30 Eylül 2010 Perşembe

Ani'de cuma namazı


Söylenecek tek şey: 'Allah kabul etsin.' Cemaatiniz varsa cuma namazını istediğiniz her yerde kılabilirsiniz. Farzları yerine getirmek yeterli. Ani'de hazır cami de var.

Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılan kazılarda Menuçihr Camii öne çıkmıştı. Bir katedralden dönüştürme olan bu mabed, Anadolu'nun en eski camilerinden biri; 1072 yılına ait. Çaldıran döneminden beri pek kullanılmamış. Din İşleri Yüksek Kurulu'na sorsak -Ani Harabeleri bugün şehir hükmünde olmadığı için- cuma namazına cevaz vermeyebilir. Cuma namazı özünde İslâm ümmetinin siyasî birliğini vurgulayan bir ibadet. MHP'nin amacı da siyasî bir mesaj vermek olduğuna göre, 'Ani'de cuma namazı'nın ne anlama geldiği üzerinde durulmalı.

Cemaate vaaz


EY cemaat...

Hani siz gönülleri fethedecektiniz?
Kurumların fethi de nereden çıktı?
Görmüyor musunuz?
Siz kurumları fethettikçe, gönüllerden siliniyorsunuz.
¡ ¡ ¡
Ey cemaat...
Hadi gelin, geçmiş zulüm günlerini hep beraber anımsayalım...
Geçmiş zulüm günlerini, yani sizin bugünkü gibi ortama egemen olmadığınız, mazlum olduğunuz günleri...
O günlerde...
Fethullah Gülen’e “silahlı terör örgütünün lideri” suçlamasıyla dava açılmıştı.
Oysa herkes biliyordu ki:
Fethullah Gülen’e her türlü suçlama yapılabilirdi, sadece “silahlı bir örgütün liderliği” suçlaması yapılamazdı.
Ama dönemin egemenleri bunu yaptılar, yapabildiler!
O günün güç sahipleri küstah bir zorlamayla, kibirli bir alayla, biz yaptık oldu mantığıyla “tek kişilik silahlı örgüt” icat ettiler, Fethullah Gülen’in de örgütün yegâne militanı olduğunu öne sürdüler. Ve sizler, “Yargı süreci devam ediyor, bırakalım kararı adalet versin” falan demeden buna çok haklı olarak isyan ettiniz.
¡ ¡ ¡

‘Zorunlu askerliğe hayır partisi’

Dün... Birinci Cumhuriyet’in kromozomlarını biraz daha gün ışığına çıkartacak iki gelişme oldu: Eşref Bitlis’in ölümüne ilişkin soruşturma ve JİTEM’in kurucusu Arif Doğan ifade vermesi.
Birincisi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 1993 yılında uçağının düşmesi sonucu yaşamını yitiren eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in ölümüne ilişkin soruşturma başlattı.
İkincisi, JİTEM’in kurucusu Arif Doğan tüm bildiklerini anlatmak üzere Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’e ifade vermeye başladı.
Bu konulardaki her türlü gelişme, buradaki devlet etme anlayışının ve Birinci Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin çok daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.
Aslında...
Dün belki de en çok konuşulan konu...
Hükümetin kamuoyunda tartışmalara neden olan “tek tip askerlik” ile ilgili çalışmayı rafa kaldırma kararıydı.
Dışarıdan bakıldığında, dünkü çok önemli iki gelişmeyle doğrudan irtibatlı değilmiş gibi gözükebilir, ama kesinlikle öyle değil.
Çünkü...
Bizdeki “askeri cumhuriyet’in” temelinde “zorunlu askerlik” uygulaması var.
Anlatayım...
***
II. Abdülhamit döneminde Prusya Ordusu örnek alındı.
Bunun fiili uygulayıcısı da II. Abdülhamit döneminde askerî okullar müfettişi yapılan ve daha sonra da Çanakkale Savaşları’nı yöneterek en eğitimli, en seçkin sivil kadroları heba ettiren Alman Von der Goltz oldu.
Orduyu Alman devlet ideolojisine göre şekillendirmeye başladı.
Alman hükümdarı I. Frederich Wilhelm, “Prusya ordusu müstakbelde Prusya ‘millet-i müsellahası’ olacak” derdi... Von der Goltz da “Millet-i Müsellaha” isimli kitabında bu sözü ete kemiğe büründürdü, Osmanlı askerî bürokrasisi için 1908’den itibaren ordu-millet yaratmanın felsefesini oluşturdu.
Cumhuriyetin kurucu kadroları da “ordu-millet” felsefesini aynen benimsedi. Vatan ve millet bilincine sahip olan ordu, eğitimsiz milletin fikir ve duygularının gelişmesini, ruhunu ve maneviyatını yükseltmek yönünde güçlenmesini sağlayacaktı, daha doğrusu milleti askerileştirecekti...
Demokrasilerde ordu “devletin” parçasıdır...

Bir zamanlar kahramandı...

Bir zamanların kahraman Emniyet Müdürü'ydü. Devleti ve düzeni sorguluyordu Hanefi Avcı. Ama son gelişmeler yüzünden, ona güvenim sarsıldı. Hatta kendisine bir hayli öfkelendim. Tabii ki önemli değil benim bu duygularım... Şimdi başka çevreler onu baş tacı ediyor. Neden mi? Zira Fethullah Gülen cemaatine vurdu. Kendisine duyduğum sevgi ve saygının azalmasının sebebi, ne Devrimci Karargâh örgütüyle iddia olunan ilişkisi, ne Necdet Kılıç ile yakın arkadaşlığı, ne de Kezban Küçük ile sevdası...
Muhtemelen Devrimci Karargâh'la irtibatı yoktur; bir ihtimal, Necdet Kılıç da bu örgütün üyesi değildir. Olsa bile, Avcı, onun bu işlerin içinde olduğunu bilmiyordur. Avcı'nın evli olması, karısını aldatması özel hayatıdır; "Biz sevgili olacaksak, evlenmeliyiz" diyerek, bir başka yuvayı yıkmıştır. Fakat "Gönül ferman dinlemez" düşüncesiyle buna da şahsen kafamı takmam.

Savarona kutsal mı?

Ama artık kabak tadı verdiler ha!
Geçen gün, az satışlı bir gazetede imzasız bir ahmak, "Savarona'da önemli görüşmeler yapıldığını" yazıyordu...
Yok efendim, Rus ve Ukraynalı kızlarla yapılan yeni "görüşmeler" değil, Atatürk devrindeki görüşmeler...
Okumuyorlar.
Kendilerininkinden çok daha fazla satan gazetelerden hoşlanmıyor olmalılar. Okumak da istemiyorlar, öğrenmek de istemiyorlar.
Ya da domuzluğuna yapıyorlar.
Savarona'da önemli görüşmeler falan yapılmamıştır.
Yazan ahmak, "Atatürk Savarona'da ne yapar? Yapsa yapsa önemli görüşmeler yapar herhalde" diye düşünüyor olmalı...
Savarona, 1938 yılında, Atatürk'ün hayatının son yılının son aylarında ülkemize gelmiş, Atatürk ona yalnızca birkaç kere binebilmiştir!
Artık ayakta duracak gücü kalmadığı için de "yedekte" inip binebiliyor, koltukla götürülüp getiriliyordu. İyice kötüleyince, Dolmabahçe Sarayı'na geri götürüldü (hani şu içki ve kadın düşkünü pis padişahların içinde zevk ve sefaya daldıkları pis Osmanlı sarayı...)

29 Eylül 2010 Çarşamba

Sakın terk-i edebten..

sami.ozey@tg.com.tr
05 Temmuz 2010 Pazartesi
Geçen yazılarımdan birinde de kendisinden bahsettiğim Urfalı Nabi 17. yüzyıl şairlerindendir.. Nabi, kuvvetli bir şair olmasının yanında Peygamberimize ve Allah dostlarına gösterdiği hürmetle de tanınan bir edebi şahsiyettir..
Bugün de sizlere bu şairin başından geçen bir güzel olayı sunacağım..
Nabi, bir paşanın davetine icabet ederek Hacca niyetlenir.. O zamanın şartlarıyla bu yolculuk hayli zorlu geçer.. Develerin oluşturduğu konvoyla önce Mekke‘ye gidilir, oradaki görevler ifa edildikten sonra da Medine‘ye geçilir..
Nabi‘nin de içerisinde bulunduğu hac kafilesi Medine sınırlarına yaklaşmıştır.. Vakit gecedir ve Hz. Rasulullahın aşkıyla yanıp tutuşan Nabi’yi bir türlü uyku tutmaz.. O sırada kafilede bulunan ve devenin üzerinde bulunan genişçe sedirde uyuyan paşanın ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yattığını görür.. Bu manzara karşısında üzülür ve yüksek sesle o meşhur nat’ını okumaya başlar.. Bunların hepsi doğaçlama olmuştur.. O an içine doğmuştur..
“Sakın terk-i edebten kuy-ı mahbub-ı Hüdadır bu,
Nazargah-ı İlahidir Makam-ı Mustafa’dır bu”..
Bu muhteşem sözleri duyan paşa ve konvoydaki diğer kişiler de uyanır ve mahçup bir biçimde toparlanırlar.. Çok geçmeden kervan tekrar yola koyulur.. Mescid-i Nebevi’ye yaklaştıklarında ise onları hayrete düşürecek esas sürpriz beklemektedir.
Mescid-i Nebevi’nin minarelerinden yanık yanık bir beyit okunmaktadır.. Ardından da sabah ezanı okunur ve namazlar kılınır.. Nabi, Paşa ve konvoydaki kişiler namaz sonrası doğruca ve de şaşkın br vaziyette müezzini ararlar ve bulurlar da..
Nabi sorar müezzine;
“Allah aşkına söyle, bu nasıl bir iştir?.. Ezandan önce okuduğun beyti nereden biliyorsun?..”
Söylemem, der müezzin.. Kafamı bile kesseniz söylemem!..
Bunun üzerine Nabi bu nat-ı şerifi kendisinin söylediğini söyleyince, müezzin toparlanır ve ardından edepli bir şekilde sorar;
“Yoksa sen Nabi misin?..”
“Evet, ben elbette Nabi’yim,” diye cevap verir Nabi..
Müezzin “Elhamdülillah” diyerek Nabi’ye sarılıp gözyaşı döktükten sonra şunları söyler;
Bu gece Resul-ü Ekrem Efendimiz (sav) benim ve Mescid-i Nebi’nin diğer müezzinlerinin rüyasına girip bize; “Medine’ye ümmetimden ve beni çok seven Nabi isimli bir şair geliyor, onu kendisinin beytiyle karşılayın” diyerek bu beyti bize ezberletti.. Ve sabah ezanından önce de okumamazı emretti..
Bunu duyan şair Nabi hıçkırıklara karışmış bir şekilde müezzine sarılarak;
“O Habib-i Hüda, O Tabib-i Kulüb, O Firdevs-i Aşiyan, gerçekten benden mi bahsetti.. Günahkar ve biçare bir kul olan Nabi’yi hakikaten ümmetinden mi saydı” diyerek uzun süre gözyaşı döktü..
Kolay değil elbette değerli okuyucularım..
Peygamber(sav) tarafından methedilmek, övülmek için insan nelerini vermez ki?..

Hanefi Avcı neden tutuklandı?

Hanefi Avcı Karargâh Örgütü'ne yönelik operasyonlar kapsamında tutuklandı.
Avcı'nın tutuklanması her yönüyle izaha muhtaçtır.
Avcı iki ay önce, Gülen cemaatinin emniyet ve yargı içinde etkili biçimde yapılandığını iddia ettiği "Haliç'te Yaşayan Simonlar" adlı kitabıyla siyasi gündeme oturmuştu.
Avcı'nın kitabında aktardığı olaylar ve gelişmeler, bizce kitabın iddiasını doğrulayacak güçte değildi.
Ancak bu tutuklama kitapta sunulan kanıtların yerine geçecek kadar güçlüdür ve o iddialarla ilgili yeni sorular sorduracak niteliktedir.
Bir emniyet müdürü "teşkilat içinde, özellikle istihbaratta cemaat örgütlenmesi var, beni bile dinliyorlar" diyen bir kitap yazmakta, bir süre sonra, "bir kadınla ilişkisi olduğuna ve bu yüzden izlendiğine dair bilgiler gazetelere servis edilmekte", ardından "silahlı bir sol örgütle dolaylı teması olduğu iddiasıyla tutuklanmakta"dır.
Bu durumda doğal olarak tutuklama işleminin bir rövanş operasyonu ve bir itibarsızlaştırma girişimi olduğu akla gelmez mi?

Vatan yahut Preveze

Hiçkimsenin oturup da okumadığı ama mektep medrese görmüş ya da görmemiş herkesin papağan gibi adını ezberlediği şu ünlü oyun var ya, "Vatan yahut Silistre"...

