28 Şubat 2011 Pazartesi

Selamet... Fazilet... Saadet... Cennet?

01 Mart 2011
Gazeteciliğim onunla geçti. Ama birebir konuşma imkânını ancak 2,5 ay önce bulabildim.
Babam ölmüştü.
Telefonda, “Başınız sağolsun muhterem kardeşim” diye lafa girdi.
Zihnimde, 30 yıllık bir ince sesti.
İlk ve son konuşmamız o oldu.
* * *
70’lerin sonlarında mizah yüklü basın toplantılarını ve neşeli bütçe konuşmalarını izlemeye giderdim.
Sonra onu 12 Eylül’de Mamak’ta izledim.
Meclis’teki kadayıflı keyfinden eser kalmamıştı.
Duruşma salonuna siyah bond çantasıyla gelmişti.
Yan yana sıralandılar:
Recai Kutan, Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk... vd.
Salon doluydu. Dışarıdan, talim yapan askerlerin sesi geliyordu. Hepimiz Hoca ne diyecek diye bekliyorduk.
Mikrofona geldiğinde, herkese olduğu kadar saygılıydı mahkeme heyetine de... Vaaz verir gibi uzun cümlelerle savunmuştu kendini...
* * *
Her muhtırada ya sürüldü ya hapsedildi ya yargılandı Erbakan...
Hep şeriatçılıkla, cihatla suçlandı; hep reddetti.
Cemal Süreya onun bu temkinliliğini “Kaleci Cihat’ı bile görmezlikten gelir” diye özetlemiştir.
Her darbede alttan aldı; her darbe sonunda üste çıktı.
Türk demokrasisi, sistemin onu içine çekmekle, dışına itmek arasındaki gidip gelmelerinden ibarettir dense yeridir.
Bir MSP’linin tabiriyle; “lastik gibiydi Hoca”; her darbede ezildi sanılıyor, bırakıldığında eski haline gelip yeniden büyümeye başlıyordu.
28 Şubat’ta Anıtkabir’deki defteri imzalarken döktüğü terler, bana 12 Eylül duruşmalarındaki hallerini hatırlatmıştı.
Zaten bende, hayatı boyunca sevmediği kıyafetler içinde, inanmadığı metinleri imzalamış, lafını seçmeden konuşabileceği günler için bunlara katlanmış bir lider izlenimi bırakırdı.
* * *
Siyasal kilitlenmelerin anahtarını belinde taşımaktan hem nemalandı, hem de bu, ona pahalıya patladı.
Yıllarca dışlanmış mütedeyyin orta sınıfın dini hissiyatı ile milli hassasiyetini iktidara taşıdı.
Bundan dolayı kimi ona şükran, kimi öfke duyuyor:
Siyasal İslam’ı legalize etti diye müteşekkir olan da var; “Cumhuriyet’in altını oydu” diye kızan da...
Kimin haklı olduğuna tarih karar verecek.
Ben, şimdilik beni etkileyen özelliklerini yazayım:
41’inde evlendi; 42’sinde baba oldu, 70’inde Başbakan koltuğuna oturdu. Hep geç kaldığı ve dışlandığı halde, her devrilişinde inatla yerden kalkıp en baştan başlamayı bildi.
Sapması olmayan, kesintili bir yol çizgisi gibiydi hayatı:
Selamet... Fazilet... Saadet... Cennet?
Sollayanlar önüne geçip iktidar oldular; istifini bozmadı.
Hastanedeki son görüntüsü, siyasetin siyasetçiyi hayata bağlayan bir yaşam ünitesi olduğunu kanıtlıyordu sanki... Konuşmaya mecali yoktu, ama iktidara yürüdüklerini söylüyordu. Siyaset, evvela hayal etmek ve hayaline bizzat iman etmekti.
Asıl etkilendiğim, öldüğünde başucunda olan kadroydu. Yan yana sıralanmışlardı:
“Recai Kutan, Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk... vd.”
Bir mücadeleyi 50 sene aynı kadroyla omuz omuza sürdürebilmek, pek az lidere kısmet oldu.
Hele “Bizden kopan iktidar oluyor” görüntüsünün olduğu yerde...
Hoca’yı bu özellikleriyle ve galiba en çok da nüktedanlığı ve mizaha tahammülüyle özleyeceğiz.
Allah rahmet eylesin!

“Erbakan acil düşürülmeli” kodlu ABD belgesi

Alan Makovski, 1997 yılında Washington Enstitüsü Yakın Doğu Çalışmaları’nın üst düzey üyesiydi. Makovski, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa Yakın Doğu Şefi olarak görev yaptı..
Refah-Yol Hükümeti kurulur kurulmaz Bay Makovski, Türkiye’nin büyük sermaye gazetelerinde boy göstermeye başladı..! ABD merkezli bu Yahudi Lobici, Erbakan Hükümetine sert muhalefet ediyor, yazıları da Türk gazetelerinde yer buluyordu..
Makovski, Refah-Yol kurulur kurulmaz, Türk gazetelerinde bu hükümetin kurulmamasını dayatıyordu..
Daha sonra, bu şahsın, ABD merkezli faaliyetleri ile 28 Şubat’ın temellerini attığı ortaya çıktı.. Tabii ABD yönetiminin alt yapısı sayesinde..
Nitekim Necmettin Erbakan da hükümetinin ABD tarafından organize edilen oyun sonucu yıkıldığını söylemişti..
Erbakan Hükümeti kurulur kurulmaz, ABD medyasında yazılar yazan ve Washington yönetimine bir rapor sunan Alan Makovski, Erbakan’ın ABD’nin menfaatlerine nasıl aykırı olduğundan söz edip, Erbakan’dan kurtulmak için neler yapılması gerektiğine kadar bir dizi madde sıralamıştı..
Makovski’nin bu makalesi aynı zamanda Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı PKK’dan Kıbrıs’a, İran’dan Irak’a kadar bir sürü sorunun cevabını içinde barındırıyor. Erbakan’ın daha o dönemde dikkat çektiği ABD’nin Orta Doğu’daki planlarına, ancak yıllar  sonra varabilmiş bir Türkiye’nin, neden kendi menfaatlerini koruyan bir hükümete (Refah-Yol) karşı darbe yaptığı da bir başka soru işareti olarak kalıyor.
Makovski’nin ‘Erbakan İle Nasıl Mücadele Etmeli’ başlığıyla 1997’de ‘Amerikan Menfaatlerini Korumak’ sloganını kullanan Middle East Quarterly dergisindeki yazısını okuyalım..
“Türkiye’nin yeni İslamcı Başbakanı Necmettin Erbakan kısa bir süre önce İran ile imzaladığı 23 milyar dolarlık gaz anlaşmasının ardından New York Times Gazetesi’nden Thomas Friedman ‘Türkiye’yi Kim Kaybetti?’ başlıklı bir makale yazdı. Türkiye’nin kaybedilmemesini garantilemek için çok fazla şey yapması gereken Amerikalılar için bir uyarı niteliği taşıyor.
Dış politika kararları Milli Güvenlik Kurulu’nda alınıyor.
MGK, Erbakan’ın kimlerle görüşeceğini, ne söyleyeceğini, nereye seyahat edeceğini kontrol edemez.
MGK tarafından kontrol edilse bile Başbakan olarak Erbakan, Amerikan menfaatlerine ve Türk Amerikan işbirliğine meydan okuyor. Erbakan’ın hükümette olması Amerikan ve Avrupa yönetimlerinin işini zorlaştırıyor. Erbakan’ın komplocu yaklaşımı ve Batı karşıtı söylemleri, Türkiye’nin dostu olarak bilinen birçok kişiyi de uzaklaştırıyor. Örneğin, birçok önemli Yahudi-Amerikan kuruluşları Türkiye’ye olan ziyaretlerini ertelediler Erbakan’ın politikalarına duydukları kaygıdan dolayı. Üçüncü olarak, Erbakan açık olarak İran, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan ve Filistin’deki Müslüman teşkilatlara sempatiyle baktığını dile getirdi, ki bunlar önemli güvenlik riski taşıyor. MGK üyesi ve Başbakan olarak Erbakan NATO’nun ve ABD’nin gizli güvenlik belgelerine ya ulaşmış ya da ulaşmış olacak...”
Bu “rapor” oldukça uzun..
Raporun bir ara başlığı, “Erbakan, ABD çıkarlarına ters” diyor..
“Erbakan bir ideolog olarak Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak istiyor, bu ise Amerikan menfaatlerine tamamen ters bir politika. Asker dahil Amerikan yanlısı Türkler, kamuoyuna Türkiye’nin Amerika ile olan ikili bağlarının değerini göstermeli. Buna karşılık olarak Washington uzun vadeli ilişkilerini etkileyen tüm konularda Türkiye’yi desteklemeli. Güvenlik bağları Türkiye ve Batı’yı birbirine bağımlı kılarken, bu aynı zamanda Türkiye’nin Batı’dan yana durmasında etkili bir araç...”
Erbakan’ı “ABD çıkarlarına ters”  diye dışlayan Amerika,  “çıkarlarını”  kime dikte ettiriyor?!!
Olay budur...

