecekler.

Neden?

'Yes' be paşam!

Dünkü Sabah gazetesine konuşan Kenan Evren, 11 yıl evvel RTÜK Başkanı Davut Dursun’a konuşan paşaya benzemiyor.
Galiba o paşa, bu paşa değil.
Çünkü, başka başka konuşuyor.
İkisi ayrı kişiler de, aralarında isim benzerliği mi var, acaba?
Yavuz Donat’a, ‘12 Eylül Anayasası’nda değişiklik yapılmasına karşı olmadığı’nı söylüyor.
Referandumda sandığa gideceğini ilanen duyuruyor, ama rengini açıklamıyor oyunun.
Diyor ki; “Anayasa mukaddes kitap mı? Günün şartları neyi gerektiriyorsa o yapılır, anayasalar da değiştirilir.”
Yine diyor ki; “O dönemin şartları böyle bir anayasa gerektiriyordu. Dönem değişir, şartlar değişir, Anayasa da günün şartlarına göre yenilenir. Bizim yaptığımız Anayasa, Allah’ın emri mi?”
Halbuki aynı paşa, darbecilere yargı yolu açılırsa intihar etmekten dem vuruyordu.
Onu geçtik diyelim...
1999 yılında, bugünkü RTÜK Başkanı Davut Dursun’a söylediklerini ne yapacağız?
***

Heron davası... Bir mahkemeden diğerine

Birkaç gündür, Heronlarla ilgili iddialar sürüyor. Nihayet, Genelkurmay Başkanlığı'ndan açıklama geldi. Ekim 2007'de MİT'in dinlemesine takılan telefon konuşması şüphe uyandırmıştı. İddiaya göre, bir subay bir başka subaya "Heronları düşürün ya da koordinatları değiştirin. Bizim adamlarımıza çok zayiat veriyor" demişti. MİT, bilgileri süratle dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ'a intikal ettirdi, Başbuğ hemen soruşturma açmıştı. Dolayısıyla olayın savsaklanması söz konusu değildi. Yargılamadaki gecikme, farklı kuvvetlere (Havacı, Karacı, Denizci) mensup subayların mevcudiyetinden kaynaklanıyordu (Açıklama özetle böyle).
Konuyu, sürüncemede bıraktığı belirtilen bir başka kişi, Hava Kuvvetleri Başsavcısı Albay Ahmet Zeki Üçok da kamuoyunu bilgilendirdi. O, daha somut bilgiler verdi. "Ses benzerliği bulunan Havacı üsteğmen Fırat Ç.'nin, konuşmanın yapıldığı 12 Ekim 2007'de, F-4 jet uçağında olduğu tespit edildi. Üsteğmenin telefonla aradığı Hava pilot yarbay Selami Selçuk Ç. ise o tarihte İtalya'nın Napoli kentinde görevliydi."

***

Baldudak

Elizabeth Taylor'u ölmeden öldürdüler. Hayatını film yapacaklarmış.
Hayatını değil canım, Richard Burton'la yaşadığı büyük aşkı...
Gerçi teyzemde büyük aşk çoktu, Conrad Hilton, Michael Wilding, Mike Todd, Eddie Fisher, John Warner, Larry Fortenski... Teyzem şu anda yetmiş sekiz yaşında, yarın bakarsınız Kenan Paşa'ya varmış. (Paşam sanatçı sever, Emel Sayın ve Dalida'ya hayrandı.)
Evet, Bayan Taylor gerçek bir "koca kolleksiyoncusu" oldu ama Burton'la geçirdiği dönem bambaşkadır. Bir efsanedir.
Fakat bu, altmışlı yıllara tekabül eder.
Oysa Elizabeth Taylor demek, ellili yıllar demekti...
Biz gözümüzü açtık, "kadın" olarak onu gördük. Bir de Sophia Loren'i, bir de Gina Lollobrigida'yı unutmayalım. Aslına bakarsanız Ava Gardner hepsini alır çantasında sallar da...
Ama Elizabeth Taylor demek, "göz" demekti.
Menekşe göz...