Oradaki yahut, "bu oyunun adı şudur ya da budur" anlamına gelir.
Yani, "bu oyunun adı yalnızca Vatan'dır, tek kelime, ya da isterseniz, daha çok beğenirseniz Silistre'dir, tek kelime" demektir.
Ama biz hürrp diye bir solukta ezberlediğimiz için oyunun adını üç kelimeden oluşan bir bütün sanıyoruz.
Oysa Namık Kemal merhum "birinden birini seçmek zorunda kalırsak ya vatanı savunacağız ya da yalnızca Silistre'yi arkadaşlar" falan demek istemiyor!...
Laf aramızda, günümüz ölçülerine göre bayat, ilkel, berbat bir oyundur. Sahneye koymaya kalksanız tutmaz, üç günde kaldırırsınız, paranız da batar.
Neyse, benim demem o değil.
Geçen gün Preveze zaferi kutlandı efendim. Zaferin tam 472. yıldönümü!
Kutlayan elbette deniz kuvvetleri, iş edinip yazan da bir tek Babıali'nin uskuru kopmuş amiral gemisi... Devletin de sözcüsü ya...

Başbakan aradığı gazeteciyi buldu



Referandum oylamasından önce Başbakan Erdoğan'ın Diyarbakır'da yaptığı konuşmada Diyarbakır Cezaevi'nin yıkılmasına ilişkin sözleri hiç yankı bulmadı. Şaşırdım. Ya seçim yatırımı diye bakıldı ve üzerinde durulmadı ya da yoğun gündemde kayboldu.

Oysa önemliydi.
Diyarbakır Cezaevi kolektif hafızamızda bu ülkenin utançlarından biridir; 12 Eylül'ün işkencelerinin merkezi, hepimizin hesaplaşması ve yüzleşmesi gereken kirli bir geçmişimizdir.

Başbakan, bu kirli geçmişle hesaplaşmak için bu binayı yıkmayı önerdi işte.
Oysa toplumların kendi geçmişleriyle yüzleşmeleri, hesaplaşmaları için bu gibi utanç anıtlarının da yerinde kalması gerekiyor. Sayısız örnek verebilirim. Buraların söz gelimi müzeleştirilmesi yaşananları unutmamıza engel oluyor; bilinçaltımızda canlı tutmamıza ve en önemlisi kuşaktan kuşağa bir ders olarak aktarılmasına yarıyor.

Bu yüzden Kamboçya'da 'Ölüm Tarlaları'nın üzerine gökdelen dikmiyorlar. Girişteki cam kulenin içine yığılmış kuru kafaları gören her ziyaretçiye ibret olsun diye.

Diyarbakır Cezaevi de böylesi bir ibret anıtına dönüştürülebilir. Hiç unutmamak
ve hep hatırlamak için. Böylesi, kuşkusuz yıkımdan daha etkili ve uzun vadeli bir simge olur.

Ancak Başbakan'ımız yıkıma haddinden fazla prim veren bir kültürün temsilcisi. Kendisi muhafazakar bir siyasetçi ama 'muhafaza etmek' konusunda hiç başarılı değil. Yıkıp, yenisini bakmaya, yok etmeye ve hatıraların üzerine gökdelen dikmeye çok hevesli.

Diyarbakır Cezaevi'nin yıkımı tartışılmadı ama yıkma takıntısına kurban gidip hayaletleştirilerek kaderine terk edilen AKM yeniden gündemde. 

27 Eylül 2010 Pazartesi

Numan Bey yol ayrımında!..Gitmek mi zor, kalmak mı?

 
Hiç “labirent bulmaca” çözdünüz mü?.. Mutlaka çözmüşsünüzdür... Bilirsiniz, “labirent bulmaca”larda, “3 yol” vardır... Ne var ki, bu “yol”lardan “sadece biri” hedefe ulaşır... Diğer “2 yol” ise, önü kesilen birer “çıkmaz sokak”tır!.. Ne yaparsınız “labirent bulmaca”yı çözerken?.. “Çıkış yolları”ndan hareket ederek, “hedef”e varıp varmadığını kontrol edersiniz; değil mi?.. Bu kontrolden sonra da, “kesin kararınızı” verir, kalemi elinize alır ve başlarsınız “hedefe giden yol” üzerinde çizmeye... Aslında, “siyasi lider”lerin yaptığı da budur... Onlar da “labirent bulmaca” çözerler... “Çıkmaz sokak”larda ilerlemek yerine, “hedefe giden yolu” kestirmeye çalışırlar ki, bunun siyasetteki adı “strateji”dir... İyi bir strateji çizen lider, “hedefe” ulaşır... “Yanlış strateji” üzerinde yürüyen lider ise, “çıkmaz sokak”larda kaybolmaya mahkûmdur...
Şu anda, Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un önünde de bir “labirent bulmaca” vardır... Evet, önünde “3 çıkış yolu” vardır... Ama bu yollardan “hangisine” karar verecek ve onu “hangi yol” hedefine ulaştıracaktır?.. Sanıyorum Numan Kurtulmuş, bir “karar arefesinde”dir!. “Kritik bir süreç”ten geçmekte ve bir “yol ayrımı”nda bulunmaktadır...
“DÂVÂLAR CHP’DEN SERVİS EDİLDİ!”
Dün, biraz da “Kurtulmuş’un nabzı”nı ölçmek için, Topkapı’daki Eresin Otel’de verdiği öğle yemeğine katıldım... Acaba kararı netleşmiş miydi, yoksa “kafası hâlâ karışık” mı?..
Numan Bey; “Erbakan Hoca’nın sünneti”(!) gereği “hep geciktiği” toplantılar kadar olmasa bile, “biraz gecikmeli” geldiği toplantıda, “dünden-bugüne yaşanan süreç” hakkında kısa bir açış konuşması yaptı.
Özellikle “11 Temmuz’daki Büyük Kongre”ye vurgu yaptı... “Kongre’de 2 liste vardı” deyip, ekledi:
“Her iki listedeki genel başkan adayı bendim... Yani, benim üzerimde bir mutabakat vardı... Peki, ne oldu da 13 Temmuz’dan itibaren aleyhimde kampanya açıldı?.. Ne oldu da; Kongre’yi iptal ettirmek için bir dâvâ bombardımanı başlatılıp, 14 dâvâ birden açıldı?”
Numan Bey; bu “dâvâ bombardımanı”nın, “Şevket Kazan-Önder Sav görüşmesi”nden sonra başlatılmış olmasına özellikle dikkat çekiyor ve ekliyor:
“Mahkemeye delil olarak sunulan bu dâvâların hemen hepsi; CHP’nin yerel mahkemelere açtığı dâvâların örnekleri!.. Demek ki, Yargıtay’ın internet sitesinde bulunmayan bu dâvâ örnekleri, özel bir kurye ile CHP Genel Merkezi’nden gönderildi.”
Bu dâvâların, “aynı hakime düşmüş olması”nın da tesadüf olamayacağını söylüyor Numan Bey ve ekliyor: “Bu da, yargının nasıl siyasallaştığını göstermeye yeterlidir!”
ANKARA’DAKİ YEMEKTE KİMLER VARDI?

Kurtulmuş parti kurar mı? Kursa tutar mı?

  rcakir@gazetevatan.com
Ruşen Çakır
Numan Kurtulmuş önce Genel İdare Kurulu’nun, ardından il başkanları ve belediye başkanlarının büyük çoğunluğunun desteğini aldı ve galiba kendisini Saadet Partisi’nden ayrılıp yeni bir parti kurmanın eşiğinde buldu. Dün bir grup muhafazakâr gazeteci ve aydınla görüşen Kurtulmuş, bugün-yarın kamuoyunun karşısına çıkıp yeni partiye start verdiklerini açıklayabilir.

Kurtulmuş liderliğindeki yeni bir partinin şansını tartışmadan önce zamanlamayı ele alalım: Anlaşıldığı kadarıyla Kurtulmuş, kayyum eliyle düzenlenecek olan SP kongresine katılmayacak ve ondan önce yeni parti için kolları sıvayacak. Bu haliyle kongreyi kazanma ihtimali çok ama çok düşük olduğu için böyle yapması isabetli olur. Aksi takdirde “kongreyi kazanamayınca çekip gitti” denir ki daha baştan Kurtulmuş ve yeni partisinin imajı ciddi bir şekilde zedelenmiş olur. Kongre demişken, eğer bazı SP’liler, Necmettin Erbakan faktörünü öne çıkarıp yapılmış olan kongrenin iptalini istediğinde Kurtulmuş bizzat olağanüstü kongreye gitmeye yanaşmış olsaydı, durum bugünkünden hayli farklı olabilirdi. Neyse, zamanı geriye sarmak mümkün olmadığı için ileriye bakmaya devam edelim..

Hem solcu, hem İslamcı

Türban ve Ötesi

Marmara Üniveritesinden öğretim üyesi dostumuz arıyor:
- Türban yasağının uygulandığı tek üniversite bizimkiydi, diyor, bizde de rektörün değişmesiyle birlikte yasak kalktı... Artık türbanlı öğrenciler hem kapuse hem sınıflara girebiliyor...
Ortada Kemal Kılıçdaroğlu’nun çözmesi gereken bir sorun kalmadı. Ne var ki CHP Genel Başkanı bu konuda hala ısrarlı.
Aynı azimle “Anayasayı değiştirelim” çabasına da girmiş bulunuyor. Sanki demokratikleşme AKP’nin umurundaymış, sanki AKP çoğunluğuyla yapılacak bir anayasaya CHP’nin görüşleri sokulabilirmiş gibi...
Güncel onca sorun ise nedense CHP’nin ilgi alanına girmiyor.
Örneğin 800 bin memur adayı şu sırada kopya skandallarına sahne olan KPSS ile boğuşuyor. Doktorlar TUS bunalımında.
Türkiye’nin sınav sistemi çöktü. Gençler yalnız bırakıldı.
Ege’de çevre protestoları aldı başını gidiyor.
HES’ler yurt çapında tepkilere yol açıyor...
CHP bu konularda da sessiz.
Telefonlar dinleniyor...
Son olarak Deniz Baykal veya Hanefi Avcı vakasında görüldüğü gibi... Hoşa gitmeyen kimi kişiler ses kayıtları ve kasetlerle vuruluyor...

Cemil İpekçi’nin defilesine karşı çıkışın perde arkası!

YENİ ÖĞRENDİM

Cumartesi ve pazar günleri Mardin’deydim. Cemil İpekçi’nin “olay yaratan” defilesini izlemek için gittim.

Açıkçası “çok da iyi ettim” diyorum kendi kendime. Çünkü gerçekten bir defilede bugüne kadar izlemediğim “görsel bir şölene” tanıklık ettim öncelikle.

Sonra; üçüncü kez gittiğim Mardin’de bu kez halkla daha çok sohbet etme olanağı buldum. Mardin ve Mardinlilerle ilgili bilgi ve gözlemlerim hayli zenginleşti.

HARİKA DEFİLE: Öncelikle defileden söz etmek istiyorum. Gerçekten müthişti. Kıyafetler çok çarpıcıydı. Sahne düzeni ve üç boyutlu bilgisayar gösterisi alışılmışın dışındaydı. Ama en önemlisi Mardinli kadınların ortaya çıkardığı yeteneğin, uluslararası alanda değer görmesi çok anlamlıydı.

Defileyle ilgili haberleri zaten günlerdir gazetelerde okuyor televizyonlarda izliyorsunuz. Ben size “toplu namazlarla” gösterilen tepkilerin gerçek nedenini, bizzat Mardinlilerin tanıklığı ile anlatmak istiyorum.

Aslına bakarsanız gösterinin yapıldığı Kasımiye Medresesi üzerinden koparılan fırtına tamamen sahte. Anladığım kadarıyla defile burada değil de herhangi bir mekânda da yapılsa, belli çevreler aynı gürültüyü yine çıkaracaktı.

PİSLİK İÇİNDEYDİ: Çünkü Kasımiye Medresesi’ni daha önce de görmüştüm. O sırada henüz restorasyon çalışmaları başlamıştı. Her tarafı yıkık döküktü, kimi ayyaşların, berduşların mekânıydı, pislik içindeydi.

Restore edildikten sonra medresede pek çok etkinlik yapıldı. “Toplu namazcıların” savunduğu “burada içki içilecek, burası mankenlerin yeri değil” savlarının tamamen palavra olduğunun en büyük kanıtı da zaten bu etkinlikler.

Üstatlara isyan çağrısı


TARAF Gazetesi yazarı Roni Margulies, şair Necip Fazıl’ın Yahudi düşmanlığı yaptığına dair sert bir yazı yazmış.