Bilim adamı Erbakan... Siyasetçi Erbakan... İnsan Erbakan

 
Hangi Erbakan?.. Bir tek Erbakan yok ki... O, hem bir “bilim adamı”ydı, hem “siyasetçi”ydi ve hem de “beyefendi bir insan”dı.. En kızgın, en öfkeli olduğu, dönemin Başbakan Yardımcısı Turhan Feyzioğlu’na fena halde sinirlenip; “Bre Mason!” diye kükreyip, “masaya yumruk vurduğu” zaman bile “beyefendi tavrı”nı hep sürdürmüş, “kibar”lığı, “saygı”yı, “görgü kuralları”nı elden bırakmamıştı... Muhataplarına, hep “beyefendi” diye hitap eder ama diyeceğini demekten de asla çekinmezdi.
Hani derler ya;
“Devlet” görmüş, “umur” görmüş!..
Erbakan Hoca da, “devlet terbiyesi” alarak yetiştiğinden, hayatı boyunca o “terbiye”yi muhafaza etti... “Beyefendi”liğinden ve “devlet adamlığı”ndan hiç taviz vermedi...
Çok “badire”ler atlattı...
Çok “mağdur” edildi!..
“Maddi ve manevi işkence”lere maruz kaldı... Zaman zaman yaptığımız “sohbet”lerde; biraz da “gazete refleksi” ile, ağzından “manşetlik lâf” almaya çok çalıştım... Hani, kendisine “çok çektiren” insanlar hakkında, “aleyhte” bir söz sarfetsin, onu “madara” etsin de, “manşet” olsun!..
Ama, hayır!..
Bütün yaşadıklarını içine attı, hiç kimsenin şahsı aleyhinde konuşmadı...
Denilebilir ki, “sır”larıyla gitti.
ALTINOLUK’TA BİR GÜN
Yanılmıyorsam, 1999 yılı sonbaharıydı.
Altınoluk’ta ikamet ediyordu.
“Başbakanlık”tan düşürüleli iki yıl olmuştu... Bir sabah, erkenden yola çıkmış, “Yayın Kurulu üyeleri” olarak Altınoluk’a gitmiştik.
Mustafa Karahasanoğlu ağabey, ben, Ali İhsan Karahasanoğlu, Yılmaz Yalçıner, Hasan Hüseyin Maden ve Ülkü Kumral, Çanakkale üzerinden gitmiştik Altınoluk’a...
Saatlerce sohbet etmiştik.
“Dünyadaki gelişmeleri” adım adım takip ediyor ama “Siyonist İsrail” üzerinde özellikle duruyordu...
“Kitap”lar açtı önüne... O kitaplardan “pasaj”lar okudu... İşte o sohbet esnasında, “Armegedon” kavramını, ilk defa Hoca’nın ağzından duydum... “Bu azgın Siyonistler” diyordu; “Bir Kıyamet Savaşı’na yol açacaklar!”
Yanılmıyorsam, Grace Hallsell tarafından kaleme alınan “Tanrı’nın Elini Kıyamet’e Zorlamak” adlı kitap, o günlerde çıkmıştı piyasaya!..
Bol bol “Siyonist tehlike”den söz etmiş ama “kendi başına çorap örenler”den tek söz etmemişti... “Onlar bilmiyor” diyordu; “Bilselerdi, böyle yapmazlardı.”
Bu, bir “tevekkül” ifadesi miydi, yoksa, “dün”de takılı kalmayıp, “yarın”lara bakmak gerektiğinin tavsiyesi mi?..
Bize, “çipura” ikram etmişti o akşam...
Yanında da, kızartma...
Güzel bir yemekti.
Ama, en güzeli;
“Deniz kıyısında cemaat halinde kıldığımız namaz”dı... O namazdan aldığım “hazzı” hiç unutamam.
O gün farketmiştim ki;
Erbakan Hoca, “rûku”ya ve “secde”ye eğilmekte zorlanıyordu... Günde “3-4 mitinge” koşan, dur-durak bilmeyen bir adam, hayli yıpranmıştı... O an, bunun, bir “28 Şubat üzüntüsü” olduğunu düşünmüştüm.
Hiç unutmuyorum;
“Namaz”dan sonra, “hayli geç oldu, gitmeyin” demişti; “Sabahleyin birlikte kahvaltı yapar, ondan sonra gidersiniz.”
Herhalde “zahmet vermek” istemediğimizden, izin isteyip, gece yarısı çıktık yola!..
Hâlâ, hepimiz hayıflanırız;
“Keşke kalsaydık.”
ANKARA’DA TAZİYE ZİYARETİ
Sonra, “Nermin Hanım’ın vefatı”ndan sonra, Ankara’ya, “taziye” ziyareti için gitmiştik.
Orada görmüştüm ki;
Nermin Hanım’ı, gerçekten çok seviyormuş... Adını dilinden düşürmüyor, sürekli “dua” ediyordu... Zaten, bir oda dolusu insan da, okunan Kur’an-ı Kerim’i dinliyor, verilen aralarda “Hoca’nın sohbeti”ne kulak kesiliyordu. Konu, hep “Siyonist İsrail”di!..
Hasılı kelâm;
“Üzüntü”leri ve “sevinç”leriyle bir “insan”dı Erbakan...
Bir bilim adamı, bir siyasetçi olduğu kadar, “örnek bir insan”dı..
“Güzel giyinmeyi” severdi.
Tabiî, “kaliteli yemek”leri de...
Yemek yemek, onun için “karın doyurma”nın ötesinde, adeta bir “ritüel”di... Son derece yavaş, tane tane yerdi... Tabağındaki yemeğe; çatal veya bıçağını bir “sanatçı titizliği” ile uzatırdı!..
Bir gün, Başbakanlık Konutu’nda bir yemek vermişti... Hiç unutmam, Nazlı Ilıcak; sofradaki “peynir” ve “tereyağı”nın son derece leziz olduğunu söyleyince; “Sizler için Trabzon’dan özel olarak getirttim” demişti.
Dedim ya; kaliteli giyinmeyi de, kaliteli yemeyi de severdi.
Her şeyin “en iyisi”ni, “en mükemmel”ini isterdi...
“Siyaset”in en iyisini yaptı, “bilim adamlığı”nın en iyisini yaptı...
Bir “iz” bıraktı arkasında!..
Hem de, silinmeyecek bir iz.
27 MAYIS’TA DOÇENT ERBAKAN
O, bir “yerli” idi.
Bir “millî” idi.
“Milli Görüş” fikriyatını ortaya atmazdan önce de “yerli” ve “milli” idi.
“İlk ve tek milli motor” olan Gümüş Motor onun ve arkadaşlarının eseridir!.. Hem de “genç bir üniversite öğrencisi” olarak 1956 yılında yapmıştır Gümüş Motor’u... 1960’tan itibaren de seri imalata geçirmiştir.
“Yerli malı, Türk’ün malı... Her Türk onu kullanmalı” diye kampanyalar açıp, bunun “edebiyatını yapanlar”ın her şeyi “ithal” ettiği günlerde, o, sadece “Gümüş Motor”la kalmamış, “Türkiye’nin ilk ve tek yerli otomobili Devrim”in yapılmasında da, “öncü” olmuştur.
Nasıl mı?..
Buyrun “tutanak”ları okuyalım.
Prof. Cemil Koçak’ın, Yapı Kredi Yayınları tarafından Haziran 2010’da yayınlanan “27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları” adlı eserde; “Genç Erbakan’ın çabaları” anlatılıyor.
Necmettin Erbakan henüz gencecik bir doçent iken, ülkemizde otomotiv sanayii kurulması için çaba göstermiş... Önce Odalar Birliği’ne rapor sunmuş, aynı raporu Devlet Plânlama Teşkilatı’na iletmiş, ardından Bakanlar Kurulu toplantısına çağırmışlar, orada da savunmuş tezini...
Necmettin Erbakan 4 Mart 1961 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısına katılmış. Toplantı 9.45’te başlayıp 11.50’ye kadar sürmüş. Kendisine ayrılan zaman diliminde, Doç. Erbakan, ülke sanayiinin durumuna ve neler yapılması gerektiğine dair görüşlerini anlatmış, sonra da otomobil üretimi konusundaki düşüncelerini açıklamış.
Türkiye’de o günlerde 84 bin motorlu araç var, bunlardan sadece 38 bini otomobil... Ülkeye ithali yasak otomobil, ancak bedelli ithalât yoluyla gelebiliyor. Buna rağmen bakanların bazısı otomobil çokluğundan ve lüks oluşundan şikâyetçi.
Erbakan ‘araştırma-geliştirme’ alanına önem verilmesini, sanayi için ithalâttan fon ayrılmasını, yerli üretilebilen makinaların ithalâtının kısıtlanmasını, üniversite-sanayi işbirliğini ve bunların çıkarılacak yasalarla takviye edilmesini savunuyor.
Meselâ, diyor ki;
“Bizim memleketimizde önce demir-çelik sanayii kurulmalı, ondan sonra makine tezgâhları kurulmalı ve ondan sonra da imalât yapacak fabrikalar tesis edilmelidir.”
Toplantıya bakan olmayan iki asker de katılmış o gün:
Sami Küçük ve Sıtkı Ulay...
Toplantı bitip ayrılırken konunun önemine binaen kendisini 15 gün sonra yeniden çağıracaklarını söylemişler Erbakan’a; ne var ki; Bakanlar Kurulu olarak, aynı konuda başka toplantılar da yaptıkları ve o toplantılarda adı da geçtiği halde kendisini bir daha çağırmamışlar...
Bakanlar önünde tezini savunurken Erbakan; çeşitli ülkelerden örnekler veriyor... O sırada Türkiye ile aynı milli gelire sahip Brezilya’nın kendi otomobilini üretmeye başladığını birkaç defa tekrarlıyor. “ABD’de kullanılan Volkswagen arabalarının yüzde 95’i Brezilya’da üretilmektedir” diyor Erbakan...
“Otomobil üretiminde kullanılacak kaliteli işçimiz var” tespiti de Erbakan’ın...
Sonra söyledikleri, sorunlarımızın sürekliliğine işaret ediyor: “Bugün Türkiye’de 300 bin sanat okulu mezunu, mühendis, teknisyen ve sanatkâr vardır; bunların yüzde 5’i sanayi sahasında, yüzde 95’i başka sahalarda çalışmakta, çeşitli yerlerde kâtiplik, biletçilik yapmaktadır.”
“İmalât nasıl olacak?” sorusuna cevabı da şu: “İlk senelerde otomobil imalâtında kullanılacak malzemenin yarısını Türk malı olarak imal etmek mümkündür. Otomobil için yeni bir yatırım yapılmasına da lüzum yoktur; bu hususta lüzumlu fabrikalar mevcuttur. Bunlar bugün yüzde 10 kapasite ile çalışmaktadırlar. (..) Böyle bir imalât belki montaj fabrikalarından da istifade edildiği taktirde ufak yatırımlarla tahakkuk ettirilebilir... İmalat, devletin önderliğinde yapılmalıdır.”
Doçent Erbakan’ın yaptığı bu “sunum”un ardından başlayan “soru-cevap” bölümünde, Türkiye’yi yöneten “zihniyet”ten ibret dolu örnekler de ortaya çıkıyor.
Meselâ Kemal Kurdaş, doğrudan giriyor söze: “Biz, geri kalmış bir memleketiz, yerli otomobil yapamayız!.. Senin Brezilya dediğin ülke bir deli tarafından idare ediliyor!”
Mehmet Baydur gibiler ise, şöyle karşı çıkıyor “yerli otomobil fabrikası” kurulması fikrine;
“Çimento ve şeker fabrikaları kurduk da ne oldu?.. Bunlar, bugün büyük bir yük!.. Memlekete hayır değil, felâket getiriyor...”
Prof. Cemil Koçak; Erbakan’ın “sunum” yaptığı 4 Mart 1961 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısından sadece 3 ay sonra; “Devrim otomobili” ile ilgili ilk toplantının yapıldığını not düşmüş kitabında!..
Demek oluyor ki;
Erbakan, bir “ufuk” açmış ve böylece “Devrim’in öncüsü” olmuştur!..
NEDEN SİYASETE GİRDİ?
Peki, böylesine “zeki”, böylesine “donanımlı” ve böylesine “başarılı” bir “bilim adamı” olan Erbakan; niye “bilim adamlığı”nı sürdürmedi de, “siyaset”e girdi.
“Siyaset”e ilk adımını attığı günlerde, yani 1969’da, “Neden siyaset?” sorusuna şu cevabı verir:
“Memlekette yapılacak çok şey var. Bilimadamı olarak zorladım, olmadı. Odalar Birliği’nde genel sekreter, sonra başkan olarak zorladım, yine olmadı. Yapmak istediklerimi gerçekleştirmenin tek yolu siyaset görünüyor.”
Onun, “yapmak” istediği çok şey vardı.. “Siyaset”e onun için girmişti...
“Yaptıkları” da oldu, “önünü kestikleri” için, yapamadıkları da!..
Ama, bir “iz” bıraktı arkasında...
“Yapılamaz” denilen birçok şeyin “yapılabilir” olduğunu gösterdi...
Bu milleti, “aşağılık kompleksi”nden kurtardı...
Daha yakın bir tarihte, “toplu iğne bile yapamayan” Türkiye, bugün “kendi tankını, kendi uçağını” yapma aşamasına gelmişse, bunun “öncü”lüğünü yapan Erbakan Hoca’dır.
Bu millet;
Hem “bilim adamlığı”ndan, hem “siyaset”çiliğinden, hem de “devlet adamı” ve “insan”lığından dolayı çok şey borçludur O’na...
Hakkını helâl et Hocam...
Mekânın cennet olsun...
Derdin ki;
“Sohbetlerini özledim.”
Ben de seni özleyeceğim Hocam.
Erbakan Hoca, İstanbul Teknik Üniversitesi Motorlar Laboratuvarı’nda “Yüzde yüz yerli ilk ve tek motor”u yaptı... 1956 yılında ise Türkiye’de ilk yerli motoru seri halde imal edecek olan 200 ortaklı Gümüş Motor A.Ş.’yi kurdu... Pancar Motor adıyla çalışan fabrikanın temelini 1956’da attı, seri imalat 1960’da başladı... Erbakan Hoca, Türkiye’nin ilk yerli otomobili Devrim’in de öncüsü olmuştur...
================
Dua makamında
MSP’nin ilk yılları... “Miting”lerden bir miting... Erbakan Hoca, meydanda toplananlara hitap ediyor... Meydanda 3-4 bin kişi ya var, ya yok... Ama Erbakan Hoca, “onbinlerce vatan evlâdı” diye hitap ediyor onlara...
Kurmaylarından biri; “Ne onbinleri, alanda 3-4 bin kişi ancak var” diyecek oluyor... Yanındaki, müdahale ediyor; “Hoca dua makamında söylüyor, dua makamında!.. İnşallah bir gün, onbinlere de hitap eder, yüzbinlere de!”
Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, Erbakan Hoca’nın “dua makamında” söylediği sözler “gerçek” oluyor... Gerçekten de; “onbinler”e, “yüzbinler”e ve hatta “milyonlar”a hitap ediyor...
Siyasete ilk adımını attığı günden “27 yıl sonra”, milyonlarca insanın oyunu alıp “iktidar”a geliyor, “Başbakan” oluyor.
Bugün, önce Hacıbayram Camii’nden, sonra da Fatih Camii’nden, son yolculuğuna uğurlayacağız onu...
Tabutunun etrafında, “onbinler, yüzbinler” saf tutacak, “cenaze namazı”na katılamayan “milyonlarca insan” ise yapılan “dua”lara “amin” diyecek. “Dua makamında” söylediği sözler, işte gerçek oldu... “Çok sevdiği Nermin Hanım”ın yanına “milyonların duası” ile defnedilecek.
“Dua”larımız seninle... Mekânın cennet olsun Hocam...