Bu kadar hain, nerede, ne zaman, nasıl yetişti!

a.dilipak@vakit.com.tr

2010-07-21


Bu milletin çekeceği varmış. 300 yıldır başımıza gelmeyen kalmadı..
Ama inşallah artık bu dönemin sonu olur. Şunu da unutmayalım ki, Allah cahil ve zalim bir kavme hidayet nasib etmez.. Kafamızı kuma gömmekten, birilerine kiraya vermekten vazgeçelim. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovma anlayışından vazgeçelim. Kendi liderimizi, örgütümüzü, yanlışımızı kutsamaktan vazgeçelim.
Siyaset güven müessesesi değildir. Şeffaflık ve denetim müessesesidir.
Para, kadın, silah, iktidar/makamla şaka olmaz.
Şu hale bakın. Bize en güvenilir kurum olduğu söylenen TSK’nın haline bakın.. Gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış, çetelerle işbirliği yapan bir takım insanların köşe başlarını tuttuğu bir yapıya dönüşmüş. Cinayetler işleniyor, terör örgütü ile karanlık ilişkiler kuruluyor..
Muhtara pisliğini yetirten adamlar koruma altında.
Kendi, uçağını düşürmekten söz eden adamlar var bunlar arasında
Balyoz darbe planına bakın.. Öldürülecek adamların listesi çıkartılıyor, adam seçiliyor, eğitim veriliyor. İlk kapatılacak dernekler, bombalanacak camiler.

Ağlamak güzeldir de!

faltayli@htgazete.com.tr

21 Temmuz 2010 Çarşamba
 

BAŞBAKAN Erdoğan dünkü grup toplantısında 12 Eylül’ün yaşattığı acıları hatırlatarak Anayasa değişikliğini savundu.
Verdiği örnekler ilginçti.
Darbe sonrası asılan iki farklı uçtan iki ayrı ismi hatırlattı.
Bunlardan biri Mustafa Pehlivanoğlu’ydu.
Evren Paşa’yı “ressam” zanneden genç okur, Pehlivanoğlu’nu hiç hatırlamaz.
Mustafa Pehlivanoğlu, Balgat Katliamı diye bilinen olayın sanığıydı.
Kahvehane basıp 3 solcuyu öldürdüğü için yakalandı. Yargılandı.
Cezaevinden kaçtı.
Tekrar yakalandı.
Darbe sonrası idam edildi.
Necdet Adalı ise tam aksi taraftandı.
Dev-Lis üyesiydi. O da bir cinayet suçlamasıyla yakalandı. Cezaevinde yattığı koğuşta bir firar eylemi oldu. O, “Nasıl olsa suçsuzum. Ortaya çıkacaktır suçsuzluğum” diyerek firar etmedi.
Darbe sonrasında ise idam edildi. Mahkeme başkanı bile suçsuz olduğunu düşünüyordu ve bu yüzden askeri hâkimliği bıraktı.
Mustafa Pehlivanoğlu’nun idamının, Necdet Adalı’nın idamındaki ayıbı örtmeye yönelik olduğu söylendi o günlerde.
Bilmem doğru bilmem yanlış.
Başbakan Erdoğan, Mustafa Pehlivanoğlu’nun yazdığı mektuptaki dini vurguları okurken gözyaşlarına boğuldu.
Tabii onu dinleyenler de.

Ah be Sayın Başbakan öyle bir örnek verdiniz ki

catakli@gazetevatan.com
Sayın Başbakan; Meclis’teki salı konuşmanız dün çok “duygu” yüklüydü. 12 Eylül darbecilerinin astığı gençleri anlatırken gözyaşlarını tutamamanız ekran başındaki pek çok kişiyi de ağlattı.

O günleri yaşayan biri olarak çekilen acıları yakından biliyorum. 12 Eylül’ün ilk idam ettiği Erdal Eren’in infazını görevim gereği sabah 04.00’e kadar beklemiştim o zamanki Günaydın Gazetesi’nde.

Ve o bekleyiş sırasında sanki ilmik benim de boğazıma geçmişti. Aynı şekilde adlarını saydığınız diğer üç gencin idamını da aynı duygular içinde görevim gereği gazetede beklemek durumundaydım.

Ancak Sayın Başbakan bugünkü “anayasa dayatmanızı” desteklemek için geçmişe yönelik eleştirileri gözyaşları içinde dile getirirken verdiğiniz bir örnek, sizi de zora soktu.