Necip Fazıl’ın her taşın arkasında Yahudi arayan, Hitler’e hafiften arka çıkan, Yahudilerin bütün kötülüklerin anası olduğunu öne süren satırlarını alıntılamış.
Ardından da...
“Böyle birinin adı nasıl oluyor da sokaklara, okullara, kültür merkezine veriliyor” diye sormuş.
* * *
Roni bir Yahudi’dir...
Durun, hemen üstüne atlamayın bu bilginin.
Roni, aynı zamanda sıkı bir İsrail karşıtıdır. İsrail’e en yaman eleştirileri o getirir.
Ne zaman Filistin’in üstüne bombalar yağsa...
Muhafazakâr medyamız, hemen Roni’nin kapısını çalar.
Ve Roni, İsrail’e saydırdıkça saydırır.
Muhafazakâr basınımız da bu saydırmaları manşete çeker, “Bakın, bir Yahudi de İsrail’i eleştiriyor” havasıyla...
* * *

Dehşetli Dünya Sarhoşluğu

Mİlyonlarca Müslüman dünya sarhoşluğu içinde. Sadece pek gafiller ve cahillerden ibaret değil bu güruh. İçlerinde beş vakit namaz kılanları, oruç tutanları, hacca ve umreye gidenleri, ben pek dindarım diye böbürlenenleri de var.
Dünya sarhoşluğu ve dünya şehvetleri... Nedir bunlar?
• Birincisi: Parayı, altını gümüşü, lirayı doları euroyu ana değer kabul etmek, paraya ve maddeye çılgınca ve beyinsizce âşık ve meftun olmak.
• İkincisi: Hiç ölmeyecekmiş gibi şu fânî, aldatıcı, oyalayıcı dünya için çalışmak, âhireti unutmak ve ona hazırlanmamak.
• Üçüncüsü: Müslüman oldukları halde, kafirlerin en beyinsizleri gibi kâfirâne bir hayat sürmek, onları her işte, her hususta taklit etmek.
• Dördüncüsü: Serveti, malı, parası, zenginliği onu gurura, kibre düşürmek.
• Beşincisi: Lükse kaçmak. Lüks meskenleri, lüks yazlıkları, lüks binitleri, lüks dekorasyonu, lüks giyim kuşamı, lüks âlet ve cihazları ile kara toprağa girinceye kadar öğünüp durmak.
• Altıncısı: Dünya hayatının bir sınav olduğunu unutmak, başarılı olmak için gayret göstermemek, çalışmamak.
• Yedincisi: Yularını benliğinin/nefsinin eline vermek.
Evet milyonlarca zamane Müslümanı ahlak ve fazilet şişelerini taşa çalıp kırmıştır. Kanaat, zühd, takva, tevâzu büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Ramazanda açlıktan, sefaletten intihar eden Müslümanlar varken, birileri lüks ve debdebe içinde beş yıldızlı iftar ziyafetleri vermiştir.
Milyonlarca zekata muhtaç fakir ve miskin Müslüman varken, zekatlar Kur'ana aykırı olarak toplanıp harcanıyor.

Minareler süngümüz; Cami avluları podyumumuz!

Tayyip Erdoğan, Anayasa değişiklikleri halk oylamasında kabul edildikten hemen sonra yeni bir Anayasa için herkesin çalışmalara başlamasını istedi hatta ABD’deki başkanlık sistemini savunmasıyla bilinen Burhan Kuzu’ya alenen talimat bile verdi.
Erdoğan, ısrarla Yeni Anayasa’yı genel seçimlerden sonra oluşacak parlamentonun yapabileceğini söylerken, Kemal Kılıçdaroğlu, “Elimizi tutan mı var, hemen yapalım” diye cevap verdi ve dokunulmazlıkların yeniden düzenlenmesi ve seçim barajının düşürülmesi ile ilgili Anayasa maddelerinin hemen değiştirilebileceğini söyledi. Bu iki konudan rahatsız olan Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu samimiyetsiz bulduğunu ifade edince, o da “Gerekçen nedir?” diye sordu.
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu TESK Genel Kurulu’nda aynı odada buluştu. Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na “Başörtü meselesini devamlı dillendirdiniz, söylediniz. Bugünden tezi yok hemen adımı atalım. Hemen ekipleri kuralım, çalışmaya başlayalım” dediğini açıkladı. 

Gül’den CHP liderine övgü

ABD’deki temaslarını tamamlayan Gül, dönüş yolunda önemli açıklamalarda bulundu. Atlantik üzerinde Gül, HSYK’ya atamadan, görev süresi, başkanlık sistemine kadar soruları cevapladı
Cumhurbaşkanı Gül, DGM’lerle özel yetkili mahkemeler arasındaki tek farkın üniforma olduğunu söyledi.
Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılıp yerine özel yetkili mahkemeler kurulurken kendisinin başbakan olduğunu hatırlatan Gül, bu konuda şu değerlendirmeyi yaptı:
“Bu mahkemeler kurulurken hukuk danışmanlarım ‘Bu yetkiler çok fazla’ diyerek kaygılarını dile getirdiler. Ancak bazı kurumlar, ‘Bunlar çok önemli’ diye bastırdılar.
Güzel de DGM’lerin sadece insanları değişti, üniformları çıktı. Bütün bunlara bakmak lazım.”
Dosya:http://91.93.103.35/icerik/100927-114435-erg.jpg







Amerika’dan dönüşte Cumhurbaşkanı Gül ile iç politika ağırlıklı bir söyleşi yaptık. Sorularımız ve Gül’ün cevapları şöyle:
• Referandumdan sonra siyasi hava yumuşadı izlenimi var. Ne diyorsunuz?
Böyle olması lazım... Siyaset bütün enerjisini karşılıklı mücadeleye değil ülke için de harcamalı. Buna ihtiyaç var. Kutuplaşma seçimlerde oluyor, ama seçimden sonra geçmesi lazım. Hiçbir zaman onarılamaz bir yara gibi görmedim. İddialı seçimlerde bu hep böyle olur. İnşallah olacak. Türkiye’nin geleceğine olan inancım her zamankinden kuvvetli.

Hz. Muhammed ve Türkler


hasandemir54@hotmail.com

Kırk yılını, “Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler” bahsine vakfetmiş Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı aynı isimli eserinin “Osmanlı Türkleri” bölümünde, “İşte Hz. Peygamber’in Sahabeden Yüseyr b. Câbir’den gelen uzun bir hadisi ve o hadiste tasvir ettiği savaş sahneleri” dedikten sonra, “Müslümanların koca bir Haçlı zihniyetine karşı yaptıkları” bir harbi anlatan o ünlü Hadisi nakleder:
“İşte o harplerinizde Müslümanlar ölüm için bir öncü fırka kuracak, ta gece aralarına girinceye kadar çarpışacak, hiçbir taraf galip gelemeyecek ve öncü fırkalar bitecektir. Daha sonra Müslümanlar ölüm için tekrar bir öncü fırkası daha kuracak, gece aralarını ayırıncaya kadar çarpışacak, onlar da, bunlar da, hiçbiri galip gelemeyecek, bu fırka da bitecektir. Daha sonra Müslümanlar ölüm için yine bir öncü fırka teşkil edecek, öyle ki galip gelmedikçe geri dönmeyecekler ve akşama kadar çarpışacaklardır. Nihayet onlar da bunlar da geri dönmeyecek, hiçbiri galip gelemeyecektir.

Öcalan’dan Mandela çıkar mı?

Hükümetle BDP arasındaki görüşme, muhalefet cephesinin ortanca partisi tarafından “sert bir dille” eleştirilmişti, biliyorsunuz.
Sert açıklamaların aranan ismi Oktay Vural “Anayasanın, PKK’nın istekleri doğrultusunda masaya yatırıldığını”, görüşmeye katılan isimlerin (Cemil Çiçek’in, Sadullah Ergin’in filan), “ellerinde Öcalan’ın yol haritasıyla” PKK’yla direkt müzakereye başladıklarını ileri sürmüştü.
Bunları biliyorsunuz ama küçük bir hatırlatma yapmakta yarar gördüm...
Konu şu:
Oktay Vural’ın açıklamasından da anlaşılacağı üzere, MHP, Meclis’teki Kürt partisini (yani BDP’yi), sadece PKK’nın sözcüsü değil, bizatihi “PKK’nın kendisi” olarak görüyor.
Böyle midir?
Bunun cevabını, anayasa değişikliği oylamasında ve referandum sürecinde MHP’yle ortak hareket eden, daha doğrusu MHP’yi hiç üzmeyen BDP’nin şahin Eş Başkanı Selahattin Demirtaş versin.
Burada, sert açıklamaların aranan ismi Oktay Vural’a da açıklama hakkı doğuyor tabii. İsterse kullanabilir...
Mahut paket parlamentoda görüşülürken boykotçular arasında BDP de vardı. Hatta BDP, direkt kendisini ilgilendiren “parti kapatma konusu” müzakere edilirken Meclis’e girmeyerek maddenin paketten düşmesini sağlamış, zımni ortağı MHP’nin memnuniyetine memnuniyet katmıştı.
Demek ki MHP, anayasa değişikliği oylamasında ve referandum sürecinde “bizatihi PKK olan” partiyle işbirliği yaptı.
Böyle mi okumalıyız?

SAADET’TEN AKP’YE BEŞ PUAN HEDİYE..

27 Eylül 2010
Başbakan seçim tarihini açıkladı.. Haziran’da sandık dedi..
Dediği anda da her kesin kafasına aynı soru düştü..
Ne olur?
Gören, tanıyan bana da soruyor; ne olur?
Elimde ölçü aleti yok.. Araştırma şirketim de yok.. Bu yüzden diyorum yüzde işini bilmem..
Tahmin et diye ısrar ediyorlar; üç aşağı beş yukarı!.
Valla diyorum bu işin üç aşağısı, beş yukarısı yok.. Şu kadarını söyleyebilirim.. AKP için ne tahmin ediyorsanız, yüzde kaç öngörüyorsanız üzerine beş puan koyun..
Beş puan!..
Neden mi?
Saadet oyları..
Erbakan Saadet’i bitirdi.. O parti daha da iflah olmaz, seçime kadar hiç olmaz.. Numan Kurtulmuş ile parti bir damar yakalamıştı.. AKP’nin tabanına hitap eden o damarla Saadet yüzde yedilere, çıkmıştı..
Kurtulmuş kalsa da gitse de fazla bir şey değişmez.. Yeni parti kursa da fark etmez.. O damar çatladı.. Yüzde yedi olsa olsa bundan sonra ancak yüzde iki olur..
Yüzde beş AKP’ye geri döner..

Polemiğin şehvetine kapılmadan yazıyorum



“TÜRK köşe yazarı”, burnundan asla kıl aldırmaz.

En liberali de böyledir, en ulusalcısı da... Mehmet Barlas’ı da böyledir, Emin Çölaşan’ı da...



Tahammülsüzdürler. Eleştiriye hiç gelmezler. Sıkıştırıcı sorulardan hazzetmezler. Sözlerinin üstüne söz söylenmesine rıza göstermezler. Özeleştiri yapmazlar.
İşte Mehmet Barlas!
Burnundan kıl aldırmaya yanaşmıyor. Kendisini özeleştiriye mecbur bırakan bir soru karşısında hemen çirkinleşebiliyor. Lakap takıyor. Araya patron isimlerini sokuşturuyor. Sınıf ayrımcılığı yapıyor.
* * *
Aslında Mehmet Barlas’ın durumu o kadar da “facia” değil.
“Her devrin adamı” olmadığını kanıtlayan birkaç delil var elinde.
Mesela... Dün kendisi yazmış, “Demirel beni susturmak istedi” falan diye...
Mesela... Ben tanığım: 28 Şubat’ta direndi ve işinden oldu.
Polemiğin şehvetine kapılmadan şunu yazabilirim:
“Mehmet Barlas her devrin adamı değildir, bazı devirlerin adamıdır”.
* * *

Çıkar o cübbeyi

Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Pircan Barut Emre, çok sevdiğim, “canım kardeşim” dediğim çok değerli bir savcıdır.
Tıpkı Ali Çakır gibi...
Sağ olsun, beni hiç hayal kırıklığına uğratmıyor, önüne gelen her suç duyurusunu davaya dönüştürüyor, suç duyurusu olmazsa durumdan vazife çıkarıp resen dava açıyor, baktı zaman darlığı var ifademe bile başvurmuyor.
Sakın ola, Ergenekon yazılarımdan dolayı kıymet bildiğini sanmayın, maşallah yurdun her herhangi bir bölgesindeki vakayla ilgili yazılarımı bile takip edip mahkemenin yolunu tutuyor.
Enerji Bakanı Taner Yıldız’a yumruklu saldırıyla ilgili yazım bile ifademe gerek duyulmadan dava konusu yapıldı. Bütün televizyonların canlı yayın yaptığı konu, bana gelince soruşturmanın gizliliğini ihlal olarak görüldü.
Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal ile ilgili iddia bile hakkımda “hakaret” davasına dönüştü. Ünsal cezaevinden mahkemeye gidip ifade verdi, bizim avukat çıldırdı, “Hakaret bunun neresinde, cezaevinden gelmesi bile her şeyi anlatmıyor mu?” diye sordu.
Canım savcım...