Necmettin Erbakan ile bir dönem kapandı

Necmettin Erbakan, Türk milletinin Viyana önlerinde bıraktığı dünyaya nizam verme ideallerini yeniden canlandırmak istiyordu. Türk milletinin sukutunu İslam ümmetinin sukutu olarak görüyordu. Yaklaşık üç yüz yıldır, Türk milletinin Batı’ya benzeyerek, taklit ederek ve uyum sağlayarak ayakta kalma mücadelesine karşıydı. Milletlerin kendi iradesi, değerleri ve kararları üzerinden var olabileceğine inanıyordu. Bu nedenle sık sık “Sultan Fatih ruhu”ndan söz ederdi. Ecdat başardı. Biz de başarabiliriz derdi.
Doğu’nun kurtuluşunu Batı’da görenlere de Türkiye’nin kalkınmasını “Ortak Pazar”a girmekten geçenlere de karşıydı. Ortak Pazar’ın Türkiye’ye karşı kurulmuş “ortak tuzak” olabileceğine de dikkat çekiyordu.

“Milli ve manevi kalkınma”
Kalkınmanın ve var olmanın birbiriyle ilgili iki yüzünün olduğunu söylüyordu. Milli ve manevi kalkınma derken kast ettiği buydu. O, her şeyden önce milliydi. Dilinden milli hamle, milli sanayi, milli kalkınma ve milli görüş söylemi bu nedenle düşmezdi.
Teknolojiden ibaret bir modernleşmeye Erbakan’ın itirazları vardı. Ancak Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi ve güçlü olmasının da modernleşmeden geçtiğinin bilincindeydi. Ancak O, kalkınmanın özünde bir insan sorunu olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle milli kalkınmanın manevi değerlerle teçhiz edilmiş, inançlı kadrolar yoluyla gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona göre Türkiye’yi ancak dindar kadrolar maddi anlamda kalkındırabilirdi.
Geçici, palyatif, uyduruk ve pansuman tedbirler yerine sorunu kökten çözecek “ağır sanayi” nin kurulması gerektiğini savunmuştu. “Makine yapan makine” yi üretmek için ilk harekete geçenlerden birisiydi. O, aynı zamanda “Devrim Otomobili” ni yapan kişiydi.
Ülkenin her yanında bugün yükselen fabrika bacalarının temelinde onun harcının olmadığını söylemek hakikatlere aykırı olur.
Temel atma, temeli döşeme ve temele dönme gerektiğini söylerdi. Türkiye’nin gücünü ve sınırlarını zorlayan hamleleri de bizzat kendisi yapmıştı.

Hırs değil inanç sahibiydi
Düşüncelerini konjonktüre göre eğip bükmeyi aklından hiç geçirmemişti. Kendine güveni tamdı. İnancı bir ve bütündü. Neye inandığını ve neyi gerçekleştirmeye çalıştığını herkes bilirdi. İnandığı her şeyi söylediği içindir ki gizli, kapaklı bir yanı yoktu.
Kurduğu siyasi partiler sırasıyla kapatıldığında aynı ilke ve inançlarla bir diğerini devreye sokmuştu. Her defasında düştüğü yerden kalkmasını, kalktığı yerden yükselmesini becermişti. Partinin kutsal bir mabet olmadığını yalnızca idealleri gerçekleştirmenin bir aracı olduğunu, birbiri peşi sıra kurduğu partilerden anlamak mümkündür.
Vücudunun, başını taşımakta zorlandığı bir zamanda yeniden ideallerini taşıdığına inandığı davanın başına geçmekte tereddüt etmemiş olması ilginçtir. İş başa düştüğünde sağlığını hatta hayatını inandığı davası uğruna riske atmasını bilmiştir.

Bir dönem kapandı!
Hayat ona başarı, kaybetme, ihanet, sadakat ve kazanma duygusunun her türünü tattırmıştı. Hocanın öğrencilerinden bazılarının, onun öğretilerine yüzde yüz karşıt bir zihniyetle ortaya çıkmaları da tarihin cilvesidir. Son zamanlarda O, kendisini anlayan ama yanlış anlayan öğrencileriyle karşı karşıya gelmişti. Kader işte budur. Hiç kimseyi hiçbir şeye karşı sigortalamak mümkün olmuyor!
O, bir devrin muhassalasıydı. Her biri kendi alanında bir başka tür kurt olanlar arasında mücadelesini verdi.
Ömrünün son döneminde davasının aracı olan partinin başına geçmek zorunda kalmasının gerçek bir anlamı vardır. O da onun, her şeye rağmen kalabalıklar içinde yalnız yaşayan bir insan olduğu gerçeğidir. Bir zamanlar davasını tek başına “savunan adam” oldu, öyle de kaldı.
Onunla birlikte bir dönem de bir daha açılmamak üzere kapanmış oldu.
Allah (cc) rahmet eylesin!

Darbe marbe yapma kardeşim

Dün, “postmodern darbemizin” 14. sene-i devriyesini idrak ettik... Dün, aynı zamanda, bu darbenin birinci sıradaki mağduru Prof. Necmettin Erbakan hocayı uğurladık.
Darbenin tedvirine memur edilmiş kurmaylardan Tümgeneral Erol Özkasnak, “Bu bir postmodern darbedir arkadaşlar...” demiş, müdahalelerini ölümsüz bir isme kavuşturmuştu.
Sofistike yahut ince tarafından kotarılmış bir darbe değildi.
Kaba sabaydı.
İncelikten, estetikten, ustalıktan yoksundu.
Bir rezaletti.
Bir yüzkarasıydı.
İnsafız ve vicdanız bir girişimdi. Bir utançtı...
Dönüp bakıyoruz ve Çevik Bir mamulü “Orduya sadakat şerefimizdir” serlevhasını görüyoruz.
Dönüp bakıyoruz ve “10 milyon insanın kaybı” üzerinden hesap yapan birtakım eli silahlı adamları görüyoruz.
Dönüp bakıyoruz ve karargâhtan gelen tamimleri manşete çeken gazeteleri, kurmay görüşünü “emir” telakki eden televizyonları görüyoruz. Çakma sivil toplum kuruluşlarını görüyoruz. DİSK’i görüyoruz. Ertuğrul Özkök’ü görüyoruz. Zafer Mutlu’yu görüyoruz ve mutlu oluyoruz. Mehmet Yakup Yılmaz’ı görüyoruz. Kemal Gürüz’ü görüyoruz. Nur Serter’i görüyoruz. Yaşar Nuri Öztürk’ü görüyoruz. Zekeriya Beyaz’ı görüyoruz. Kuvözde büyütülmüş “Müslüm Gündüz Fadime Şahin Ali Kalkancı” triosunu görüyoruz. “28 Şubat’ta düğmeye ben bastım” diyen Ali Kırca’yı görüyoruz. Deniz Baykal’ı görüyoruz.
Ki, sonuncusu, postmodern darbeyi, “Ordunun sivil kamuoyu oluşturma çabası” olarak yorumlamıştı.
Muhterem Süleyman Demirel’i görüyoruz.
Beethoven’in 9. Senfoni dinletisinde kendini tutamamış, koca gövdesini döndüre döndüre “İşte çağdaş Türkiye tablosu bu” diye ünlemişti.
Doğu Aktulga’nın gözyaşlarını görüyoruz.
Kenan Doğulu’yu görüyoruz.
Kenan Doğulu’nun icra ettiği 10. Yıl Marşı’nı, İstiklal Marşı’nın yerine ikame etme çabalarını görüyoruz. “İlericilerin tankları var” diyen Doğu Perinçek’i görüyoruz.
Bakıyoruz ve değerli saz sanatçısı Zülfü Livaneli’yi görüyoruz.
Başkentte, Tandoğan Meydanı’na topladığı dinleyicilerine “darbenin halk ayağı” muamelesi yapılmıştı. Bizimki de ses çıkarmamıştı. Hatta, bu apaçık manipülasyonu onaylamıştı.
Mesut Yılmaz’ı görüyoruz.
Başbakan Erbakan’ın “parlamento içi dayanışma” çağrısını elinin tersiyle itmiş, bir de “Erbakan sivil mutabakat arıyor” diyerek, girişim sahibini medyaya ispiyonlamıştı.
Bakıyoruz ve kapatılan okulları görüyoruz...
Fişlenen kebapçıları lahmacuncuları...
Okul önlerinde joplanan öğrencileri...
Orhan Taşanlar’ı...
Bombalanan gazeteleri...
Hakkındaki binlerce suç duyurusuyla o adliye senin bu adliye benim dolap beygiri gibi dolaştırılan gazetecileri...
Kartele gözünü kapatan ve “sansür”ü Abdülhamit dönemine ait bir uygulamaymış gibi sunan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni...
Kulağının üstüne yatan Basın Konseyi’ni...
“Andıçları” büyük bir serinkanlılıkla izleyen Türkiye Gazeteciler Sendikası’nı...
Bakıyoruz ve hiçbirini tanımakta güçlük çekmiyoruz...
Önceki gün, bir gazeteci, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na 28 Şubat süreci hakkında ne düşündüğünü sordu... Cevabı aynen aktarıyorum: “Kimse darbe marbe yapmasın kardeşim... Asker işine baksın.”
İyi, güzel de, 28 Şubat hengâmesinde kendisi neredeydi ve niçin bugüne kadar “asker işine baksın” deme gereği duymadı?
Nerede miydi?

Erbakan ve otomobil maceramız

Başbakan Tayyip Erdoğan bir süre önce ülkemizin öndegelen işadamlarına hitap ederken, "Hani bizim yerli otomobilimiz?" diye sordu ve "Sizlerden tamamen kendi mühendislik çabalarımızın ürünü bir otomobil üretmenizi bekliyorum." ricasında bulundu.