Dediniz ki “12 Eylül’ün zulüm ve işkencelerinin mağdurlarından biri de Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dır. 12 Eylül’de hapiste olan Günay babasının cenazesine gidememişti.”

Çok haklısınız. Günay yanılmıyorsam Dev-Yol’a yataklık yapmaktan suçlanıyordu ve hapisteydi. Babasını kaybetti ve cenazeye gitmesi için kendisine izin verilmedi.

Tamam da Sayın Başbakanım, o dönem askeri darbe dönemiydi. Oysa, güya demokratikleştiğimiz, askeri vesayete başkaldırdığımız sizin yönetiminiz döneminde aynısı yaşanmadı mı?

20 Ocak 2010’da dünya çapındaki doktorumuz Prof. Mehmet Haberal’ın babası Yaşar Ali Haberal vefat etti. Mehmet Haberal 23 Ocak’taki cenazesine katılmak istedi ama kendisine son görevini yerine getirmesi için izin verilmedi.

Buldum… Buldummm!

Sayın Başbakan altın madeni buldu da haberi yok. Hem de ne maden… Grizu patlaması yok, risk yok elini yüzünü karartmadan suya sabuna dokunmadan nereye dokunsan cevher fışkırıyor…

Yalnız bu madeni özelleştirme şansı yok. Yabancı maden şirketlerine işletme hakkı da verme şansı yok. Türk malı heeee, Türk malı hoooo…

Madenin yeri neresi merak ettiniz biliyorum. Valla en son Yalova Çınarcık’taydı. Meydanlardan ne söylese, önceleri makara- kukara olarak lanse eden Sayın Başbakan peşine kurmaylarını toplayıp hemen düğmeye basıyor.

Oscarlık performans!

selcantasci@gmail.com

Başkanlık Divanı’nda soğan doğrayan birileri yahut Meclis kuaföründe göz yaşartıcı sprey yoksa, beş ay önce faşist dediği Mustafa’ya gözyaşı döken Erdoğan en iyi erkek oyuncu ödülünü hak etti demektir.


Tonlaması elini nereye koyacağı, hangi satırdan sonra hangi “prompter”a döneceği, hangi kameraya bakacağı gayet iyi kurgulanmıştı... Tam Mustafa’nın annesinden helallik istediği satırın sonunda sesinde detoneler başladı... Yutkundu... Ağzınızı açtığınız anda gözyaşlarına boğulacağınızı kestirdiğinizde tercih ettiğiniz susma modu vardır ya, hemen o hale büründü... Başını öne eğdi... Salon alkıştan yıkılıyordu... O anda bile profesyonelliğinden birşey kaybetmedi, çaktırmadan tekste baktı; hangi perdeye geçtiklerini kontrol etti... Dirayetli biçimde, iki elini kürsünün iki yanına koydu... Gerçek hayatta, herhangi birimiz bu tür bir duygu patlaması yaşıyor olsaydık ve niyetimiz gerçekten kendimizi tutmak olsaydı, o ‘es’lerde bu kontrolü sağlayabilirdik... Ama “sahne dünyası”nda işler farklı tabii, o öyle yapmadı; az sonra tekrarlayacağı cümlelere göz gezdirdi, içinden birkaç defa tekrarladı... Karşısında, iki ellerini iki yana açmış tempo tutmak için bekleyen seyircisiyle göz göze geldi... Son bir kez derin nefes alıp, içine çektiği havayı düdüklü balondan dışarı salar gibi “fııyyykkk” diye bir sesle okudu mektubun veda satırlarını...

Bir sağdan bir soldan oy!

Devlet Bahçeli’nin tatlı telâşı!..

sarseven@hotmail.com
2010-07-21    

Kulis bilgisi...
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, dün bir konuda kurmaylarının görüşüne başvurdu:
“Necmi Pehlivanoğlu’nu ziyaret edip, referandum için desteğini isteyelim mi?..”