Bitir beni Kemal

Çok tartışılmış bir konudur efendim (kötü yazarlar lafa böyle girerler)... Serbest Fırka meselesi.
Bunun gerçek bir muhalefet hareketi mi olduğu, yoksa bir "muvazaa" partisi mi sayılması gerektiği çok tartışılmıştır. (Eee, senin fikrin ne?)
Bir yoruma göre, Atatürk "şöyle ikinci bir parti kurdurayım da kimler bana karşı, dökülsünler ortaya, bir göreyim" demiştir... Sonra canlarına okumak üzere...
Kimisi de, "memlekette CHP'ye karşı öyle büyük bir tepki vardı ki, Atatürk ikinci bir partiye izin vermekten başka çare bulamadı" der...
Kimi şaşkın da bu partiye izin verilmiş olmasını "Atatürk'ün ve İnönü'nün aslında ne kadar demokrat olduklarının" kanıtı sayar! (Kapanmasına ne diyor?)

25 Eylül 2010 Cumartesi

İsrail'i sevenlere...

31 Mayıs'ta İsrail ordusu Mavi Marmara gemisine saldırdığında bildik bazı kişi ve çevreler inanılmaz bir şekilde gemide dalgalanan Türk bayrağı ve ölen 9 Türk vatandaşını görmemezlikten gelerek bu saldırıyı haklı göstermek ya da gerekçelendirmek için yoğun çaba harcadı.
Sanki bu ülkenin insanı değiller.

Neyse ki ; bu kişi ve çevrelere ilk tokat BM İnsan Hakları Konseyi'nden geldi.
Konseye bağlı özel komisyon saldırıyla ilgili  raporunu çarşamba günü açıklayarak İsrail'i gaddarca vahşet uygulamakla suçladı ve hiçbir neden ya da gerekçenin bu vahşeti meşru gösteremeyeceğini vurguladı. Raporun detaylarıyla ilgili olarak gazete, televizyon ve internet siteleri ayrıntılı bilgiler verdiği için bunları tekrar anlatmanın bir anlamı yok. Kaldı ki; İsrail'in vahşeti ya da uluslararası hukuka saygısızlığını kanıtlamak için bu rapora zaten gerek yoktu. Çünkü İsrail'in saldırganlığı ya da uluslararası hukuka saygısızlığını tescil eden   onlarca BM kararı vardır. Geçen yıl BM İnsan Hakları Konseyi ünlü Goldstone raporunu kabul ederek İsrail'in Gazze saldırısı sırasında savaş suçu işlediğini ve soykırıma varacak kadar katliam yaptığını ilan etti.
İsrail; Goldstone raporundan ders almış olsaydı Marmara saldırısını gerçekleştirmezdi. Gazze saldırısını haklı göstermeye kalkışanlar ya da bu saldırıya gerekçe bulma yarışına girişenler olmasaydı, belki de İsrail bunların bu davranışından cesaret alarak 9 Türk vatandaşını bilerek ve seçerek öldüremeyecekti.

Ama yapılacak bir şey yok.

Fatma Gül'ün suçu yok

Ertuğrul Özkök Genel Yayın Yönetmenliği'ni bırakalı beri "farklı" yazmaya başladı.
Yazdıkları ile bazen geçmişi ele veriyor gibi geliyor bana.
Gelin dünkü yazısına bakalım.
Özkök, Abdullah Öcalan Mülkiye'yi bitirdikten sonra dağa çıkmasaydı ne olurdu diye tahminlerde bulunmuş.
Bu varsayımlardan biri şöyle:
"Atak çocuktur! Bir ihtimal, alnına "dönek" yaftasının yapıştırılacağı bazı mahallelere sürüklenirdi.
Dünün ayıplanan, ezilen; bugünün ise muktedir ve ezen; dünün mazlum, bugünün en zalim "en mutena semtlerine."
Mesela Oral Çalışlar, Cengiz Çandar veya Şahin Alpay'ın komşusu olabilirdi.
Sittinsene muhalefette, azınlıkta kalmanın hıncını alır, çoğunlukta olmanın keyfini çıkarır, tahakkümün karşı konulmaz hazzını sonuna kadar tadardı."
Bu şu demek değil mi?

Türkiye’nin gurur günü

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hayatının en keyifli günlerini yaşıyor.
Türkiye’nin dünya siyasi arenasında gücünü hissettirmesine, söz sahibi olmasına hem katkıda bulunmuş, hem de bizzat tanıklık etmiş olmasının rol oynuyor.
Perşembe günü Türkiye, Birleşmiş Milletler tarihinde bugüne kadar sadece 5 kez yapılan Güvenlik Konseyi Zirvesi’ni topladı ve bu toplantıya başkanlık etti.
“Barışı inşa etmek, korumak ve önleyici diplomasi” konulu zirveye 10 devlet ve hükümet başkanı katıldı.
Abdullah Gül’ün konuşmasının ardından katılımcılar söz aldı ve oybirliği ile bir “başkanlık açıklaması” üzerinde uzlaşıldı.
Cumhurbaşkanı Gül’ün deyimiyle, bu açıklama BM için “Kanun Hükmünde Kararname” niteliğinde yani bağlayıcı.
Gül, zirvede konuşan ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmayan liderlerin BM’nin mevcut yapısına ağır eleştiriler getiren çok güzel konuşmalar yaptığını söyledi.
BM’nin 1945 yapısına uygun bir sistem getirdiğini vurgulayan konuşmacıların “Artık dünya değişti, 1945’in koşullar mevcut değil. Bu yapı bugünkü dünyaya uygun değil” eleştirileri getirdiklerini belirtti.
Böyle bir zirve düzenlemek kolay değil. 2009’da Amerika’nın yaptığı zirveden hemen sonra böyle bir işe girebilmek gerçekten Türkiye’nin dünyadaki gücünü ve yerini gösteriyor.
Türkiye bu zirvenin hazırlıklarına aylar önce başladı, davetlerini yaptı, temayı bildirdi ve büyük destek gördü.
Zaten zirve sonunda tüm liderlerin Cumhurbaşkanı Gül’e teşekkürleri iletmesi sadece zirvenin düzenlenmesinin değil, elde edilen sonucun yarattığı memnuniyetin de bir göstergesi.
BM bugün barışı sağlayıp savaşı engelleyecek bir yapıda değil.
Bu, zirvede konuşan ABD Dışişleri Bakanı Clinton tarafından da kabul edilen bir gerçek.
Gül, zirveyle ilgili olarak “Bu toplantı amacına ulaştı. Kapanışta, ya bu mekanizmayı değiştirceğiz veya savaşmaya devam edeceğiz, dedim” bilgisini verdi.
Cumhurbaşkanı, bundan sonra Türkiye’nin eline böyle bir fırsatın geçip geçmeyeceğini bilmediğini belirtti ve “Bu zirve, Türkiye’nin dünya siyasetindeki gücünün göstergesi. Aday olduğumuzda istihza ile karşılayanlar oldu ama bugün böyle bir zirve yapma cesareti gösterdik” dedi, ayrıca “Güvenlik Konseyi’ndeki görev süremiz doldu ama 4-5 yıl sonra tekrar burada olacağız. Artık 65 yıl beklemek yok” diye ekledi.
Cumhurbaşkanı Gül, Birleşmiş Milletler oturumunda yaptığı konuşmayı da çok dikkatli hazırladığını belirterek, “Önemli olan burada gerçeği söylemek, içinde saklamak değil. Öyle bir konuşma yaptım kanaatindeyim” dedi.
Gül bu konuşmanın ardından çok sayıda liderden tebrik aldığını da belirtti.
PKK NİYE ORADA
Obama’ya bu konuda yardımlaşma olduğunu ancak “Bunun yetmeyeceğini” söyleyen Gül, görüşmenin bu bölümünde Obama’ya anlattıklarını şöyle özetledi:
“PKK’yı sadece Türkiye için tehdit sanırsanız yanılırsınız dedim. Irak için de tehdit. Yarın asıl onlara tehdit. Stalinist bir örgütlenmesi olan bir örgüt bu.”
Obama’nın “İnanki daha çok yardım edeceğiz” sözü verdiğini belirten Gül, “Believe me (Bana inanınki) biz bu işi ciddiye alıyoruz” sözü verdi ve “Bu PKK niye var orada?” diye sordu; “Çünkü vakum var. Doldurulmadıkça daha çok tehdit olacak cevabı verdim” dedi.
ORTADOĞU’DA DENGE

Tek soruda neler yıkıldı


MEHMET Barlas’a lakap takmadım, hakaret sözcüğü kullanmadım, küçümsemede bulunmadım.


Sordum, sadece sordum:
“Sen 12 Eylül’ün darbeci lideri Kenan Evren’i evinde ağırladın mı, ağırlamadın mı?”
Cevap geldi:
“Sentetik Türk... Çakma Nişantaşılı... Kenarın dilberi... Cahil... Mütecaviz...”
Darbeci general ile dostluğu anımsatılınca...
Bizim Mehmet Barlas’ın o meşhur kibarlığı, nezaketi, anlayışlılığı, tahammülü yıkıldı gitti.
Demek ki “beyefendi”nin nezaketi, tek soruda yıkılacak cinsten bir nezaket imiş.
* * *
Mehmet Barlas, dünkü yazısında Kenan Evren’i evinde ağırladığını kabul etmiş.
“Evet, ağırladım” diyor.
Ardından da şunları yazıyor:
“Kenan Evren benim evime 1989’un yazında Cumhurbaşkanı iken geldi. Aynı eve daha önce Turgut Özal Başbakan olarak, aynı yılın kışında da Cumhurbaşkanı olarak geldi. Ayrıca evimde ağırlananlar arasında İsmet İnönü de, Bülent Ecevit de, Süleyman Demirel de, Necmettin Erbakan da var.”
Yani demeye getiriyor ki:
“Bizim ev, her türlü devlet başkanını ağırlar. Bu bağlamda Kenan Evren’i de ağırlayıverdi.”
İyi, güzel de Mehmet Barlas, benim anlamadığım şu:
Senin evinin, bütün devlet başkanlarını ağırlamak gibi bir yükümlülüğü mü var?
Hani Kamerun Cumhurbaşkanı falan olursun da, “Falanca devlet adamını neden ağırladın evinde?” diye sorulduğunda, “Ne yapayım birader, protokol icabı...” dersin.
Bir gazeteci olarak senin bu türden bir protokol zorunluluğun mu var?
Kenan Evren’e “Sen bir darbecisin... Gelme evime...” diyemedin mi?
Bir gazeteci, hiç de zorunlu olmadığı halde her gelen lideri evinde ağırlıyorsa, ona “her devrin adamı” denmez de ne denir?
* * *
Hakkını yemeyelim...

Adamcağızı rezil edeceksiniz

CHP nasıl kurtulur? Sorunun cevabı çok basittir ve de tek kelimedir: Kurtulmaz.
Fakat tek kelimelik yazı yazılamayacağı için de bunu açmak, uzatmak, çekiştirmek, lafın belini "köşe dolduracak kadar" getirmek zorundayız.
Şeref Oğuz'un yazı dizisini okudunuz mu? Dört gün boyunca uğraştı, "CHP ne yapmalı" sorusuna çözüm bulmak için...
Hayır, CHP medyasının zibidileri gibi amigoluk etmedi, oturdu ciddi ciddi sorunlara çözüm aradı.
CHP'ye bayıldığından değil, gazetecilik yaptığı için.
Bulduğu şöyle de özetlenebilir: CHP'nin iktidar umudu taşıyabilmesi, onu bırakın, en azından tutarlı muhalefet olabilmesi için AKP'nin yaptıklarının "üzerine" birşeyler koyması şart!
Yani öyle saçı bitmedik yetim edebiyatıyla uğraşarak, lafa laf oturtarak, laga luga ederek ya da nefret kusarak değil.