Yıl 2011. Türkiye'de her marka otomobil var, ama bir teki bile kendi markamız değil...
Önceki gün kaybettiğimiz Prof. Necmettin Erbakan'ın henüz genç bir bilim adamıyken tavsiyeleri dinlenseydi, bu alandaki utanılası eksikliğimiz çoktan ortadan kalkmış olurdu. Hem de tam 50 yıl önce...
Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Cemil Koçak 27 Mayıs (1960) darbesi sonrasında kurulan Bakanlar Kurulu'nun tutanaklarını yayımladı. Yapı Kredi Yayınları (YKY) arasında çıkan iki ciltlik kitapta pek çok ilginç ayrıntı yer alıyor da, benim ilgimi en fazla Necmettin Erbakan'ın davet edildiği oturumda konuşulanlar çekmişti. Okuduklarımı Kulis'e yansıtmıştım da...
Türkiye'de sadece geçen yıl 1 milyona yakın (930 bin) motorlu araç trafiğe katıldı; toplam araç sayısı 15 milyonun üzerinde... Oysa 1961 yılında bu rakam 84 bindi ve bunlardan yalnızca 38 bini otomobildi. Eğer Erbakan'ın dedikleri istikametinde bir sanayi politikası izlenmiş olsaydı, benzer durumdaki Japonya, Kore ve Brezilya gibi kendi markasını üreten ülkelerden biri de biz olabilirdik...
Erbakan 4 Mart 1961 tarihli Bakanlar Kurulu (BK) toplantısına katılmış. O zaman İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) motorlar kürsüsünde doçent... Toplantıya iki Milli Birlik Komitesi üyesi de meraktan girmiş: Sıtkı Ulay ile Sami Küçük... O sırada 30'lu yaşlarını sürdüren genç Erbakan, karşısındakilere, önce ülke sanayiinin genel durumuna dair görüşlerini anlatmış, sonra da otomobil üretimi projesini aktarmış...
O yıllarda Türkiye'ye otomobil ithali yasak, trafikteki araçlar bedelsiz ithalat yoluyla sokulanlar... Ancak gümrük kapılarının daha fazla kapalı tutulamayacağını askerler de görüyor. Dövizin kıt olduğu ortamda yabancı markalar yerine yerli üretimin mi daha makul olabileceği üzerinde kafa yoruluyor.
BK toplantısı sabah 9.45'te başlıyor ve iki saat sürüyor. Görüşmenin metni kitabın 2. cildinde 20 sayfalık bir yer işgal ediyor (949-969).
Sunumunda, Erbakan, 'araştırma-geliştirme' alanına önem verilmesini, ithalâttan sanayi için fon ayrılmasını, ülkede üretilebilen makinelerin ithalâtının kısıtlanmasını, üniversite-sanayi işbirliğini ve tavsiyelerinin yasalarla takviye edilmesini savunuyor.
Bakanlara tavsiyesi şu: "Bizim memleketimizde önce demir-çelik sanayii kurulmalı, ondan sonra makine tezgâhları kurulmalı ve sonra da imalât yapacak fabrikalar tesis edilmelidir."
Tezini savunurken ABD ve İsrail dahil başka ülkelerden örnekler de verdiği görülüyor Erbakan'ın... O sırada Türkiye ile aynı milli gelire sahip Brezilya'nın kendi otomobilini üretmeye başladığını birkaç kez tekrarlıyor. (Brezilya bugün kendi uçağını da üretiyor. TK) Brezilya 1960'larda yılda 120 bin otomobil üretmektedir ve Cumhurbaşkanı Kubiçik bir mühendisi bu işle görevlendirmiş, o da daha ilk yıl 30 bin otomobil üretmeyi başarmıştır...
O zaman söylediklerini bugün okurken hiç yabancılık çekmiyoruz: "Bugün Türkiye'de 300 bin sanat okulu mezunu, mühendis, teknisyen ve sanatkâr vardır; bunların yüzde 5'i sanayi sahasında, yüzde 95'i başka sahalarda çalışmakta, çeşitli yerlerde kâtiplik, biletçilik yapmaktadır." diyor meselâ...
'Devletin önderliğinde yapılmasını' arzuladığı proje aslında basit: "İlk senelerde otomobil imalâtında kullanılacak malzemenin yarısını Türk malı olarak imal etmek mümkündür. Otomobil için yeni bir yatırım yapılmasına da lüzum yoktur; bu hususta lüzumlu fabrikalar mevcuttur. Bunlar bugün yüzde 10 kapasite ile çalışmaktadırlar. (..) Böyle bir imalât belki montaj fabrikalarından da istifade edildiği taktirde ufak yatırımlarla tahakkuk ettirilebilir."
Soru-cevap faslına geçildiğinde herkes eteğindeki taşı döküyor. Kemal Kurdaş "Biz geri kalmış bir memleketiz, yapamayız" itirazını "Zaten Brezilya bir deli tarafından idare ediliyor" noktasına kadar vardırmış... Mehmet Baydur gibi "Çimento ve şeker fabrikaları kurduk da ne oldu? Bunlar bugün yük, memlekete hayır değil, felâket getiriyor" diyen de çıkmış...
Kitaptan 'Devrim' otomobiliyle ilgili ilk toplantının Erbakan'ın katıldığı BK'dan sadece üç ay sonra yapıldığını öğreniyoruz... Yolcu ederken kendisini 15 gün sonra yeniden çağıracaklarını söylemiş bakanlar; ama aynı konuda başka toplantılar da yaptıkları, o toplantılarda Erbakan'ın adı da geçtiği halde kendisini bir daha çağırmamışlar... Erbakan 85 yaşında vefat etti, biz hâlâ kendi otomobilimizi yapamıyoruz...

24 Şubat 2011 Perşembe

Akdeniz'de aç kurtlar dolaşıyor, dikkat!..

Albay Muammer Kaddafi'nin dünkü konuşmasını dinledik. Libya'da olanlardan El Kaide'yi sorumlu tutuyor. Ne tuhaf, ABD'nin küresel operasyonlarının gerekçesi El Kaide. İsrail'in güvenlik kaygılarının gerekçesi el Kaide. Ama daha tuhafı, Müslüman ülkelerdeki katil rejimlerin Batı'ya pazarladıkları en güçlü kozları da El Kaide.
Örgüt bu kadar meşhur olmadığı zamanlarda da onlar aynı dili kullanıyorlardı. O zamanlar El Kaide demiyorlar; "Biz gidersek İslamcılar gelir. Batı'nın çıkarları tehlikeye girer. Güveneceğiniz kişiler ve kadrolar bizleriz. Sakın başkalarıyla iş tutmaya kalkışmayın. Öyle yaparsanız sadece biz kaybetmeyiz, siz de bu bölgeyi ebediyen kaybedersiniz" diyorlardı.
Yirmi yıl boyunca bu tehditle ayakta durdular. Nasılsa ABD ve müttefikleri küresel düzeyde yeni İslam dalgasıyla, yepyeni bir tehditle savaşıyordu. "Batı medeniyetini korumak" için verilen bir savaştı bu! Aslında savaşın başlatılmasında İsrail ve ABD aşırı sağı kadar onlar da etkili oldu. Projeyi bizzat bizim coğrafyamızdaki Soğuk Savaş artığı rejimler önerdi.
Bunu yıllar önce tartıştık. Ama ABD'nin gürültülü savaş söyleminin etkisiyle kimse olayın bu tarafına bakmadı. Ortadoğu'da rejimler, İslam korkusu pazarlıyor, dünyanın en güçlü ülkesini bu alana yöneltiyor ve düzenlerini devam ettiriyordu.
Tam yirmi yıldır, aynı tehdidi kullanarak iktidarlarının ömrünü bu şekilde uzattılar. Karşılığında terörle mücadele için her türlü tavizi verdiler, ülkelerin işgaline ortak oldular, topraklarını gizli sorgu evlerine açtılar, kendi halklarına karşı terör estirdiler.
Rejimi ayakta tutmak için, zenginliği ellerinde tutmak için, kaynakları kendi istedikleriyle paylaşmak için, kitleleri kontrol altına almak için buldukları en orijinal formüldü bu. Başarılı da oldu.
Şimdi aynı dili kullanıyorlar. Etkisi kalmamış olsa bile, yeni bir dil geliştiremedikleri için o korkuya yatırım yapıyorlar. Bin Ali aynısını söyledi. Mübarek aynısını söyledi. Kaddafi de onu söylüyor. Yarın diğerleri de aynı cümleleri kullanacak. İsterseniz not edin ve izleyin..
El Kaide varsa ABD müdahale edebilir mi? Bir müdahale tartışılıyor zaten. ABD donanması Akdeniz'de, Kızıldeniz'de. İngiliz savaş gemileri Akdeniz'de. Müdahale sesleri giderek güç kazanıyor. BM üzerinden, NATO üzerinden, insani kaygı üzerinden hatta "El Kaide emirlik kurdu" haberleri üzerinden. ABD Başkanı Barack Obama'nın güvenlik birimlerine müdahaleye hazır ol talimatı verdiği iddia ediliyor.
Müdahale işgal demektir. Kaddafi rejimine yönelik rezervlerimiz ne kadar çoksa ondan daha fazla müdahaleye karşı duracağız. Şiddetle karşı duracağız. Hiçbir güç, çevre, bu ülkelerin zayıf anlarını fırsat bilip böyle bir hesap yapamaz. Ambargo uygulama dahil, askeri müdahale dahil, o ülkelerdeki istikrarsızlığı daha da artırma, bir şekilde oralara yerleşme gerekçesi oluşturamaz. Bu onurlu insanları başka maceralara, iç çatışmalara, yeni bir sömürge harekatına kurban edemez.
"Büyük deprem savaş, çatışma, işgal için zemin oluşturuyor, değişim güç boşluğu oluşturuyor, bu yeni ve ciddi bir tehlike" şeklindeki endişelerimizin ve uyarılarımızın nedeni işte buydu.
Birileri şu an aç kurtlar gibi Akdeniz'de dolaşıyor. Bütün dikkatimizle, hassasiyetimizle, direncimizle ve öfkemizle buna karşı durmak zorundayız ve duracağız.
Libya ya da bir başka bölge ülkesi, asla kurban edilmeyecektir. Böyle bir durumda hepimiz ayağa kalkacağız...

Kupayı değil, sopayı haketti!

Çıkmayan canda umut vardır hesabı, Beşiktaş’tan zoraki bir mucize bekliyorduk. Daha 3’üncü dakikada yediğimiz golle, onun da olmayacağı çok çabuk anlaşıldı.
Benim en çok şaşırdığım şey ise; Fenerbahçe maçı sonrasında büyük tepki toplayan ve yönetimce “Beşiktaş’ı yakanı, biz de yakarız” denilen Ferrari’nin, ilk onbirde olmasıydı.
O kadar büyük öfke duyulan birisinin, Kiev’e seyirci olarak bile gitmesi mümkün görünmüyordu.
İlgimi çeken bir başka nokta da; Lugano’ya yaptıklarını aynen Kiev’li futbolculara da yapmaya devam etmesiydi. Gene yaka paça yere adam indirdi.
Hakem büyük bir öfkeyle uyardı, ama huylu huyundan vazgeçmeyince; bir kaç dakika sonra sarıyı gösterdi. Bu sayede sakinleşti.
  ***
Beşiktaş, oyunun hemen başında golü yemese de; herhangi bir mucize yaratma inancı, hazırlığı ya da modunda değildi. Maç daha İstanbul’da beyinlerinde bitmiş... Dinamo Kiev’in bunu garanti altına almış olmanın güvencesiyle, daha fazla ısırmaya kalkmaması; Beşiktaş’a zaman zaman topla oynama şansı tanıdı. Ama onu da kullanamadılar. O kadar ki; Sivok pasif kalan kendi takım arkadaşlarına, “çabuk, canlı oynayın” diye sinirli hareketler bile yaptı. Sivok’un söylenmesi, arkadaşlarının bir kulağından girdi, öbür kulağından çıktı. Çünkü Beşiktaş, maçı umursamıyordu. Arka arkaya goller, işte bu vurdum duymazlıktan geldi.
  ***
Bu maçlar başlamadan önce Beşiktaş, finali hatta kupayı hedefliyordu. “Öyle bir takım kurduk ki, Kiev de kimmiş” diyenler, sonunda şapa oturdu. İki maçta 8 gol yiyenler; kupayı değil, sopayı hakettiler.
Falakayı hazırlayın, geliyorum.