Kimdir Necmi Pehlivanoğlu?..
Darbecilerin katlettiği Şehit Mustafa Pehlivanoğlu’nun babası.
Başbakan Erdoğan, dünkü grup toplantısında Mustafa Pehlivanoğlu’nun 7 Ekim 1980’de idam edilmeden hemen önce anasına ve babasına yazdığı mektubu okumuştu:
“Sevgili anneciğim ve babacığım;
Sizler beni bu yaşa kadar büyüttünüz ve yetiştirdiniz. Benim sizlere karşı işlemiş olduğum hataları ve suçlarımı affedin. Hakkınızı helal edin. Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakk’ın ve O’nun Resulü’nün, Yüce Peygamberimiz’in yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmış.
Kader ne ise onu çekeceğiz.
Ben de kardeşim Haydar gibi bir an önce Allah’ın huzuruna çıkacağım.
Eğer benim günahım varsa Cenab-ı Allah’ın huzurunda çekmeye hazırım.
Yok, bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah’tan bulsunlar.
Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah’a inananlarındır.
Bunun için hiç üzülmeyin.
Cenazemin arkasından ağlamayın, günahtır!
Sizden ricam ağlamayın. Anne, sizlerle helalleşmek isterdim, fakat olmadı. Hakkım varsa, hepinize helal olsun, siz de helal edin.

AKP’nin son kozu: Ülkücüler üzerinden kadınları dolandırmak!

arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr

Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında, 12 Eylül sonrası idam edilen ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun annesine yazdığı son mektubu okurken ağlar gibi yaptı, böylece ne kadar duygulandığını göstermeye çalıştı. Aslında onun hedefi, siyasi bilince sahip ülkücüler değil, bu yapmacık tavırlardan birkaç saniye sonra kendisinin de söylediği gibi “kadınlar”ın referandumda “evet” oyu kullanmasıdır.
Kısacası Erdoğan, kadınların bilinçaltına hitap edecek bir oyun kurguladı ve rolünü iyi oynadı!

***

Erdoğan, Mustafa Pehlivanoğlu’nun mektubunu okurken bir cümleyi atladı. Okurlarımızdan Kaan Gümüşel atlanan bölümü hatırlattı. Tayyip Erdoğan, mektuptaki ifadelerden, sadece “Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah’a inananlarındır” sözünü okumadı!
Gümüşel diyor ki “Acaba bunun sebebi, Erdoğan’ın Türk Milliyetçiliğine olan yaklaşımı mı yoksa Kürt kökenli  vatandaşların oyunu kaybetmekten korkması mı?”
Bir defa Erdoğan, Türk kavramını millet adı olarak kabul etmiyor, yerine BDP’nin talep ettiği ve en son grup konuşmasında Gülten Kışanak’ın da kullandığı gibi “Türkiyeli” kimliğini getirmek istiyor.
Hatta TESEV’in son raporunda olduğu gibi Türk lafzını Anayasa’dan, kanunlardan, okullardan tamamen çıkarmak istiyorlar.

Evet mi? Hayır mı?

 yozdil@hurriyet.com.tr



Yav bırakın Allah aşkına evet mi diyecekmişiz, hayır mı diyecekmişiz filan... Anayasa gibi hassas mevzularda referandum yapmak için “ahtapot beyni” değil, “vatandaş şuuru” lazım!

Bakın...

*
Ordu’nun tabiat harikası Perşembe Yaylası, taa 1991’de turizm merkezi ilan edilmişti. Tesis falan yapılmadı, bari hayvanlar otlasın diye mera yapıldı. Gel zaman git zaman, önceki sene TOKİ musallat oldu, “ver merayı bana, villalar yapayım sana” dedi. Tarım İl Müdürlüğü Mera Komisyonu şak diye toplandı, birinci sınıf merayı, mera kapsamından çıkardı iyi mi... Üstelik “toprak bedava, 20 senelik ot parasını öde, al” dedi. TOKİ, üç kuruş ot parasına, 450 bin metrekarelik meraya oturdu, caanım yeşillikte pata küte inşaata başladı. Başladı ama... “İyi de birader, biz hayvanları nerede otlatacağız” diyen “çoban” Muharrem Yumbul, zart diye gitti, avukat bile tutmadan, bi başına, Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme inceledi, “yok öyle yağma, çoban haklı” dedi, şırrak diye durdurdu TOKİ inşaatını.

*
Çoban “hayır” dedi yani.