24 Eylül 2010 Cuma

Ahlaksızlık, Densizlik ve Edepsizlik Korkunç Boyutlara Ulaştı

Ahlaka, fazilete, hikmete, insan haklarına aykırı, ülkeye ve halka zararlı hiçbir şey övünç (iftihar) konusu olamaz. Böyle aykırı şeylerin reklamını yapanlar kötü insanlardır. Kötü şeylere sevinenler beyinsizdir.
Dünyanın en büyük haydudu Türkiye'den çıkmış...Siz böyle bir habere sevinir, bununla iftihar eder misiniz?
Dünyanın en fazla para kazanan fahişesi bizden çıksa, bu yüzden sevinmemiz mi, utanmamız mı gerekir?
Maalesef bazı büyük medya organları büyük kötülüklerin, ayıpların, çirkinliklerin reklamını yapıyor. Nice kötü ve utanılacak şeyleri imrendirecek şekilde topluma sunuyor.
Hepsi için söylemem ama bazı gazeteler, dergiler, tv'ler geneleve dönmüş vaziyette.
Atatürkçü geçiniyorlar... Atatürk rejiminde böylesine müstehcen, ahlaksız, şehevî yayınlar yapabilirler miydi?.. Ataları ahlaksızlığın bu kadarına izin vermez, canlarına okurdu.
Son on yıl içinde Türkiye'de büyük kötülükler olmuştur.
Birincisi: Zina, seks serbestliği, uçkur gevşekliği almış yürümüştür.
İkincisi: Alkollü içki üretimi ve tüketimi çoğalmış, memleket büyük bir meyhaneye dönmüştür. Sultanahmet'te ana caddenin kaldırımlarında serbestçe rakı içiliyor, evet sokak ortasında... Atatürk aşırı miktarda rakı içerdi ama böyle bir şeye izin vermezdi.
Eskiden kötülük yapıldığı yerde kalıyordu, şimdi tv'ler vasıtasıyla her eve, her yere girmiş vaziyette.
İş o raddeye geldi ki, tv dizilerinden birinde cinsel sevişme sahnesi varmış, oyuncular gerçekten seviştiler mi, yoksa film çekilirken aralarına yastık koydular mı tartışması yapılıyor.
İslam dini insanların gizli ayıp, günah ve kusurlarının araştırılmasına izin vermez. Böyle bir araştırmaya tecessüs denilir, Kur'an bunu yasaklamaktadır. İslam dininin kabul etmediği, önlenmesini istediği kötülükler alenen, açıkça, küstahça, övünerek işlenen günahlardır. Zamanımızda birtakım derin güçler vatandaşların gizli ayıplarını araştırıyor, açıkta yapılan fısk ve fücuru normal karşılıyor.
Bugünün Türkiye'si bir Fâciristan'a dönmüştür. Ahlaka aykırı bütün fısklar, fücurlar, günahlar, isyanlar, edepsizlikler, densizlikler, kötülükler, çirkinlikler açıkça ve küstahça işlenmektedir.
Bu konuda ülkemiz eski Sodom ve Gomore'yi, Roma ve Bizans'ı geride bırakmıştır.
Türkiye Müslümanlarının büyük kısmı bu açıkça ve küstahça işlenen günah ve kötülüklere seyirci kalmakta, gereken emr-i mâruf ve nehy-i münker vazifesini (yasal sınırlar içinde) hakkıyla yapmamaktadır.
Haddim olmayarak hatırlatıyorum:
Bunun sonu büyük bir felâket ve azaptır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılmazsa azap sadece azgınların ve kudurmuşların üzerine değil, genel gelir, kurunun yanında yaş da yanar.
Bu satırları yazmak bana terettüp etti (üzerime vazife olarak düştü).
*(İkinci yazı)

Müslümanlığımıza Müslümanlık Katmak...

Ben bir hainim

Emekliliği döneminde sergilediği üstün gayretle “Ergenekon davası sanıklığına” kadar yükselen bir değerli general, kendisi gibi düşünmeyen herkesi “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olmakla” suçlamıştı...
Sezen Aksu’ya “vatan haini” diyen general hani...
Demek ki Kürtçe, Rumca ve Ermenice şarkı söylemek de “hıyanet” kapsamında görülüyor cennet vatanımızda.
Esasında “içe kapanmacı” ideolojilerde böyle şeyler yadırganmaz. Ortada “kurtarılacak” bir memleket varsa, mutlaka hainler ve bu hainlere karşı savaşan yurtseverler de bulunacaktır...
Değerli general, “bu hainlerin yeni yetiştiğini, başka hiçbir ülkede böyle vatanını satan kişilere rastlanmadığını” söylüyordu ama azıcık tarih karıştırmış olsaydı, bu bilginin yanlış olduğunu görecekti.
İstiklal Mahkemesi uygulamalarını hatırlatmak istemiyorum...
Daha yakın örnekler var.

Mütecaviz cehalete karşı bazı zihin açıcı çözümler

Hürriyet'te Ahmet Hakan'ın portörü Ertuğrul Özkök'ün yazısının bile sansürlendiği günde, o "Neden herkes bana çakma Nişantaşlı diyor"un derdine düşmüş.
Sonra da yine bana bulaşmış, sorular sormuş:
- Söyle... 12 Eylül'ün zulüm günlerinde sen Kenan Evren'i evinde ağırladın mı, ağırlamadın mı?
Daha önce de "Mütecaviz cahil" olmanın sonuçlarını anlatmaya çalışmıştım.
- Söyleyeyim. Kenan Evren benim evime 1989'un yazında Cumhurbaşkanı'yken geldi. Aynı eve daha önce Turgut Özal Başbakan olarak, aynı yılın kışında da Cumhurbaşkanı olarak geldi.
Tabii dahası var.
O eve daha sonra 28 Şubat döneminde Ahmet Hakan da geldi.
Hâlâ arkadaşım olan diğer meslektaşlarımla, ev faslını o da dinledi.
Bir gazetecinin evinde ağırladığı insanların hesabını o evde ağırlananlar tutmaya başladığı zaman, sadece Nişantaşlılık değil, saygı, görgü, terbiye gibi kavramlar da "Çakma" olmanın kapsamına girmez mi?
Ayrıca "Evimde" ağırlananlar arasında İsmet İnönü de, Bülent Ecevit de, Süleyman Demirel de, Necmettin Erbakan da var.

Atatürk sağ olsaydı

Son yıllarda patır patır ortalığa dökülen "karanlık adamlar" başlıca üçe ayrılıyorlar.
Bir: Edepsizlenenler, bağırıp çağıranlar, duruşmalarda hâkime ve savcıya sert çıkanlar, posta koyanlar, tehditler savuranlar... Yani, zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışanlar... Bunların içinde üç günlüğüne açlık grevine yatıp kimsenin iplemediğini görünce dönüp karavanaya yumulanlar da var.
İki: Kalbi sıkışanlar, tansiyonu çıkanlar, şekeri yükselenler, prostatı azanlar... Bunlar da kendi aralarında "doğal nedenlerle" kendiliğinden hastalananlar ve "arkadaş yardımıyla ayağı kayanlar, merdivenden düşenler, mikrop kapanlar" falan olarak ayrıca ikiye ayrılırlar. Ne hikmetse birdenbire "hafızasını kaybedenler, yediği hiçbir herzeyi hatırlamayanlar" olarak diğer bir alt grupları da vardır.
Üç: Utananlar, sıkılanlar, "onurlu" bir yol olarak intiharı seçenler...
Suç işlemek serbest ama sıkıyı görünce şakağına tabancayı dayamak onurlu sayılıyor. Erkekçe ve açık seçik "evet, ben bunları yaptım" ya da "şu, şu, şu kişiler azmettirdi" demek onurlu sayılmıyor. Kol kırılacak, ille yen içinde kalacak.

‘Cami yakılır mesela...’

Dün yazıya başlamak için... Hükümet ile BDP görüşmesinin bitmesini ve açıklamaların yapılmasını bekledim. Bu görüşme ertesinde... Silahların bırakılması, af koşullarının neler olabileceği...
...anadilde eğitim gibi konularda devlet katında yapıldığı söylenen “nitelikli müzakerelerin” belki bu kez başarıyla sona erebileceği yolundaki umudumda olumlu bir kıpırdanma oldu.
“Savaş lobisinin” biran önce yenilgiye uğratılmasını en ileri düzeyde bir enerji ve içtenlikle bir kez daha diledim...
***
İçimi açan...
Bende, nitelikli, oksijeni bol, uygar bir mekâna gelmişim hissi uyandıran demeç de Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dan geldi.
Tophane’deki, kimilerinin anlaşılmaz bir gayretle masum ve makul göstermeye çalıştığı galeri baskınındaki şiddeti kınayan Günay’ın, “hepimiz farklı kültür ve inançlara mensup olabiliriz ama birbirimize saygılı olmalıyız” dediğini...
Ve “kimse Anadolu yaşantısını İstanbul’a dayatamaz” vurgusunu yaptığını sevinçle izledim.
***

Namuslu olacaksak



BİR köşe yazarı “27 Nisan Muhtırası”na destek çıkmış ise, yazarlık meşruiyetini yitirir imiş.

Star Gazetesi’nin liberal yazarı Eser Karakaş böyle diyor.



* * *

Madem namuslu olacağız.

Madem hakkaniyet duygusunu yitirmeyeceğiz.

O zaman Eser Karakaş’a soralım:

Eğer 27 Nisan Muhtırası’na destek çıkan bir köşe yazarı, “yazarlık meşruiyeti”ni yitirmiş oluyor ise...

O “Muhtıra”yı kaleme alan General’e madalya takan ve General’in altına süper lüks otomobil çeken Başbakan’ın durumu ne olur?

* * *

Bir Başbakan, kendisine muhtıra veren bir General’den hesap soramıyorsa...

Bir Başbakan, kendisine muhtıra veren bir General’e madalya takıyorsa...

Bir Başbakan, kendisine muhtıra veren bir General’in altına pahalı araba çekiyorsa...

Ve o Başbakan, bütün bunlara rağmen “demokrasi kahramanı” olabiliyorsa...

27 Nisan Muhtırası’na destek çıktığı iddia edilen köşe yazarı, neden meşruiyetini yitirmiş olsun ki?

Ama durun bir dakika!

20 Eylül 2010 Pazartesi

Patlayan mayınların sorumlusu kim?

Hakkâri'nin Geçitli köyü yakınlarında meydana gelen mayın patlaması, gene kafaları karıştırdı. Normal bir ülkede, herkes, ağız birliği etmişçesine, "Eylemin sahibi PKK" derdi. Ama şimdi farklı sesler çıkıyor. Çünkü Türkiye, geçmişte, buna benzer çok sayıda provokasyonla karşı karşıya kaldı. Bu yüzden bir türlü emin olamıyoruz. Her şeyden önce, 20 Eylül'e kadar devam edecek bir eylemsizlik kararı varken, neden birdenbire yola mayın döşenerek 3'ü çocuk 9 sivilin ölmesine meydan verilsin? "PKK, Geçitli köylülerini cezalandırmak istedi" deseniz, o da değil. Köy, boykota iştirak etmiş. Anadolu Ajansı "Derin PKK"dan söz ediyor. Mayını, Murat Karayılan ile rekabet eden sertlik yanlısı Fehman Hüseyin'in adamı Bedirhan Abo patlatmış. Bu ihtimal doğruysa, eylem Apo'ya rağmen gerçekleştirilmiş demek. Peki "Derin PKK'yı" birileri kullanmış olabilir mi? Ve bu tez ne ölçüde doğru?
Patlamadan sonra, BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak'ın, Cemil Çiçek ve Sadullah Ergin'le randevuları olduğunu öğrendik. Tabii kanlı eylem yüzünden randevu iptal edildi. Eylem "Derin PKK"nın eseriyse, randevu niçin iptal ediliyor?
Türkiye, benzer provokasyonlar yaşadı.

Bahçesiz

Ekonomiyi batırıp hemen ardından erken seçime gittiklerinde (2002), ortaya çıkan ummadığı sonuç üzerine rahmetli Ecevit "kendi kendimize intihar ettik" demişti...
"Nodallık olasılıkları" falan gibi saçma sapan laflar etmeye başladığı, "kafasının gitmeye yüz tuttuğu" sıralar...
Kendi kendine intihar... Demek ki bunun bir de "el yardımıyla" edilen cinsi vardı...
Hem de vardı vallahi... İntiharda "yardımcı kullanan" bir tek Japonlar'ı bilirdik ama (sen karnına bıçağı saplarken yardımcın da kılıcıyla kafanı uçuruyor), demek ki bazı Türkler de bu yola gidiyorlardı. Üçlü koalisyon "el ele" intihar edebiliyordu.
Bunu Devlet Bahçeli de sevmiş anlaşılan.
Sonuç olarak 2002 yılında kendi kendine intihar edenlerden biri de o değil miydi?
Şimdi, referandumda uğradığı hezimet üzerine, hükümetin "hemen erken seçime gitmesini" istedi.
Yani, bir kere daha intihar edecek. Referandumun gazıyla hükümet yüzde 50 oy toplasa, MHP belki meclise bile giremeyecek!