Nasıl bir sistem kurulacak?

-Ortadoğu'da ne oluyor?
-Anormal yapı değiştirilmek isteniyor. Müslüman Kardeşler'in yöneticisi Saad el Hüseyni'nin Milliyet'ten Hasan Cemal'e söylediği şey, başkaldırının ilk hedefini özetliyor: "Mısır halkı ülkenin pisliklerden temizlenmesini istiyor."
-Peki pislikler ne?
-Baskı rejimi. Sömürü. Fukaralık. Emperyalist güçlerle ortak yönetim. Yenilmişlik, eziklik.
-Ya yeni düzen?
-Belki bu pisliklere imkân vermeyecek bir yapılanma. Ama nasıl, bunun adı konmuş değil, anlaşıldığı kadarıyla yakın zamanda konacak gibi de değil. İslam o yapıda muhakkak var ama hangi ölçüde, "İslamcı" diye bilinen gelen kadrolar, "Bir İslam devleti hedeflemediklerini" ifade ediyorlar. Mesela, Tunus'ta bu alanın sembolik ismi Raşid el Gannuşi, bunu açıkladı. AK Parti benzeri bir çerçeve istediklerini söyledi. İhvan adına Saad el Hüseyni'nin ilk adımlar olarak beklentisi şu: "1) Cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğiz. 2) İlk milletvekili seçimlerinde çoğunluğu kazanmak için uğraşmayacağız. 3) Dört ile altı ay arasında önce parlamento, sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılsın. 4) Yeni parlamentoyla yeni anayasa ve temel yasalara el atılsın. Seçimle gelir, seçimle gideriz."
Hem Gannuşi'nin hem el Hüseyni'nin sözleri, "demokratik" bir dil ihtiva ediyor ve anladığım kadarıyla, olan bitenden ürkecek iç-dış odakları tatmin amacı taşıyor. Başkaldırıdaki ideolojik farklılıkları dikkate alarak, gelecekteki yapılanmanın ideolojik muhtevasının adı konmuyor, bu tercih halkın iradi yönelişine bırakılıyor.
Soru şu:
-Acaba İhvan ve Tunus'taki Gannuşi-Nahda hareketi, AK Parti'yi hangi ölçekte örnek alabilir?
-Sanırım burada iki önemli değerlendirme unsuru var:
Bir: Türkiye'de AK Parti iktidarda ama kurulu düzen henüz çok hayati dönüşüm zaruretini içinde barındırıyor. Türkiye'de hâlâ "halkın yüzde 95'i bile istese" belirleyici olamayacağı gerçeği var. AK Parti "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" suçlaması ile mahkûm edilmiş ve henüz o laiklik yorumunun, fiili planda olumlu gelişmeler olsa bile, -metinlerde- değiştiğine dair bir durum yok. Bu negatif gerçeklik.
İki: Türkiye'de ne de olsa, 60 yıllık birçok partili hayat denemesi var ve örgütlenme imkânı ile siyasi anlamda yetişmiş insan sorunu, kapalı rejimlere göre daha olumlu sonuçlar vermiş durumda. Bu da pozitif gerçeklik.
Türkiye bu pozitif-negatif salınımda, pisliklerini temizliyor ve toplum beklentileri istikametinde sistem restorasyonunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Bunun adı Türkiye'nin normalleşmesi.
Burada belki Türkiye'deki statükonun "İslam rezervi"nin, sistemdeki ana ukde olduğunu görmek ve sistem restorasyonunun bu alandaki ukdenin çözülmesi ile bağlantılı olduğunun altını çizmek gerekiyor.
İslam coğrafyasında Türkiye örnekliğinin altında Gül-Erdoğan-Davutoğlu üçlüsünün liderlik performansları ve cihan çapında, kendileri öyle tanımlamasa bile "İslam dünyası adına" bir onur hamlesi gerçekleştirdikleri algısı da var. Bu da yenilmişlik ve eziklik duygusunun tepkisi...
Belki bir şey daha: AK Parti örnekliği, İslam konusunda, Türkiye'nin kurulu düzeninin çerçevesini aşan bir "inançlara saygılı laiklik" tanımını içeriyor.
İslam coğrafyasındaki ülke ülke hareketlenme, bir yerden bakıldığında Türkiye'den yarım asır geriden başlıyor gibi ama bir başka yerden bakıldığında mesela "İslam'ın konumu ne olacak" sorusu etrafında düşünüldüğünde, muhtemelen Türkiye'deki ukdelerle boğuşma sorunu yaşamayacak gibi görünüyor. İslam, bu ülkelerde hiç kuşkusuz, çok daha sahiplenilen bir değer olarak yer alacak.
Ama gene de "dini bir yapılanma" talebini seslendiren bulunmuyor.
Mesela Gannuşi-Nahda hareketi "İslamcı" bir hareketti. Ama Gannuşi, "Bir İslam devleti kurmayı amaçlamıyoruz" gibi bir açıklama yaptı.
Tanınmış İslam alimi Yusuf el Kardavi bile, Kahire'de okuduğu cuma hutbesinde "Dini devlet istemiyoruz"un altını çizdi. Sivil bir devlet kurulmasını istediğini ancak anayasada İslam'a referans yapılmasının da yanlış olmayacağını belirten Kardavi, "Biz mollalar ve şeyhler devleti değiliz" dedi.
Bunlar da muhtemelen İran ve Taliban örnekleriyle bütünleşmeme duyarlılığının yansıması.
Son olarak, İslam coğrafyasında yeni bir tarih süreci başlıyor. Açık veya örtülü sömürge statüsünden çıkan halkların, çağdaş gelişmeleri de dikkate alarak, özgür biçimde, yeni bir dünya kurmak üzere hareketlenmeleri gerçeği yaşanıyor. Bir süreç ve bir oluşum söz konusu.
Bu süreçte sanırım bir temel ilke belirleyici olacak:
-Nasılsanız öyle yönetilirsiniz!

Bir Alman kaç Türk’e bedel?

Dün Libya olaylarının hâkimiyetindeki gündemin içinde dolanırken, elli yıldır hayatımızdan söküp atamadığımız Milli Güvenlik Kurulu’nun toplandığını da gördüm.
Habere göz attım.   Bakar bakmaz görünen  şey Milli Güvenlik Kurulu’nun terkibiydi...
Bir yanda hükümet...
Diğer yanda askeri bürokrasi...
Üstelik bu anayasal kurum...
Tabii darbecilerin yaptığı  anayasanın. 
Hangi demokraside “askeri memurlarıyla” anayasa gereği toplanan bir sivil hükümet var?
Üstelik...
Kuvvet komutanlarının Genelkurmay Başkanı’nın beyanları dışında farklı bir kelam etmeyeceği düşünülür ise Milli Güvenlik Kurulu, seçimle gelmiş sivil yöneticilerin temsil ettiği “halk iradesiyle” Genelkurmay Başkanı’nın eşit kabul edildiği bir kurul.
Bunu kim, ne zaman kaldıracak onu da bilmiyorum; bildiğim referandum ertesi 29 Ekim Resepsiyonu’ndan beri demokratik bir zemin kayması olduğu...
Tabii Norveç’e değil de Mısır’a örnek gösterilen Türkiye için askerlerin yargılanıp tutuklanması bile çok ileri bir adım...
Ama Hasdal’a gittikçe artan askeri komuta ziyaretini de gözden kaçırmayın...
İleri demokratik adımların kurumsallaşmadığı, mevzuatın da değişmediği bir ortamda yaşamaya devam ettiğimizi de asla unutmamak gerek.
Özal döneminden 28 Şubat’a geri dönen bir ülkenin evladıyız...
***
Aşağıdaki habere de gene yukarıdaki düşüncelere dalmışken rastladım...
“Bayreuth Üniversitesi, Alman Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg’in doktor unvanını aldığını açıkladı. 
Bayreuth Rektörü Rüdiger Bormann, zu Guttenberg’in bilimsel yükümlülükleri büyük ölçüde ihlal ettiğini, bu nedenle doktor unvanının kaldırıldığını belirtti.
Alman siyasetinde yıldızı giderek parlayan isimler arasında gösterilen ve Bayreuth Üniversitesi’ne verdiği tezde kaynak belirtmeden alıntılar yaptığı ortaya çıkan Savunma Bakanı Guttenberg, Federal Parlamento’dan da özür diledi.
Doktora tezinde intihalle suçlanan Almanya Savunma Bakanı, Alman kamuoyunda bir haftayı aşkın süreden bu yana hakkında yöneltilen iddia ve suçlamaların ardından Federal Parlamento’da milletvekillerinin konuya ilişkin sorularını yanıtladı.
Guttenberg, hatanın kaynaklarının izini kaybetmesinden kaynaklandığını öne sürerken, ‘doktor unvanını kullanmaktan vazgeçerek sonuçlarına da katlandım. Bu gerçekten acı veren bir adım. Arka planda bunun güvenilirliğe zarar verdiğini söylüyorlar, ancak ben güvenirliğin bir insanın hatalarını kabul etmemesi halinde zarar göreceğine inanıyorum’ dedi.”
“İntihal”, siyasetçinin değilse de bilimadamının mutlak intiharıdır...
Haberde benim ilgimi çeken Alman Savunma Bakanı değil...
Yapması gerekeni gözünü kırpmadan yapan Alman Üniversitesi ve Rektörü.
Kıyaslama, düşünmenin pratik bir yöntemidir ama çok etkilidir.
Bizleri, rahatça, abana abana övünebilmek için böyle bir araçtan yoksun bıraktılar...
Biz, kıyası yeryüzü ile değil, kendi kendimizle yapar ve Acem geleneğini sollayacak bir abartıyla da sabah akşam övünürüz...
İttihatçı geleneğidir bu...
Palavrayı bir yana bırakarak kendi kendimize sorsak:
Almanya’daki olay Türkiye’de vuku bulsaydı acaba sonuç ne olurdu?
***
“Aynısı olurdu” diyen kaç kişi vardır, bilemiyorum...
Ama aynısı olmayacağı için, Türkiye ile aşağı yukarı aynı nüfusa sahip Almanya’nın yıllık üretimi 3 trilyon dolar civarında iken, bizimki 600 milyar dolar civarında...
Ya da...
Kestirmeden söylersek bir Alman yaklaşık beş Türk’e bedel...
Niye mi böyle?
Orada üniversite, intihalci Savunma Bakanı’nın gözünün yaşına bakmazken, biz elli yıldır Milli Güvenlik Kurulu’nu yerinden kıpırdatacak bir iradeyi gösteremediğimiz için...