*
İstanbullu hayırsever bi aile, Florya’daki 95 dönümlük muhteşem arazisini “hastane yapılsın” diye, SSK’ya bağışladı. Hastane mastane yapılmadı tabii... Reform yapıyoruz ayaklarıyla SSK’yı lağvettiler. Hastane için bağışlanan araziyi de, TOKİ’ye devrettiler. TOKİ “hastaneyi boşverin, ben buraya rezidans yapayım, iş merkezi yapayım” dedi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başvurdu. Büyükşehir Belediye Meclisi, bu öneriyi fevkalade buldu, son sürat onay çıktı. TOKİ de son sürat ihaleye çıktı. İhaleyi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadının ortak olduğu şirket kazandı. Win-win oldu.

*
İstanbul “evet” dedi yani.

20 Temmuz 2010 Salı

Şifre verdi çözen yok

*"Fener medyası var" diyordum o da yokmuş. 5-2'lik maç sonrası Aykut'un ruh halini bir gazete analiz etmedi. Halbuki önemli ipuçları verdi

*"Ortada takım yok, futbol yok" diyerek muhabirin sorusunu yarıda kesti ve Köln maçında büyük bir tahribata uğradıklarını söyledi

*Şimdi düşünüyorum; acaba Aykut, 'Takım içinde bana karşı bir cepheleşme var. Bazı adamlar bilerek oynamadı' mı demek istedi.

"İslamcılar Kürtler İçin Yürüdü"

halbayrak@yahoo.com
20 Temmuz 2010 Salı

İHH, Mazlum-Der, Özgür-Der, Anadolu Platformu gibi İslami kimlikli sivil toplum kuruluşları Cumartesi günü İstanbul'da harikulade bir BARIŞ ve KARDEŞLİK eylemi düzenlediler.

Binlerce kişi, Türk-Kürt ayrışmasını kışkırtan ve Kürt meselesini içinden çıkılmaz hale getiren çatışmaların durması, silahların susması için Taksim'de Türkçe ve Kürtçe sloganlar atarak yürüdü; "barıiş ve kardeşlik için silahlar susun. Kendin için istediğini kardeşin için de iste" pankartı altında "İnsanız, ümmetiz, biz kardeşiz!", "Müslüman halklar kardeştir!", "Müslüman zulme boyun eğmez!", "Silahlar susun, kirli savaş son bulsun!", "Bıji bıratiya gelan" diye haykırdı, tekbirler getirdi.

AYRIMCILIKLA AÇILIM OLMAZ!.

Aslında NE OLDU?
mtezkan@milliyet.com.tr
20 Temmuz 2010
Başbakan; bu işin siyaseti olmaz dese de AKP açılımının siyasetini yapıyor..
Pazar günü kanıtlandı!..
Başbakan sivil toplum kuruluşlarının kadın temsilcilerini topladı; sesinizi yükseltin dedi..
Sizin sesiniz kurşunları, ölümleri durduracak güce sahiptir dedi..
Çağırdıkları arasında, Hanımlar İlim ve Kültür Derneği’nden, Kızılay Kadın Kolları’na kadar 86 dernek var..
Biri yoktu..
Biri çağrılı değildi..
Kim dersiniz..
Evet evet o.. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği.. Genel Başkanı, eski Adalet Bakanı olan Prof. Dr. Aysel Çelikel’i çağırmadılar.. .
(Haberi görmüşsünüzdür.. Çelikel işin aslını astarını Şükran Pakkan’a anlattı.)
Aslında ilk sırada çağırmaları gerekirdi.. Baş köşeye oturtmaları gerekirdi.. Aslında bir yıl önce, Kürt açılımı açılmadan ÇYDD’nin kapısının çalınması gerekirdi..
Niye mi?

Eksen Türkiye'ye doğru kayıyor

f.koru@yenisafak.com.tr
20 Temmuz 2010 Salı

ŞAM (Suriye)

"Türkiye'nin ekseni mi kayıyor, yoksa Türkiye eksen mi kaydırıyor" sorusunu sorup cevabını almak için ülkemizin komşularına uğramak yeterli. En yakın komşumuz Suriye'nin başkenti Şam'da, sunduğu hizmetleri tanıttığı diller arasında Türkçe de bulunan Dedeman Oteli var. Çarşı-pazarında Türk mallarından geçilmiyor. Suriyeliler de Türk dizilerinin müptelâsı durumundalar.