Biraz sıkar değil mi?

Sonunda hangi kapıya varırsak varalım, her zaman gerçeğin peşinden koşmaya ve doğruları anlatmaya çalıştık. Şemdinli, Dağlıca, Aktütün, Çukurca, Reşadiye, Hantepe ve İskenderun başta olmak üzere birçok olayda askeri ihmaller ve ihanetler silsilesine zum yaptık.
Kalemimizin kudretince, dilimiz döndüğünce...
Ayrıca dedik ki, bir de “Derin PKK” var. Devlet içinde uzantıları olduğu gibi uluslar arası istihbarat örgütlerinin taşeronluğunu yapan.
Kürt kökenli kardeşlerim daha iyi hatırlar, bir de çağrım olmuştu: “Biz Ergenekon’a inanmadık, siz de bu yapıya inanmayın.”
Şimdi tam zamanı...
9 sivilin hayatını kaybettiği Hakkari’deki mayınlı tuzak, Türk-Kürt kardeşliğine kurulmuş bir tuzaktır. Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümüne hiç inanmayan, ayrıca bir süredir MOSSAD güdümündeki iş hacmini arttıran “Doktor Bahoz” kod adlı ve Suriyeli Fehman Hüseyin’in başrolde oynadığı tehlikeli bir oyundur.
Hüseyin’in bir süredir Murat Kara
yılan’la liderlik çekişmesine girdiği ve bu tür eylemlerle PKK’da ağırlığını arttırmaya çalıştığı iddiası doğru, ama Hakkari eylemini açıklamaya yetmez. Çözümsüzlüğü isteyen uluslar arası çevrelerin bu süreçteki rolü çok iyi irdelenmelidir.

PKK mı?

 
Hangi PKK? ABD’nin PKK’sı mı, İsrail’in PKK’sı mı, Rusya’nın PKK’sı mı?
Ergenekon’un PKK’sı mı?
BDP bu işin neresinde?
Son mayın olayına bakın. Çoğu zaman tetiği çeken bile ne yaptığının tam farkında değildir.. Tetiği çeken, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesine destek verdiğini düşünebilir. Ama ona bu emri veren, iktidarı köşeye sıkıştırmak istiyordur. Ona bu emri veren de, aslında İsrail’in Türkiye’deki hesapları ile ilgili bir planın parçasıdır. Bu bombalama işini daha önce öğrenip merkeze servis eden bir başkası, yangına körükle gider gibi bomba temininde rol alır, o time sızar. Sonra olayı basına sızdırır. Olayı bir başka istihbarat örgütüne haber verir, onlar o kişileri takibe alır, biri JİTEM’i suçlar, ötekisi PKK’yı. Bir başkası bu durumu fırsat bilir, dikkatleri dağıtmak için bir başka adresi suçlar.. Ama gerçekte, düğmeye basan kişi mesela bir iş adamıdır ve onun bambaşka bir planı vardır. O planı da ancak olaydan bir sonraki adımda öğrenebiliriz..
Daha Apo’nun kim olduğunu bile bilmiyoruz!
Artık “Bu işin arkasında ABD var” demek de çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Hangi Amerika? Evengalish Amerika mı, Yahudi lobisinin Amerikası, Cumhuriyetçi Amerika mı, Demokrat Amerika mı, Kapitalist Amerika mı?, Globalist Amerika mı, Amerikan derin devleti mi? Yahudi lobisi tek bir yapı olmadığına göre, aslında Yahudi lobisinin Amerikası değil, Amerikaları var demektir.. halkın Amerikası var, yoksulların, zencilerin Amerikası var..

Halka küfretmeye devam edecek misiniz?

Hatırlayacaksınız... Kıymetli sanatçılarımızdan Fazıl Say, referandumda “evet” diyeceklere ağzına geleni söylemiş, fırsat bu fırsattır diyerek bir kuple de Sezen Aksu’ya da sallamıştı.
Bedri Baykam da bir şeyler söylemişti ama daha sonra “avukatı” aracılığıyla “herhangi bir şey demediğini” açıkladı. Aldık, kabul ettik...
Ne dediğinin ya da demediğinin önemi yok.
Bu arkadaşlar demokratik tercihlerini belli bir yönde kullanan insanlardan hoşlanmıyor...
Hoşlanmayabilirler...
Hadi hoşlanmama haklarını kullansınlar da, üstüne bir de küfrediyorlar.
Bedri’yi bilmem ama referandum öncesinde ve sonrasında bazı seçkin zevattan “evetçilere” yönelik çok ağır, çok şedit, çok ayıp tepkiler geldi. Hâlâ geliyor...
Biri, “yetmez ama evet” diyenlerden ne kadar nefret ettiğini tafsilatlandırıyordu köşesinde.
Biri, “çağdaşlık kaybetti” diyordu... “Hayır” çıksa, çağdaşlık kazanacak, arsıulusal piyasada değerimiz artacaktı. Belki Kemal Kılıçdaroğlu’na da Başbakanlık kapıları açılacaktı.
Biri (Fazıl’a reverans yapan biri), evet taifesinin ne kadar köylü, ne kadar gelişmemiş, sanattan ne kadar “nasipsiz” olduğunu anlatıyordu.
Göbeğini kaşıyan kıllı ayılar sanattan edebiyattan anlamazlardı zaten. Müziği içemezlerdi. Kulakları yoktu. Detoneydiler... Gerçi kendi kendilerine piyano çalıyorlardı, tuzlu su kenarında tepişenlere Saint-Preux filan öğretiyorlardı ama referandumda “evet” demişlerdi, dolayısıyla ölümüne “bidon kafalı”ydılar.
Biri de, “Türk halkının yüzde 60’ı aptaldır” sözüne gönderme yaparak, referandum sonucunu Aziz Nesin’in bildiğini yazıyordu. Bu “biri”, her Aydın Doğan’ın müessesinde çalışan bir gazeteci ağabeyimiz... Daha doğrusu, bir terbiyesiz...
Demek istiyor ki, “Yüzde 58’lik bir yekûn oluşturan evet taifesi aptaldır...”
Ne kadar zeki, ne kadar yaratıcı, ne kadar “çağcıl bir mizah anlayışı”, görüyorsunuz değil mi?
Demek ki 16 yılda (“Türk halkının yüzde 60’ı aptaldır” sözü 16 yıl önce sarfedilmiştir), sadece yüzde 2’lik bir “ilerleme” kaydedebilmişler.

19 Eylül 2010 Pazar

İlk hedef Akdeniz’dir...

12 Eylül referandumundan yüzde 58 oranında “evet” çıkınca “Yaşasın özgürlük!” diye yazmıştım.
Şimdi olaya, AKP’nin özgürlük anlayışı çerçevesinden bakalım.
Ve de, onlara destek olan BBP (Büyük Birlik Partisi), SP (Saadet Partisi), terörist çetebaşı Öcalan ve sözde ilerici bazı eski solcular çerçevesinden..
İlk deneme fiyasko
Referandum sonrası ilk “özgürlük denemesi” fiyasko ile sonuçlandı.
Nedir o?
250 kişilik yabancı Ortodoks grubun Ayasofya’da ayin girişimine özgürlükçü AKP’den “yasak” geldi.
Herhalde ilk şaşıranlar, kendilerine destek veren, yukarıda saymayı unuttuğum, Batılılardır!..
(Ama, üzülmesinler, AKP yakında iç kamuoyunu uyutarak, değişik görüntüler altında bu ayine izin verir.)
Şimdi AKP’ye “evet” diyerek, 12 Eylül’den hesap soracağını zanneden, daha çok özgürlük geleceğine inanan (inanmış görünen) BBP ve SP’lilere de bir
sözüm var.

Bu yaz “şeriat” gelebilir!

 
Evet evet, bu yaz şeriat gelebilir.. Bakın bu gidişle daha neler olabilir.. AK Parti hesapları, CHP, MHP, SP, BBP, DP ve daha bir çok parti için bakın bugün neler konuşuluyor..
AK Parti için en büyük risk, “Pekmeze üşüşen sinekler” sorunu.. Kazanan tarafta yer alarak, kendi çıkar ve siyasi geleceği adına AK Parti’yi tramplen tahtası olarak kullanmak isteyen çok olacak.. Kimi adaylıkla başlayıp bürokrasiye, biri belediyeye yatay geçiş yapmak isteyecek. Kimi “hizmeti karşılığı destek” isteyecek.. Kimi ise belli entelijansiyaların, derin yapıların Truva atı olarak partiye sızdırılmaya çalışacak..
Geçen gün Emre Aköz de yazdı. Bunlar gerçekten korkuyorlar..
Siz istediğiniz kadar “Şeriat ‘hukuk’ demektir” deyin. “Meşruiyetle aynı kökten gelir” deyin.. “Şeriat tehdit, tehlike değil, özgürlükler için teminatıdır” deyin, anlatamazsınız..
Ne Müslümanlıktan vazgeçerler, ne de Müslümanlığa razıdırlar..
Toktamış Ateş’e nasıl uçağa binmenin korkulacak bir tarafı olmadığını anlatamazsanız...

BDP’nin dediği doğruysa

Hakkari’deki alçak mayın saldırısından sonra PKK açıklama yaptı: “Bu bir kontra eylemidir.”
BDP Genel Başkanı ise bunun bir Ergenekon/Kontgerilla eylemi olduğunu açıkladı.
BDP’nin açıklaması PKK ile aynı.
Başka türlü olması da mümkün değil zaten.
BDP Genel Başkanı Demirtaş, bu menfur eylemden önce Hükümet üyeleriyle gizli bir görüşme yapacaklarına göndermede bulunarak, “Telefonlarımızı kim dinliyorsa eylemi yapanlar da onlar” demeye getirdi. “Bu bir provokasyondur. Barışa yönelik bir provokasyon.”
Mealen söyledikleri bunlar BDP Eş Başkanının. Velev ki dedikleri doğru olsun.
Bu durumda PKK’nın barışa tuzak kurmak isteyenlerin oyununa gelmemesi beklenmez mi?
“Madem siz tekrar silaha sarılarak kan dökmemizi istiyorsunuz, barış çabalarına mayın döşeyerek daha çok kan aksın istiyorsunuz, sizi tekrar sahneye sürüp kendi iktidarlarınızı sürdürmek istiyorsunuz, o zaman biz de size inat ateşkesi kalıcı hale getirme kararı alıyoruz, silahlı güçlerimizi sınır dışına çekiyoruz!”
Bunu demeyen bir PKK’nın veya her seferinde Kontgerilla/JİTEM eleştirisi yaparak ucuzculuğa kaçan BDP’nin inandırıcılığı olabilir mi?

Beyaz Türklerin arasındaydım



GEÇEN gün kendime bir “beyaz Türk kıyafeti” uydurup Ulus’un, Etiler’in, Nişantaşı’nın restoran ve eğlence mekânlarına doğru şöyle bir açıldım.


Amacım, “Bakalım bizim Beyaz Türkler yüzde 58’in şokunu atlatabilmişler mi?” sorusuna cevap aramaktı.
Bireysel temaslar, toplu görüşmeler, havayı koklamalar, sosyolojik araştırmalar, psikolojik etütler falan...
Elde ettiğim sonuçları takdim ediyorum:
* * *
-  Endişe, karamsarlık, iştahsızlık, tedirginlik ve kaygı gibi “genel anksiyete bozukluğu”nun tüm emareleriyle karşılaşmayı beklerken... Bir de ne göreyim: Herkes mutlu...
-  Genel hava şöyle: Sanki referandum olmamış, sanki kıyılar korkmamış, sanki İç Anadolu şaha kalkmamış, sanki “Okyanus Ötesi” diye bir olgu söz konusu değilmiş gibi...
-  Zengin, havalı, anlayışlı, kibar Beyaz Türkler, kendi aralarında “Adam üstünlüğünü kanıtladı beyler” deyip duruyorlardı.
-  Edilen laflardan çıkardığım sonuç şu: Beyaz Türkler açısından “Ne olacak halimiz?” sorusu fena halde demode, “Nasıl bir pozisyon almalıyız?” sorusu ise fena halde modaydı.
-  Edindiğim izlenimler bana şunu gösterdi: Beyaz Türkler arasında “Muhafazakâr camiadan bir arkadaş edinme” gibi yeni bir trend başlamış. Fehmi Abi! Gözün aydın...
-  En karamsarlarında bile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, “Hayır diyenleri de anlamalıyız” açıklamasına bel bağlamışlık söz konusu... “Anlayış” bekliyorlardı yani.
-  Beyaz Türkler arasında “Ben de evet oyu verdim” diyenlerin sayısının bir hayli fazla olduğunu söylemeliyim.
-  Bazıları da kesin yenilginin getirdiği bir rahatlıkla boşvermişlik içindeydi.
Menderesler hakkında söylenmesi gereken

Kimse yazamıyor, ben yazayım...