Hanımefendi hodri meydan çekmiş

Memlekette “sivil otoriteye doğru bir savruluş” olduğunu sık sık dile getiren hanımefendi köşesinde “hodri meydan” çekmiş...
Bıkmadan, usanmadan, kanının son damlasına kadar bu meselenin takipçisi olacağını söylüyor.
Kendisine yönelik eleştirileri de, “itibarsızlaştırma” kampanyasının bir parçası olarak görüyor ve “Allah utandırmasın” diyerek, savaşını başlatıyor.
Memleketin ne yöne gittiği elbette tartışılsın.
Herkes fikrini söylesin.
Hanımefendi de söylesin.
Nitekim söylüyor da.
Fikrini söylüyor diye de, kimse kimseyi olmadık sıfatlarla aşağılamasın.
Hanımefendi, memleketteki savruluşun sivil faşizm yönünde olduğunu saptamış. Olabilir...
Bu konuda çok yazdı. Birtakım deliller sundu. Arato’dan, şurdan burdan örnekler getirdi. Bazı kısıtlamaların altını çizdi. Mesela, memleketin bazı yörelerinde “içkili lokanta” yokmuş...
Neredeyse, her yazısı, muhayyel yahut müstakbel tehlikeye (sivil faşizm tehlikesine) ilişkindi.
Bu S.O.S. tadındaki yazıların, “anayasa değişikliğinin” oylanacağı referandum öncesinde yoğunlaşması dikkat çekiciydi ve zaten kendisi de, referandumdan çıkacak “evet” sonucuyla istikbaldeki faşizm tehlikesinin doğrudan ilişkili olduğunu söylüyordu yahut söylemeye getiriyordu.
Ben de tam tersini düşünüyorum...
Referandumdan çıkan “evet” sonucu, bilakis, otoritenin askeri olanına karşı “sivil alanı” tahkim etti.
Mesela?
Mesela, yargıdaki “arka bahçe düzeni” sona erdi... HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı (“çoğulculuk” esasına göre) değişti... Kapalı devre “sen beni seç, ben seni seçeyim” durumları ortadan kalktı ve ilk kez yargı elemanlarına “seçme ve seçilme hakkı” tanındı...
Uzatmayayım...
Bir cunta mamulatı olan 82 Anayasası ciddi bir revizyondan geçti ve askeri otoriteyi meşrulaştıran (kurumsallaştıran) maddelerin önemlice bir bölümü “yenileriyle” değiştirildi.
Böylece, kuvvet erkleri arasındaki “hiyerarşi” ortadan kalkmış, “siyaset kurumu”na itibarı ide edilmiş oldu.
İlginçtir, Baykal da o dönemde sivil otoriteye doğru bir savruluş olduğunu dile getiriyordu ve sık sık dönüp askere bakıyordu. Asker tepkisine göre siyaset belirlemeye çalışıyordu.
Değişimci lider Kılıçdaroğlu da böyle düşünüyor.
Hangi sivil toplum ihtiyacına göre kurulduğunu bilmediğimiz Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği müntesipleri de böyle düşünüyor.
Kimi askeri sözcüler de böyle düşünüyor.
Rutkay Aziz, Müjdat Gezen, Tarık Akan, Levent Kırca da böyle düşünüyor.
Ergenekon tutuklusu Soner Yalçın da böyle düşünüyor...
Kaldı ki, hanımefendinin bayraktarlığını yapmakla övündüğü “sivil faşizm” tartışması, memleketin çok da yabancısı olduğu bir konu değil.
Menderes’i darağacına gönderenler “sivil faşizm tehlikesini” gerekçe göstermişlerdi.
Demirel döneminde de vardı bu tehlike.
Özal döneminde de vardı.
İşte Erdoğan döneminde de var...
Bu “bir türlü geçmeyen tehlike”, nedense, sağ ve muhafazakâr iktidarlar döneminde gündeme geliyor yahut getiriliyor.
Hanımefendi için söylemiyorum ama faşizmin “askeri” olanına karşı herhangi bir itiraz geliştirmeyenlerin “sivil faşizm” diye tutturmaları biraz gülünç kaçıyor.
Hem de ayıp oluyor...
Keşke faşizmin her nevine karşı “Allah utandırmasın” diye girişsek, girişebilsek...

Yalçın Küçük, MHP büyük

Ergenekon sanığı Yalçın Küçük, Ergenekon şüphelisi Soner Yalçın’la ilgili düşüncelerini Akşam’a anlatmış. İyi de etmiş.
Satır arasındaki bir ifade dikkatimi çekti: “Engin Alan kararından dolayı Devlet Bahçeli’ye teşekkür edeceğim.”
Allah razı olsun.
Engin Alan kim? Balyoz davasının tutuklu sanıklarından emekli bir korgeneral...
Hakkında henüz kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı yok, o nedenle suçlu muamelesi göremez, MHP’den de bir başka partiden de aday olabilir.
Hırsızlıktan yargılansaydı, hakkında mahkumiyet kararı olmasa bile hiç şüphe yok ki MHP aday yapmazdı. Ama darbe suçlaması “yüz kızartıcı suç” sayılmadığından olsa gerek, adaylığında beis görülmemiştir.
Türban fişlemesi
Mahkeme süreci bir tarafa, Engin Alan’ı yakından tanımakta yarar var. 2. Kolordu Komutanı olarak 24 Aralık 2002 tarihinde kendisine bağlı birliklere gönderdiği “Kategorili Personel işlemleri ve İrticai Faaliyetler” konulu yazıda şu talimatları veriyor:
- 3 Kasım 2002 seçimlerinden itibaren oluşan atmosfer çerçevesinde, irticai faaliyet ve oluşumlarda artış, buna paralel olarak takip ve kontrol altında bulunan kategorili personelin tutum ve davranışlarında da olumsuz değişikliklerin olabileceği değerlendirilmektedir.
- Sıralı tüm sicil amirleri, birliğindeki personelini ve bu personelin aile yapısı ve yaşantısını çok iyi bilecektir. Özellikle birinci sicil amirlerinin bir plan dahilinde yapacakları ev ziyaretleri ile personelin eş ve çocuklarının da tutum ve davranışları ile giyim tarzları gözlemlenecek, giyim ve kuşamının belli bir ideolojiyi temsil edecek şekilde giyinen personel uyarılacak, bu personel takip ve kontrol edilecektir.
- Son zamanlarda bazı çevrelerin anayasal devlet düzeninin temelini oluşturan laiklik ilkesini kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda yorumlayarak kamu hizmetlerinin yerine getirildiği başta öğretim kurumları olmak üzere çeşitli kurum ve kuruluşlarda türban kullanılmasında ısrarlı oldukları ve bu hususu her fırsatta gündeme getirdikleri gözlemlenmektedir.
- İrticai grup ve oluşumlar ile bunlara destek veren çevrelerin hak ve özgürlükler kapsamında masumane bir tercih olarak devamlı gündeme getirdikleri türban ve benzeri isteklerin, laik cumhuriyet ilkelerine karşı dine dayalı bir devlet düzeni kurmaya yönelik, din ve vicdan hürriyetini aşan sistemli çabaların bir parçası olduğu bütün personel tarafından bilinecektir.
- 2001-2002 eğitim ve öğretim yılı birinci döneminde, İstanbul’daki 23 adet imam hatip lisesinde öğretim gören 8 bin 58 kız öğrencinin yüzde 90’ı Milli Güvenlik Bilgisi dersi dışındaki tüm derslere türbanlı olarak katılırken, kılık ve kıyafet yönetmeliğine uygun şekilde MGBD’ne katılan kız öğrencilerin oranı yüzde 63 olarak saptanmıştır. Sözkonusu okullarda yapılan bayrak törenlerine kız öğrencilerin büyük çoğunlukla türbanlı olarak katıldıkları tespit edilmiştir.
- Özellikle imam hatip liseleri ve diğer hassas (özel ve kamuya ait) okullarda görevli Milli Güvenlik Bilgisi Dersi öğretmenleri kılık ve kıyafet yönetmeliği hükümlerinin uygulanması konusunda asla geri adım atmayacaktır. EK-A, Kontrol Formu çerçevesinde hazırlayacakları raporları ders öğretmeni üzerinden komutanlığa bildirecektir.
Küçük ve Engin Paşa
Bu talimatlar, Engin Alan Paşa’nın talimatlarından sadece bir kaçı...
Düşünün, seçimler 3 Kasım’da olmuş, hükümet 16 Kasım’da kurulmuş, paşa, 22 Aralık’ta, yani yeni hükümetin üzerinden henüz bir ay geçtikten sonra bağlı birliklere talimat vererek, türbanlı subay eş ve çocukları ile imam hatiplerdeki kız öğrencilerin fişlenmesini istiyor.
Gerekçesi ise anayasal düzenin yıkılıp yerine şeriat düzeninin kurulması yönünde faaliyetlerin artması...
Daha bir ayda rejimin sallanmaya başladığı savına sarılıp fişleme metodolojisinden laiklik projesi üretmeye çalışan paşa, MHP’ye hayırlı uğurlu olsun!
Deniz Bölükbaşı yetmedi, yanına Engin Alan’ı koyuyorlar. En büyük duacıları da Ergenekon sanığı Yalçın Küçük...
Yalçın Hoca’nın duasıyla yetinmeyip, Beka Vadisi’nde ve akademide Abdullah Öcalan ile diğer PKK’lılara ders verirken çekilmiş fotoğraflarını da partinin girişine asarlarsa, hiç fena olmaz.
“O Paşa Abdullah Öcalan’ı Kenya’dan getiren uçaktaydı” yalanını da pankart halinde yanına iliştirirlerse, tadından yenmez.
Hele, referandumda evet oyu kullandığı için ihraç edilen gerçek ülkücülere sırtlarını tümden çevirip, “CHP’ye Silivri’den müracaat çok fazla, onların yükünü paylaşalım, Yalçın Küçük’ü de Engin Alan’ın hemen altında bir sıraya yerleştirelim” derlerse, inanın, asıl o zaman efsane küllerinden doğar!
Yalçın Küçük, MHP büyük olur!
Dosya:http://91.93.103.35/icerik/110225-121522-sam1.jpg

23 Şubat 2011 Çarşamba

“Atatürk’ün ihaneti!”