"Bazı dizileri Abu Dabi TV'de henüz gösterilmeyen bölümleri için Türk kanalından izleyen bile var" dedi burada yaşayan bir dost. Tek kelime Türkçe bilmediği halde sırf dizi merakından saatler boyu bizim kanallara yapışıp kalıyormuş öyleleri...

İstanbul'da son yılların en büyük turist yoğunluklarından biri yaşanıyor şu günlerde ve gelenler arasında en dikkat çeken grup da Araplar... Boğaz kıyılarındaki lokantalarda, başta Topkapı Sarayı olmak üzere müzelerde ve tabii İstiklal Caddesi'nde Türkiye'yi ve vatandaşlarını ilk elden tanımaya çalışan Araplar ile karşılaşmamak mümkün değil.

YAŞ ve yargı

faltayli@htgazete.com.tr
20 Temmuz 2010 Salı,

YARGININ, Yüksek Askeri Şûra'ları "düzenlemek" için bir yöntem olabileceği hiç aklınıza gelir miydi?
Olurmuş.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki terfiler, önümüzdeki günlerde toplanacak YAŞ'ta belirlenecek.
Ancak bu kez YAŞ'ın önüne gelecek liste oldukça kısa.
Çünkü listede yer alacak üst rütbeli askerlerin önemli bir kısmının terfileri YAŞ'ta ele alınamayacak.
Çünkü yasaya göre, hakkında açılmış davalar sürerken bu kişilerin terfilerinin ele alınması mümkün değil.
Balyoz Davası'nın nasıl sonuçlanacağı da bilinmiyor.
Ancak şurası belli.

Rezil ol, yeter ki tiraj al!

Şimdi de “savaş çıkar, rezil ol, tiraj al” gazetecileri çıktı başımıza... Kardak kayalıkları yüzünden az kalsın savaş çıkarıyorlarmış iki ülke arasında...

Kendileri itiraf ediyor...

Haber müdürü olan zat, İzmir bürosundan bir muhabiri Kardak kayalıklarına gönderip, Yunan bayrağı yerine Türk bayrağı diktiriyor.

Haber, genel yayın müdürünün masasına gidiyor.

Müdür, “tam sayfa manşet çalışalım” diyor.

Kendisi de yıllar sonra genel yayın müdürlüğünü tadacak olan bir başka zat itiraz ediyor: “Yapma abi, savaş çıkar...”

Müdürün cevabı şu: “Çıksın... İşimiz bu!”

Hakikaten de savaş çıkacaktı...

Hakikaten de üç beş başıboş keçinin yaşadığı o kayalıklar yüzünden iki ülke birbirine girecekti.

Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ı gülme krizlerine sokan “Uluslararası Kardak Kayalıkları Problemi” nasıl çözüldü? Şimdi orada hangi ülkenin bayrağı dalgalanıyor? Keçilerin mülkiyeti kimde kaldı? Haklılığımızı kanıtlamak için hangi argümanları kullandık? “12 adayı Yunanistan’a verdiniz, bari burnumuzun dibindeki kayalıklar bizde kalsın... Güneybatı Akdeniz’in güvenliği... Ecdat yadigarı... Şehit kanı... Bir karış toprak vermeyiz” filan gibi cümleler mi kurduk?

Heron, Ordu, PKK

Biliyorsunuz Bugün gazetesi çok büyük bir haber yakaladı.

Bir pilot üsteğmenin bir pilot yarbayı arayıp, “Heronlar PKK’lıların yerini belirledi, çok fazla zayiat veriyoruz, Heron’u düşürün” dediğini MİT’in telefonları dinleyerek kaydettiğini ve Genelkurmay’a durumu bildirdiğini yazdı.

Üsteğmen “PKK’lıların” ya da “PKK kılığına girmiş” askerlerin kurtarılması için uçağın düşürülmesini istiyordu.

Lale Kemal’le konuşan Savunma Bakanı da olayı doğruladı.

Dün, Bugün gazetesi olayın bir başka boyutunu ortaya çıkardı.

O üsteğmen pilot, yarbaydan önce, Heronların görüntülerini izleyen istihbarat biriminin başındaki bir tuğamiralle görüşmüş.