Bu Pazar size Türk medyasının hali pür melalini gözler önüne seren bir olayı bütün boyutları ile tekrar dikkatinize sunmaya çalışacağım!
Tekrar diyorum zira daha önce bu konuyu sadece bendeniz gündeme getirdi lakin heyhaaaat yaşanan bu çirkinliğe bırakın kendini demokrat diye satanlar, bizatihi olayın mağduru olan yazar bile özel gerekçelerle tepki göstermedi ya da
gösteremedi!

Türkiye’nin Hyde Park’ı!

‘Her dönemin şampiyonu gazeteciler’in puan tablosu ne olacak?



Referandumda evet çıktı; başta Kenan Evren, 12 Eylülcü tayfasına “sorumsuzluk zırhı” giydiren Anayasa’nın 15’inci maddesi ortadan kalktı. Haliyle suç duyurusu yağıyor... Yargılanması istenen kişilerden biri, AKP’nin Savunma Bakanı iyi mi!

*
Valiydi çünkü Ankara’da.
*
Bakın, Ankara deyince aklıma geldi... Madem, başta Kenan Evren, 12 Eylül uygulamalarının tamamına yargı yolu açıldı, Ankaragücü’nün hukuki durumu ne olacak?
*
Malum, bi albayı spor bakanı, bi albayı beden terbiyesi genel müdürü yapmıştı Evren... Onlar da illa Evren istiyor diye, durumdan vazife çıkarıp, ikinci ligdeki Ankaragücü’nü birinci lige çıkarmıştı.
*
(Evren tarafından darbe marifetiyle birinci lige çıkarılan Ankaragücü’nün bugünkü başkanının, AKP’li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın oğlu olması da, kaderin cilvesi sanırım!)
*
“Türkiye Kupası’nı kazanan takım ikinci ligde bile olsa, birinci lige çıkar... Türkiye Kupası’nı kazanan takım küme düşse bile, kümede kalır” şeklindeydi, Evren’in icat ettirdiği yönetmelik... Ankaragücü böyle çıktı.
Sonra?
Ankaragücü’yle sınırlı kalmadı...
Bursaspor 1986’da küme düştü.
Ancak Türkiye Kupası’nı kazandı.
Hadi bakalım, Bursa da ligde kaldı.
*

4 Eylül 2010 Cumartesi

Irak: Ozgür, demokratik ve yok olan ülke!


ABD Başkanı Barack Obama, muharip birliklerin çekilmesini kutlarken Irak'ın özgürleştirilmesi operasyonunun sona erdiğini söyledi. Yardımcısı Joe Biden da 'Irak'ın kurtarılması görevi bitmiştir' dedi. Dünya medyası ise muharip birliklerin çekilmesini bir Amerikan zaferi olarak takdim etti. Aynı medya, ABD'lilerin Irak'ta 7 yıl neler yaptıklarını ya da nelere yol açtıklarını konuşmadı. Geriye kalan 50 bin ABD askerinin orada ne iş yapacağını sorgulamadı. Irak halkının dramı birkaç cümleyle özetlenerek dosya kapatılmak isteniyor.

Irak,  tarihi boyunca alışageldiği yıkımlardan en 'çağdaşını' yaşadı. Maddi ve manevi yıkımın sınırı yok, ülke yerle bir edilmiş durumda. İşgal öncesi sayıları 1.5 milyon olan dullara yüz binlercesi eklendi.Yetim sayısı 4 milyon, sakat kalanların sayısı 5 milyondan fazla. Çeşitli hastalıklarla uğraşmakta olan okul çağındaki çocukların yarısından fazlası okula gitmiyor ya da ilkokulu bitiremedi. Yani 20-30 yıl sonra Irak halkının yarısı cahil olacak ve bir zamanlar bölgenin en gelişmiş ve eğitimli toplumu olan bu halk, cehaletin karanlık girdaplarında kendine ve tüm bölgeye çok büyük zararlar verecek.

BÖLGESEL SAVAŞ ÇIKABİLİR

Kürtsüz demokrasi olmaz

Diyarbakır-
Kentin biraz dışındaki Hamvarat Evleri’nde havuz başındaki bir masanın etrafında, 1980 ile 1984 yılları arasını Diyarbakır Cezaevi’nde geçirmiş orta yaşlı bir erkeği dinliyoruz.
Hava günün kavurucu sıcağını unutmuş, tatlı tatlı esiyor.
İstanbul’un Kemer Country’si gibi bir semt burası.
Ama konuşulanlar İstanbul’dakinden çok farklı, belki de o tip semtlerde hiç seslendirilmeyen cinsten.
Konuşan arkadaş herhangi bir film sahnesi gibi anlatıyor yaşadıklarını, sanki o yaşamamış da, başkasının başına gelen korkunç olayları dile getiriyor.
Anlattıkları aradan 30 yıl geçmiş olsa bile unutulacak cinsten değil.
Pislik çukurları, zincire vurulmalar, sıradan bir olay haline gelmiş dayak, işkence...
Çaresizlikten üstüne tiner döküp kendini yakanlar, tuvalette intihar edenler...
Uykunuzu kaçıracak, tüylerinizi diken diken edecek her hikaye var.
Masa çevresinde oturan herkesin bir akrabasının, dostunun, tanışının yolu bu zulümevine düşmüş.
Meşhur Fazlı Bey’in öyküsü hatırlanıyor.
Pislik çukuruna batırıldığı için kendi ağzının içinden nefret eder hale gelen ve cezaevinden çıktığında ilk iş olarak bütün dişlerini söktürten Fazlı Bey saygıyla anılıyor.
“Bir insan, bir başka insana bunu nasıl yapar?” diye düşünmekten alamıyorsunuz kendinizi...
Yine de yaşadıklarını geride bırakmış bu insanlar.
Hemen hepsi “Boykota hayır, referanduma evet” diyen, çözümü çatışmada değil de, demokratik mücadelede arayan insanlar.

Ahmak da özgürdür

Okuyacağınız yazı bu ülkede bir azınlığı ilgilendiriyor. Ancak bu azınlık, mutlu değil.
"Pasaport almakta ve yurt dışına çıkmakta sorunlar yaşayanlar..."
Yani, bazı külüstür hokkabazların okunmayan gazetelerinde yaptıkları "benim emekçi halkım" edebiyatının dışında kalanlar.
Ama bu ülkede, bir zamanlar Cihan Ünal'ın o unutulmaz tanımıyla "pasaport alabilen ve bununla suçlanan" sanatçılar olduğu gibi, vize alsa bile yurt dışına çıkmakta zorlanan insanlar da yaşıyorlar...
Alın bu da benden "burjuva açılımı" olsun!
Yurt dışına çıkamamalarının vizeyle mizeyle ilgisi yok. O ayrı konu.
Kimisi "bilmemkaç yıl önceden kalmış bir polis kaydı" olduğu için dönüyor havaalanından, kimisi de vergi borcu yüzünden. Çöpe atılan biletler, sokağa atılan otel paraları ve yaşanan sinir ve moral bozukluğu da cabası...
Bir de askerlik engeli olabiliyor tabii... Adam askerliğini yapmamış, yurt dışına kaçacak! Kaçarsa kaçar, ordumuzda asker darlığı mı var asker fazlalığı mı? Sütü bozuksa kim ne diyebilir? Defolsun gitsin. Böyle kaçanların oranı kaçta kaçtır?
İşin en pis yanı, bu çıkış engelinin mahkeme kararıyla falan değil, "keyfe keder" çıkarılmasıdır insanların önüne...

Hayır çıkarsa...

Yazının başlığı sizi yanıltmasın; referandumdan evet çıkacağı konusunda pek kuşkum yok. Zaten kamuoyu araştırmaları da bunu gösteriyor.
Bu başlığı, evetçilerin hayır çıkma ihtimaline karşı çizdikleri "The day after" tabloları konusundaki rahatsızlığımı dile getirmek için attım.
Muhtemelen biliyorsunuz; The day after (Ertesi Gün) ünlü bir filmin adı. Nükleer bir felaketin ertesi günü dünyanın halini tasvir ediyor.
Referandum tarihi yaklaştıkça hem basında hem de hükümet cenahında -son kararsızları da kazanma taktiği olsa gerek- iknadan çok korkutmacaya yönelik bir propaganda aldı başını yürüdü.
Köşelerde yazılan, miting meydanlarında anlatılan senaryolara bakılacak olursa
hayır çıkarsa:

Elinizi tutan mı var?

İktidar referandum konusunda hayli sıkıntılı. Kendine en yakın araştırma şirketlerinin yaptığı kamuoyu araştırmaları bile kimi AKP yetkililerinin ısrarla tekrarladığı “yüzde 60’lara çıkacağız” söyleminin yakınından geçmiyor.
Tam tersine ‘Hayır’ın önde çıkma ihtimali daha yüksek görünüyor bu araştırmalarda. AKP ve özellikle Başbakan Erdoğan bunun “fena halde” farkında. Son günlerin hırçınlığı, gerginliği ve öfkesi de bu yüzden.
Erdoğan referandumun “iktidar için bir güvenoyu olmadığını” ısrarla söylüyor ve konuyu anayasa değişikliği maddelerine getirmeye çalışıyor. Türkiye’nin her tarafı “değişiklik maddelerini içeren” sloganlarla ve “Evet” afişleriyle donatıldı.

AKP’liler elbette “Evet” oyu verecek, bu sloganlarla AKP’li olmayan, fazla parti bağımlılığı da bulunmayan kitleler etkilenmeye çalışılıyor.

Ancak biraz düşünen insanlar için bu sloganların içinin boş olduğunu anlamamak mümkün değil. Örneğin “Çocuk istismarının önüne geçilmesine evet” diyor bir sloganda.
Peki bugüne kadar anayasa maddesi olmadığı için çocuklar rahatlıkla istismar mı ediliyordu? Eğer bu değişiklikler reddedilirse çocuklar istismar mı edilecek? Çocukları korumak için bu iktidarın elini tutan ne?

Başbakan düellodan neden kaçıyor?

Hem efendi, hem mazlum, hem gariban Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan’ı canlı yayında düelloya davet ediyor, “Recep Bey, Recep Bey... Neden kaçıyorsun? Neden canlı yayında karşıma çıkmıyorsun? İstediğin kanalda, istediğin moderatörle seninle tartışmaya hazırım...” diye gırtlağını yırtarcasına bağırıyor.
Başbakan ciddiye almıyor.
Korkuyor mu?
Başbakan’ı bilmem ama ben korktum bu Kılıçdaroğlu’ndan.
Hayır, Dengir Bey’i, şunu bunu altetmiş olmasından değil...
İhtirasından, sinik mizahından, içi boş özgüveninden, temelsiz cesaretinden, nerde patlayacağı bilinmez cüretinden, kendinden emin tavrından korktum.
Ben korkarım böylelerinden.
Hayret, Kılıçdaroğlu korkmuyor...
Korkmasını gerektirecek tonla malzeme barındırdığı halde korkmuyor.
Müddei görüntüsünün altında “muhatap alınmayı” bekleyen sinik bir kişilik gizlediği ve “gizlemiyormuş gibi yapmayı başaramadığı halde” korkmuyor.
Kimbilir, belki de kendi gerçekliğiyle yüzleşmekten ağır yara alabileceğini hesap edemediği için korkmuyordur.
Korkmak nedir bilmediği için korkmuyordur.
Ben Kılıçdaroğlu’nun yerinde olsam, “düello” işine hiç yeltenmezdim.
İşime bakardım.
Düşündüğüm iyilikleri, varsa projelerimi anlatırdım. Recep Bey’den beklediğim anlayışı, halktan beklerdim.
Hayır, Kılıçdaroğlu kararlı...

Ahmet sen neden burada değilsin



BUGÜNKÜ yüksek yargı, Kemalist ideolojinin bayraktarlığını yapmıyor mu?

Yapıyor.