Madem üç gündür içinden tarih geçen yazılar nasip oldu, biz de haftayı yine “tarihi bir iddiaya” yani  “Atatürk’ün Vahdettin’e ihaneti” bahsine ayırarak noktalayalım.
N’olur, buna ne gerek var demeyin, gerek var. Gerek var, çünkü bugün Türkiye’nin bütün meseleleri döndürülüp dolaştırılıp bir şekilde o günlere bağlanıyor.
Türkiye’de, “Vahdettin hain” diyen ve  “Mustafa Kemal Vahdettin’e ihanet etti”  diyen iki cenah hepimizin malumu. Biz, Vahdettin yurt dışına çıkarıldıktan sonra yabancılarla işbirliği yaparak Türkiye’ye tekrar padişahlığı getirmek istemesinin belgeleri yabancı arşivlerden çıkana kadar Vahdettin’e hain demedik. Yani bu kardeşinize göre işgal altındaki İstanbul’da müstevlilerin elinde oyuncak haline gelen Vahdettin  “hain” değildi. Sadece “beceriksiz, çaresiz, çapsız bir padişahtı”, o kadar. Hain olamazdı, çünkü devlet kendisi idi, insan kendisine niye ihanet etsin? Evet, insan kendisine ihanet etmez, ama kendisine zarar verebilirdi, nitekim Vahdettin de pek çok padişah gibi kendisine yani devletine zarar vermişti. Bu zararlar verilmeseydi o koca Devlet-i Âliye paşaları niye sine-i millete dönüp bir Türk Kurtuluş Savaşı vermek mecburiyetinde kaslındı ki?
Türkiye Cumhuriyetini ve Atatürk’ü bir türlü içlerine sindiremeyenler lafı döndürüp dolaştırıp, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya cebine şu kadar ton altın doldurarak, “Git bu milleti kurtar!” diye gönderen Vahdettin’dir diyor. Cebe altın doldurmayı ve diğer palavra teferruatları bir kenara bırakalım, evet, Mustafa Kemal’i Anadolu’da görevlendiren elbette Vahdettin’dir, bu, mecburen böyledir. Ama asıl amaç yurt sathına yayılmış mahalli direniş örgütlerinin kontrolden çıkarak müstevlileri sinirlendirmesinin önüne geçmekti. Diyelim ki, bu hüküm cümlesi de bu kardeşlerimizi rahatsız etti ve diyelim ki gerçekten de onların dediği gibi oldu,  “Ben esirim, elimden bir şey gelmiyor, ben ne dersem diyeyim, ne yaparsam yapayım, git Türk milletini kurtar” emriyle Mustafa Kemal, Vahdettin tarafından gönderildi. Kesinlikle böyle olmadı ama, diyelim ki öyle oldu..
Ve diyelim ki Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul’un idam fetvalarına, yakalama emirlerine, kendilerini asi ilan etmelerine ve diğer pek çok çetin engelleri aşıp bu zaferi kazandılar. Sizce bu safhadan sonra ne yapmaları gerekirdi? Büyük Millet Meclisi üyeleri ve Kurtuluş Savaşı Kurmay kadrosu ile Ankara’daki hükümet mensuplarını trene doldurup İstanbul’a götürerek Vahdettin’e,  “Emrinizi yerine getirdik, düşmanı kovduk, Padişahım Çok Yaşa!” dedirtip etek öptürmeleri mi gerekiyordu? Bunu yapmaya Ankara’da kimin gücü yeterdi? O Meclis bu emre uyar mıydı, o komutanlar Vahdettin yahut oğlu karşısında esas duruşa geçer miydi?
Ey Kardeş! Bir yandan demokrasi diyor başka bir şey demiyorsun, diğer yandan Atatürk Vahdettin’e ihanet etti lafını ediyorsun. O noktadan sonra Kurtuluş Savaşı’nı kazanan bütün unsurların önünde iki seçenek kalmıştı. Ya Vahdettin’e sizin tabirinizle “ihanet” edeceklerdi, ya da Türk Milleti’nin iradesi ve tarihin seyrine “ihanet” edeceklerdi. Onlar o kadar ileri görüş sahibi idiler ki, hiç düşünmeden devrini tamamlamış ve İslâm’la hiç bağdaşmayan “Babadan evlada saltanatı” gözden çıkardılar. Eğer onlar o gün o kararı almasalardı Türkiye bugün Padişahlıkla yönetiliyor olacaktı. Tıpkı Ürdün gibi, Suudi Arabistan gibi. Bugün bütün krallar ABD’nin denetiminde ve halklarının başında kâbus halindeler. Padişahların devlet ve millet istikbali için kardeş katletmelerine onay veren dostların Kurtuluş Savaşı mimarlarının devlet ve millet istikbali için padişah ve ailesini yurt dışına çıkarmalarını trajedi haline getirmeleri, “Ah bugün bizi padişah yönetseydi”  demenin ta kendisidir de, farkında değiller.

Dinozorların sonunu getiren başörtüsünün zaferi ve...

 
Tek tek devriliyorlar.. Nereden nasıl geldiğini bilmedikleri bir devrimle. Ansızın..
Ve bu deprem daha uzun süre devam edecek..
40 yıl önce İngilizlerden bağımsızlığını kazanan Bahreyn’de 75 yaşındaki Başbakan Halife hâlâ görevinin başında. Manama’da eylemlerine devam eden göstericileri yatıştırmak için Bahreyn Kralı Hamad bin İsa el Halife’nin, amcası Selman el Halife’nin istifasını isteyebileceği belirtiliyor..
Bugüne kadar “İslam ülkeleri neden böyle, cahil, geri” diyenler, şimdi yaşanan olaylar ışığında umarım gerçeği görüyorlardır.. Bunlar İslam’ı, Müslümanları, yönettikleri halkı temsil eden iktidarlar değil.. Bunlar batı ile işbirliği yapan Arap aşiretlerinin çocukları, batılıların tayin ettikleri, siyasi varlığını onlara borçlu, ülkenin zenginliğini batıya peşkeş çeken ajanların çocukları.. Bu “Yeşil sermaye” aslında batı demokrasisinin arka bahçesindeki vurgun üzerine oturan batının yağmasının tetikçiliğini ve komisyonculuğunu yapan derin ailelerin “beyaz Araplar”ın çocukları..
Bu ülkelerde monarşiyi inşa eden irade Türkiye’de nev’i şahsına münhasır bir cumhuriyet inşa etti.. CHP bugün yıkılan rejimlerin Türkiye’deki karşılığı idi.. Bugünki iktidar ise, devrimin preformunu oluşturuyor.
Bana kalırsa bütün bu devrimci hareketin arkasında anası ağlayan bir kızın başörtüsü mücadelesi vardır. Bugün özgürlüğün bayrağı bizim kızlarımızın başörtüsüdür..
Artık bin Ali, Mübarek, Kaddafi yok. Diğerleri de adem’e mahkûm. Artık ölüm onlar için dua ile istenen bir nimetten başka bir şey değil.. Onlar ve onlar gibiler için..
Hâlâ iktidarda olanlar için ise artık huzur yok. Aklı olan kaçar kurtulur!.
“Düşüşü beklemek” düşmekten daha acı vericidir.. İkisi arasındaki fark ölmekle sürünmek arasındaki fark gibidir. Onlar için ölüm bir kurtuluştur.. Bu anlamda Suudi Arabistan’da durum ne olacak..
Suudi Arabistan sanki bir ateş çemberinin ortasında kalmış gibi.. Bu durumdan etkilenmemesi mümkün değil..
Petrol ve kutsal mekanlar, Suudilerin elinde bir şans değil artık. Saatli bomba gibi sanki.
Mekke ve Medine’nin statüsü tartışılmaya başlayacak olursa hiçbir Müslüman, Suudi yönetiminden yana tavır takınmaz.. Bugünki statünün devam etmesi halinde Mekke ve Medine Suudi yönetimine karşı öfke çeken bir paratöner görevi görecektir.. Keşke Suudi yönetimi de bu durumun farkına varsa ve yarın kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelecek bu konuyu kendi iradesi ile çözmeye başlasa. Suudi yönetimi akıl yolu ile bu sorunu çözmemekte direnirse hayatın çözümü zor ve can yakıcı olabilir..
Peki çözüm ne? Müslüman münevverlerin bu konuyu düşünmeye başlaması gerekir.. Bu tartışmanın politik gelişmelerden bağımsız olarak ele alınması, dini ve mezhebi tartışmaların bu gündeme eklenmemesi gerekir..
Bana kalırsa sorunun çözüm adresi İKO değil.. Çözümün adresi Beynel Müslimin bir birlik.. Kutsal Mekanların bu birlik tarafından yönetilmesi gerek.. Bunun için de, mevcut Dini Kurumların nüfusları oranında temsili sözkonusu olabilir.. Mesela, 100 kişilik bir meclis, 40 kişilik bir danışma meclisi, 7 kişilik yönetim kurulu, 3 kişilik (Bir başkan ve iki başkan yardımcısından oluşan, biri cemaat, öteki vakıflar ve camiler, müesseselerden sorumlu) bir divanla işler çözülebilir.. Tabii burada bir de alimler konseyi oluşturmak ve bu konuda burada dünyanın en büyük medreselerinden birini inşa etmek gerek..
Burada Müslüman ülkeler ve Müslüman azınlıklar konseyi gibi konseylerin de oluşması gerek..
Aslında, Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere dışında Cidde’yi de çevreleyen daha geniş bir coğrafyanın bağımsızlaştırılması gerekiyor..
40 kişilik mecliste, mezhep ve tarikatlar, eğitim kurumları, farz-ı kifaye sorumlulukları için örgütlenen kuruluşlar, Mekke, Medine ve Kudüs’ün korunması ve idaresi ile ilgili müesseseler, STK’lar, insani yardım faaliyetleri, tebliğ faaliyetleri gibi konularla ilgili oluşturulacak kurulların temsilcileri bulunur. Hizmetli kadrosu ise yarışma ile profesyonel istihdam ya da gönüllülerden seçilebilir..
Aslında bir bakıma hilafetin ihyası ve ümmet birliğinin tesisi açısından ilginç bir tartışmayı da beraberinde getirecektir bu süreç. Bu da en çok Suudi Arabistan, Filistin yönetimi ve Türkiye’yi ilgilendirecek bir konu. Ve tabii İsrail açısından da bu gelişme hayati öneme sahip bir husus. Sanırım Kudüs konusunda BM ve İKO’nun, Arap ve Afrika Birliği’nin de devrede olması gerekir..
Hilafet ne değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen bir yasa ile fonksiyonlarının, mana ve mefhum olarak devredildiği TBMM ve cumhuriyet idaresi tarafından tenfiz edilebilir ve ne de Suudi hanedanlığı ile pazarlık sonucu Mekke ve Medine’nin yönetimini devralan şeyh ailesi tarafından.
Selâm ve dua ile..

Alayına isyan!

Muammer Kaddafi'nin oğullarından Seyfulislam, rejimin 'akil adam'ı sayılıyordu. Sağduyunun sesi olarak görülüyordu. Doğru dürüst bir anayasa, hukuk devleti, toplumsal uzlaşma, demokrasi istiyordu güya. Libya'nın ufkunda doğan güneş pozlarındaydı. Diktatörlük tünelinin ucundaki ışık... "Seyfulislam Kaddafi televizyonda halka hitap edecek" dediklerinde şöyle düşünmüştüm: Tepkilerin odağındaki Muammer Kaddafi, 'sağduyu timsali' oğlunu konuşturarak halkın gazını almaya çalışacak; Seyfulislam Kaddafi rejim adına özeleştiri yapıp katliamlar için özür dileyecek ve Libya'da yeni bir günün müjdesini verecek. Ama ne gezerı 'Sağduyunun sesi' öyle bir saçmaladı ki, Libya yönetiminin kendi iç dinamikleriyle ıslah edilebileceğine dair son ümit de tükendi. Uyuşturucu alıp askere saldıranlar varmış, tanklar sarhoşların eline geçiyormuş, bunlar hep Mısırlıların ve Tunusluların işleriymiş, onun için İtalyanlara ve Türklere direnmek gerekiyormuş, nitekim Libya ordusu son neferimne ve son mermisine kadar savaşarak Muammer Kaddafi'yi savunmaya (Dikkat buyurun, Libya'yı değil Kaddafi'yi savunmaya) azimliymiş... Tam bir psikopatlık manifestosu! Kaddafi'lerin akil adamı buysa, gerisinin manyaklığını varın siz hesap edin. Ve Libyalıların bu manyaklardan neler çektiğini. Seyfulislam yeterince saçmalamamış gibi, dün de Muammer Kaddafi konuştu televizyonda. "Ben ki İtalyan Başbakanı'na Ömer Muhtar'ın torununun elini öptürmüşüm" filan dedi. Önünde diz çökmeleri için savaş uçaklarıyla bombalattığı Libyalıların gözünün içine baka baka, onların şerefinden başka bir şey düşünmediğini söyledi. Utanmadan, sıkılmadan. El-Cezire'de Libyalı bir doktor konuşuyor: "1984'te beni hiçbir gerekçe göstermeden tutukladılar ve tam 18 yıl 4 ay boyunca –mahkemeye filan çıkarmadan- hapsettiler. Gördüğüm işkencelerin haddi hesabı yok, ama ben gene ucuz kurtuldum. Kaldığım hapishanede işkenceyi protesto eden 1200 tutuklu katledildi... Muammer Kaddafi ve oğulları insan değil. Onlar ayrı bir yaratık türü. Hiçbir insani duyguları yok." Libya'daki ayaklanma işte bu "yaratık türü"ne karşı insanlık haysiyet ve şerefinin ayaklanmasıdır. İslam fıtratının da gereğidir. Arap dünyasının altını-üstüne getiren bütün ayaklanmalar öyle. "Diktatörlük şirktir" diyen Cevdet Said'in kulakları çınlasın; ilahlık tasladıkları için insanlıktan çıkan ve hayvandan da aşağı bir seviyeye inen mahlukların saltanatlarına "La İlahe İllallah" diye haykırarak meydan okuyor insanlar. Öyle haykırmayanların bilinçaltında bile o fıtrat yatıyor. Kula kulluğu kabul edemeyiş, içine sindiremeyiş... Arapların bu devrimlerine diğer Müslüman halkların devrimleri de katılacak inşaallah. Ve bu devrimlerden bazıları bir sürekliğine istikrarsızlık, kargaşa, sefalet getirse de, sürecin sonu esenliktir inşaallah. İslam dünyasının asırlardır görmediği, tatmadığı bir esenlik. Bazı arkadaşlar "Bu devrimlerle gelen demokrasilerin İslami yönetimlere yol açacağı ne malumı" diye sorarak heyecan ve ümidimi gölgelemeye çalışıyorlar. Nafile. Özgürlüklerine kavuşan Müslüman halklar bana göre yanlış tercihlerde bulunsalar bile bu devrimleri kutlamaya devam edeceğim. Gaspedilen tercih hakkı geri alındığı için şükredeceğim. Tercih hakkı ve imkânının olduğu yerde, özgür iradenin olduğu yerde daima ümit de olacaktır.