Bugünkü yüksek yargı, laikliği dar anlamda yorumlayıp statüko mücahitliğine soyunmuyor mu?
Soyunuyor.
Bugünkü yüksek yargı, tehlikeli bulduğu bir adamın cumhurbaşkanı olmasını engellemek için akıl ve mantıkla çelişen kararlar vermiyor mu?
Veriyor.
Bugünkü yüksek yargı, kendisini “laik savaşçı” olarak konumlandırmıyor mu?
Konumlandırıyor.
Peki hal böyle iken...
Benim gibi “statüko karşıtlığı” ile övünen biri ne diye “hayır” diyor? Neden bir “evet” ile bu statükonun paldır küldür yıkılmasına omuz vermiyor?
* * *
Şundan dolayı:
Ben bir “statüko” yıkılırken, yerine ne türden bir “statüko” getirildiğiyle de ilgiliyim.
Yüksek yargı ile ilgili yapılan değişikliklerin detaylarında özenle gizlenmiş olan bazı unsurları inceledim.
Gördüğüm şudur:
“Evet” çıkarsa...
“Kemalist yüksek yargı” gider, yerine “Tayyipist yüksek yargı” gelir.
Bunu söylediğimde...
Bazı “muhafazakâr demokrat” arkadaşlar diyorlar ki:
“Boş ver... Fazla ince eleyip sık dokuma... Bugünkü düzen yıkılıyor ya... Sen ona bak...”
Bakmam... Bakamam...
Benim için yüksek yargının “Kemalist” ya da “Tayyipist” olması arasında zerre kadar fark yoktur. Ben “Kendilerini Kemalist ideolojiye bağlı olarak görenlerin borularını öttürdüğü bu yargı düzeni yıkısın, yerine oyun çoğunu alanın boruyu öttürdüğü bir yargı düzeni gelsin” demem, diyemem.
Çünkü ben “Yüksek yargıda boru öttürme dönemi sona ersin” diyenlerdenim.
* * *
Kısacası...

Fevzi

Fevzi Budak.

Erzurum Milli Eğitim Müdürü...

AKP iktidar oldu, 2003’te görevden alındı, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Bir)


*
Beş gün sonra...
Görevden alındı, Şırnak’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (İki)
*
Bir gün sonra...
Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Üç)
*
Bir gün sonra...
Görevden alındı, Muş’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Dört)
*
Beş gün sonra...
Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Beş)
*
Bir ay sonra...
Görevden alındı, Kütahya’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Altı)
*
Bir ay sonra...
Görevden alındı, Çanakkale’ye gönderildi, mahkemeye başvurdu, Erzurum’a geri döndü. (Yedi)
*
Üç ay sonra...
Görevden alındı, İstanbul’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri gönderildi. (Sekiz)

İşte çete, işte pusu, işte sahiplenen!


Eğer subay ya da generalseniz! Eğer AKP karşıtı hakim, savcı ya da polis müdürü iseniz!
Eğer AKP’yi eleştiren gazeteci, yazar, sivil toplum önderi veya kanaat önderi iseniz!
Eğer AKP muhalifi siyasetçi iseniz!
Eğer AKP’den hoşlanmayan işadamı, doktor ve serbest meslek sahibi iseniz!
Kısacası eğer AKP’ye hasım ve önemli sayılabilecek bir konumda iseniz biliniz ki soluklarınıza kadar izleniyor ve banda alınıp zamanı ve günü geldiğinde kullanılmak üzere arşivleniyorsunuz!
Yok yok sadece resmî, yani ciddi olarak ettiğiniz sözler kayda alınmıyor!
Evdesiniz ve televizyonda Tayyip’e kızıp bir laf ettiniz, anında arşivde!
Arabanızla yoldasınız ve adım başı görülen evet afişlerine kızıp küfrü bastınız, kayıttasınız!!
Kahvede okey oynarken mavra ve şakalarla ağır bir laf ettiniz, yandınız!!
Eş, dost, arkadaş, anne, baba, bütün konuşmalar kayıtta!
Sadece bunlar da değil!!
Kazara evlilik dışı bir ilişkiniz yani bir sevgiliniz mi var?
Bırakın ilişkiyi telefonda bir hanımla biraz rahat mı konuştunuz!
Bir olaydan ötürü birine kızıp küfürler mi ettiniz?
Bu ve benzeri özel olan bütün konuşmaların tamamı stoklanıyor!
Abartma ya da paranoya diyenleriniz olabilir ama sizi temin ederim değil!
Peki nasıl mı dinliyorlar diyorsunuz?
Telefonunuzdan!

1 Eylül 2010 Çarşamba

Atatürk: O şahıs benim babam değil!

[Resim: 0003.jpg]


Atatürk’ün babası kimdi? Gazi Mustafa Kemal’in
1922 yılında “Vakit” gazetesinden Ahmet Emin Yalman’a anlattığı
hatıralarından beri bu sorunun içinden çıkılamamıştır.

Şimdi içinizden ‘Peki Atatürk köşelerinde gördüğümüz o fesli, bıyıklı adam kim o zaman?, diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Hevesinizi kursağınızda bırakmak istemem ama o fotoğraftaki kişinin
‘Atatürk’ün babası’ olduğu tezi, doğrudan doğruya bir İnönü devri
yutturmacasıdır. Biz İnönü’nün göstermek istediği Atatürk ile
Atatürk’ün kendi zamanındaki Atatürk’ü fena halde birbirine karıştırmış
durumdayız. Daha doğrusu biz Atatürk’ü İnönü devrinde ona giydirilen
deli gömleğiyle tanımak zorunda kalmış bulunuyoruz. Şimdi o gömleği
çıkartmaya uğraşıyoruz ki, işimiz hiç kolay değil…

Daha önce de yazmıştım: İsmet İnönü’nün 12 yıllık Cumhurbaşkanlığı
döneminde “Nutuk” bir tek defa bile basılmamıştır. Neredeyse yasaktır.
Basılmıştır diyen varsa getirsin bir örneğini. 1938’de Atatürk’ü
sağlığında yapılan son baskısından sonra ilk kez 1950 yılının ikinci
yarısında basılabilmiştir “Nutuk”un ilk cildi.

Mesela 1931’de basılan “Tarih IV” adlı lise ders kitabında da,
ölümünden hemen sonra Kanaat Kitabevi tarafından basılan M. Turhan
Tan’ın “Atatürk” kitabında da Atatürk’ün babasının fotoğrafını
bulamazsınız. Neden acaba? Şimdi babası Ali Rıza Efendi’nin olduğunu
sandığımız ünlü fotoğrafı, Atatürk’ün onayından geçmemiştir de ondan.

Peki nedir bu fotoğrafın hikâyesi? Neden o gün yokken bugün ders
kitaplarımıza kadar sızabilmiştir? Tarih üzerinde bir oyun mu
dönmektedir yoksa?

1935 yılında tesadüfen Ankara Cebeci’deki Şehnaz Hanım’ın aile
albümünden çıkmış olan bu fotoğrafı büyük bir sevinçle hemen Atatürk’e
ulaştırırlar. Sağdan bakar, soldan bakar, büyüttürür. Hayır, küçük
yaşta kaybettiği babasının görüntüsü, fotoğraftakine hiç
benzememektedir. Atatürk’ün içi ‘resimdeki adam’a bir türlü
ısınamamıştır. Nitekim Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı kitabında
yazdığı üzere Atatürk, sonunda “Bu bizim peder değildir” diye kestirip
atmak zorunda kalmıştır.

(Nitekim, Öteden beri Atatürk`ün babası Ali Rıza Efendi olarak sunulan fotoğraf için Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabının 2. baskısında sayfa 17`de şöyle yazıyor:


`1876`da ilk Kanun-i Esasi`nin ilan edildiği güne rastlayan 23 Aralık`ta Selanik`te kurulmuş Asakir`i Milliye Taburu`ndaki gönüllü subaylardan biri babası olarak öne sürülmüştür.


Resmi ötekilerden ayrılarak büyütülmüştür. İstanbul Hürriyetçilerine yardım etmek için toplanan bir milli kuruluşa babasının da bulunmuş olması Mustafa Kemal`in hoşuna gidecek bir şeydi ama inanmış mıdır, sanmıyorum.


Hatta bir gün alaycı bir dille: Bu bizim peder değildir` dediği kulağıma gelir...`)


Ne çare ki, onun inkâr ettiği “peder”in fotoğrafı kitaplara girmiştir bir kere, artık hangi babayiğit çıkartabilir.

Ali Rıza Efendi’ye ait olduğu söylenen bu fotoğraf, ilk kez 1939
yılında, yani artık atışın serbest hale geldiği İnönü devrinde
“Belleten”de İhsan Sungu tarafından yayınlanır. İşte bu tarihten sonra
kitaplarda o zamana kadar Mustafa Kemal’in soyunu tek başına temsil
eden Zübeyde Hanım’ın yanına yeni bir fotoğrafın yerleşmeye başladığı
görülür. Bu tavırdan, Tek Parti dönemi muhafazakârlığına denk düşen
‘iyi aile çocuğu’ Atatürk imajının zihinlere kazınmak istendiğini
çıkartmak zor olmasa gerek.

Peki gerçekten de Atatürk’ün babası kimdi? Ali Rıza Efendi’ydi
elbette. Ne yazık ki, onun hayatı hakkındaki yayınların hiçbirisine tam
olarak güvenemiyoruz. Biraz okuyunca kafanızın aşure kazanına dönmesi
sebepsiz değil.

Mesela en muteber kaynaklardan sayılan Şevket Süreyya Aydemir,
“Kırmızı Hafız”ı Ali Rıza Bey’in amcası yaparken (“Tek Adam”, I, 1969,
s. 31), Prof. Şerafettin Turan babası yapmaktadır (“Kendine Özgü Bir
Yaşam”, 2004, s. 20). Yine Prof. Turan, Atatürk doğduğunda babasının
Evkaf idaresinde çalıştığını yazarken (s. 20), Erol Mütercimler kereste
tüccarlığı yaptığını iddia etmektedir (“Fikrimizin Rehberi”, 2009, s.
39). Oysa Atatürk, 1922 Ocak’ında Ahmet Emin Yalman’a verdiği
röportajda kendisi okula başlarken babasının “rüsumat”ta, yani gümrük
idaresinde memur olduğunu söylemiştir.

Bu durumda Ali Rıza Efendi’nin bütün hayatı alt üst oluyor. Önce
Evkaf’ta kâtiplik yapıyor, sonra kereste tüccarlığı, 6 yıl sonra ise
gümrük memurluğu. Oysa doğru sıralama, önce Evkaf, sonra Rüsumat
idaresi ve en son memurluktan istifa ettikten veya emekli olduktan
sonra kereste ticareti yaptığı şeklinde olacaktı (ölümünden önce bir
ara tuz ticareti yaptığını Makbule Hanım anlatmıştır).

Üstelik Atatürk’ün babasının hangi yılda öldüğü de bilinmez.
Rakamlar kitaptan kitaba, üstelik 5-6 yıla kadar oynuyor. Kimisi
1893’te öldü diyor, kimisi 1887 veya 1888’de. İnkılap tarihinin
duayenlerinden Prof. Enver Ziya Karal, “babası genç yaşta öldü”, diye
yazıyor. Yahu üstad, eğer Ali Rıza Efendi 1839’da doğmuşsa ve ölüm
tarihi 1893 ise öldüğünde 54 yaşındadır ve bu nasıl “genç” ölmektir?


Biyografilerindeki ciddiyetsizliklere son bir örnek: Atatürk Şemsi
Efendi mektebine başladıktan “az zaman sonra” babasının öldüğünü
söylemiştir. Eğer okula 6-7 yaşlarında başlamışsa tarih, 1887
olmalıdır. Oysa bildiğimiz kadarıyla bundan sonra tam 6 yıl daha
yaşamıştır Ali Rıza Efendi. Bu hesaba göre babası öldüğünde Atatürk
13-14 yaşında olmalıdır. Yani babasının ölüm tarihini esas aldığınızda
Atatürk 14 yaşında, kendi demecindeki okula yazılmasından az sonra
öldüğü bilgisi esas alınırsa da 7 yaşında çıkıyor. Hangisi doğrudur?
Henüz bilmiyoruz.

Gördüğünüz gibi Atatürk’ün babasının kimliği konusunda karanlıklar
içinde yol bulmaya çalışan ressam Brüghel’in körleri gibiyiz. Anlaşılan
Atatürk de, 1930’ların sonlarına gelinirken, olgunluk dönemini idrak
eden her erkek gibi babasını merak etmiş ve onun izlerini
araştırmalarını istemiştir yetkililerden. Nitekim Başbakanlık
Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgeler bu araştırmanın Selanik’e kadar
uzandığını gösteriyor (030-10-1 7 6 nolu dosya).

Maalesef bu araştırmadan da Atatürk’ün babası hakkında dişe dokunur
bir sonuç çıkmamıştır. Atatürk’ün ölümünden bir yıl önce babasının
kimliğini araştırma merakına kapılması bize yine de bir şey söylüyor
olmalıdır. Gençliklerinde babalarını aştığını düşünen erkekler,
olgunluk çağlarında “baba”yı yeniden keşfe çıkmak ihtiyacını duyarlar.

Karlı bir gece yarısı baba yeniden evine dönecek midir? Bu ev, Çankaya Köşkü bile olsa…

Mustafa Armağan 
 
Bu yazı http://forum.e-tarih.org/showthread.php?tid=947 linkinden alınmıştır.