Sonu Saddam'dan kötü olacak

Kaddafi çok kötü gidiyor.
Evet, Saddam da megaloman idi ama Kaddafi, megalomandan daha öte bir şey, gerçek anlamıyla ruh hastası.
Kendi halkının üzerine bomba yağdıran bir devlet başkanı, çılgından başka nasıl izah edilebilir?
İşte bir din alimi artık çığlık halinde sesini yükseltiyor, Libyalı komutanlara sesleniyor:
"-Yapabilirseniz, elinizden gelirse Kaddafi'nin kafasına sıkın, bu konuda fetva veriyorum!"
Bu ses Yusuf el Kardavi'ye ait. Çağımızın en tanınmış İslam hukukçularından birisi o. Akşam çıkıyor El Cezire'ye ve şunları söylüyor:
"-Dışarıdan yabancı güçler getirerek halkına saldırtanda zerre kadar insanlık ve şeref kalmamıştır. Bunu İsrail bile yapmıyor. Buradan Libya ordusundaki yöneticilere sesleniyorum. Halka yönelik hiçbir saldırı emrine uymayın. Bu Allah'ın da emrettiği bir şey değildir. Eğer elinizden geliyorsa Kaddafi'nin kafasına sıkın. Yapabiliyorsanız bunu yapın, bu konuda fetva veriyorum!"
Bunlar, bir din aliminin kolay söyleyeceği şeyler değil. Ama işte devreye, "Zalim hükümdar karşısında hakkı söylemek" gibi bir onurlu misyon çıkıyor ve Kardavi, bu misyonu ifa noktasında adım atıyor.
Türkiye'nin tepki vermekte temkinli davranması da, aslında Kaddafi'nin sergileyeceği çılgınlıktan çekinmekle ilgili.
Adı konmamış bir rehin statüsünde görünüyor oradaki Türkler.
Halkın üzerine sniper'larla veya uçaktan ateş açma emri alanlar, Kaddafi'nin ruh dünyasında iseler, -ki onların, Libyalı olmadığı, Afrikalı paralı askerlerden oluştuğu dikkate alındığında çok daha sorumsuz olmaları beklenir- ortaya gerçekten bir kan gölü çıkması kaçınılmaz olacak. Bu işlerin vahşi kabilelerin karşı karşıya geldiği, Hutu-Tutsi vuruşmalarında nasıl insanlık dışı bir mahiyet kazandığı biliniyor. Kaddafi, yolun sonuna geldiğini idrak edememek gibi ve yolun sonunda insani bir refleks ortaya koyamamak gibi bir zaafla da malul. Onun için Libya, daha şu anda bölgedeki değişim sürecini en kanlı yaşayacak ülkelerden birisi olacak gibi görünüyor.
Ne yazık ki, Kaddafi gibi birisi, 42 yıldır iktidarda.
Mübarek Mısır'da 30 yıldır, Zeynel Abidin bin Ali Tunus'ta 23 yıldır, Buteflika Cezayir'de 12 yıldır, Kral Muhammed Fas'ta 12 yıldır, Ömer el Beşir Sudan'da 18 yıldır, Kral Hüseyin-Kral 2. Abdullah Ürdün'de 58 yıldır, Şeyh Halife bin Selman Halife Bahreyn'de 40 yıldır iktidarda. Suudi Arabistan'da krallık on yıllardır sürüyor.
Ne bu?
Bu maalesef sömürge statüsünün, bölge ülkelerine bıraktığı aşağılık miras.
Özgürlük, insanlık onurunun olmazsa olmazı, özgürlük olmadığında, hiçbir sağlıklı insani gelişme gerçekleşemiyor. Özgürlük olmadığında, insan haysiyetinin diri kalması imkânı da olmuyor.
Amerika'da, Abraham Lincoln köleliği kaldırdığında, köleler özgürce ayakta durabileceklerine inanmadıkları için gidip efendilerine yeniden bağlılık sözü veriyorlar.
Mısır halkı, 30 yıllık bir diktatörlüğün 18 günlük bir direnişle sona ereceğini nasıl bilemiyor?
İşte o, içselleştirilen ezilmişlik, diğer ifadeyle, öğrenilmiş çaresizlik sebebiyle.
42 yıldır Libya'yı Kaddafi gibi bir çılgın yönetiyor.
O çılgın, gidip Paris'te çadır kuruyor, sömürgeci kafa, Libya'nın çılgınının gönlünü hoş tutarak, kendi çıkarlarını sürdürmekte bir beis görmüyor. Kaddafi, çılgınlığını dik tutsun ki, Fransa'nın, İtalya'nın Libya'daki çıkarlarına halk karşı çıkmayı akıl erdiremesin!
Bu dönemin sonuna gelindi.
Kaddafi ve benzerleri artık iktidarda kalamaz.
Ama bu işin yani eski yönetimlerin gidişi ve yeni yapılanmanın gerçekleşmesi işinin mümkün olduğunca kansız olmasını sağlamak lazım. Ta ki bu toplumlar yeni bir kan kaybı sürecini yaşamasınlar.
Nasıl olur, bilmem. Libya örneği çok zorlanılacağını gösteriyor.
Mısır'da ordu, belki de Amerika'nın telkini ile geride durdu. Mübarek, bir ara develi-atlı adamlarını gönderdi göstericilerin üzerine ama arkası gelmedi.
Tunus çabuk toparladı.
Belki İslam Konferansı'nın çağrısı ile bir "Ulema meclisi" toplanabilir. Bu Meclis, tüm bölgeye, halk iradesine öncelik veren bir sistem yapılanması için çağrıda bulunabilir.
Kim bilir, belki de sürecin devrim niteliğinde gelişmesi, daha köklü dönüşümler için kaçınılmaz olandır. Ama keşke bu süreç, daha örgütlü sivil toplum iradesi ile güdülebilseydi.

Enseye tokat

Sabah kalktığımda Libya, oradaki binlerce insanımızın kaderini ve ekonomik çıkarlarımızı da kapsayarak en önemli gündem olmayı sürdürüyordu…
Muş’ta deprem haberi yürek hoplatarak araya girdi, neyse ki can kaybı olmadı…
Ardından Balyoz dava duruşması, HSYK atamaları…
Bu kez de Yeni Zelanda’dan gelen sarsıntı haberiyle karşılaştık…
***
Grup konuşmalarına kulak kabarttım…
Doğrusu, 10. yılında “2001 krizinin” konuşulması, seçime kadar daha da gına getirecek olan siyasi atışmalardan çok daha fazla ilgimi çekti.
Siyasal bakışı bir yana koyup, akademik bir yaklaşımla geçmişe geri döndüm…
1980’lerden itibaren başlayan özgürleşme ve ekonomik büyüme, siyasi avantacılık sürdüğü ve temel dönüşümler tamamlanamadığı için 1990’lardan sonra tıkanma sinyalleri vermeye başladı.
Kemal Derviş, 1990 sonrasını “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş” programında şöyle analiz eder:
“Türk Ekonomisi 1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan aralıklarla ekonomik krizlerle karşı karşıya kalmaktadır. Yaşanan bu krizlerde dışsal etkenlerin de rolü olmakla beraber krizlerin başlıca nedenleri; sürdürülemez bir iç borç dinamiğinin oluşması ve başta kamu bankaları olmak üzere mali sistemdeki sağlıksız yapının ve diğer yapısal sorunların kalıcı bir çözüme kavuşturulmamış olmasıdır.”
Tabii söylemeye gerek yok, 1990’ların başında Özal gitmiş, Demirel gelmişti.
Ekonominin siyasete kurban edilme töreni hayatımızın ortasına yerleşmişti.
***
Bölük pörçük yaklaşımlara karşılık eski devletçi ekonomik yapının rantlarından sonuna kadar yararlanma ısrarı, bir yandan değişimleri, bir yandan dirençleri, bir yandan da krizleri üretti.
1999 yılında, enflasyonun ülke damarlarını tıkayan tahribatı, kamu açıklarının sırtlanamaz duruma gelmesi, AB sürecine adım atmayı önleyen makro ekonomik dengesizlikler, köklü bir reformu kaçınılmaz kıldı.
Kapsamlı bir program gündeme geldi.
***
21 Şubat Krizi sonrasında, Kemal Derviş’in hazırladığı ve 14 Nisan 2001’de açıkladığı “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”na yeniden göz atmak, ayrıntıda kaybolmayı önlüyor:
“Yeni program bu temel ilkeler çerçevesinde; 1- Dalgalı kur sistemi içinde enflasyonla mücadeleyi kesintisiz ve kararlı bir biçimde sürdürmeyi, 2- Bankacılık sektöründe kamu ve TMSF bünyesindeki bankalar başta olmak üzere hızlı ve kapsamlı bir yeniden yapılandırmayı, böylece bankacılık kesimi ile reel sektör arasındaki sağlıklı bir ilişki kurmayı, 3- Toplumsal uzlaşmaya dayalı, fedakârlığın tüm kesimlerce adil biçimde paylaşılmasını öngören ve enflasyon hedefleri ile uyumlu bir gelirler politikasını sürdürmeyi ve 4- Bütün bunları etkinlik, esneklik, şeffaflık ile sağlayacak yapısal unsurların yasal altyapısını oluşturmayı; kendisine alt hedefler olarak seçmiştir.”
***
Kemal Derviş büyük bir maharetle tüm bu dönüşümlerin hukuksal altyapısını ve çok daha sonraki küresel krize karşın bankacılık sektörünün sarsılmayacağı bir sağlamlık sağladı… AK Parti de küresel bolluk rüzgârıyla “ekonomik aklın” gereklerine ihanet etmedi, önemli bir beceri gösterdi.
Epey yol aldık…
Ama…
Olumlu kazanımlarımız yanında, ciddi sorunlarımız bugün de var…
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz geçen gün şöyle yazıyordu:
“Türkiye’de bugünkü ekonomik koşullar 2001 krizinin yaşandığı döneme kıyasla oldukça farklıdır.
Ancak bugün itibarıyla yüksek cari açık, kredi hacmindeki genişleme ve küresel finansal krizin etkilerinin tüm dünyada halen devam ediyor olması ülkemizde makroekonomik istikrara yönelik belli başlı riskleri oluşturmaktadır.”
***
Dünkü siyasi didişmelerde “alından öpme, enseye tokat” ritüeli de konu edilirken, bizi 2001 Krizi’nden büyük bir maharetle çıkaran Kemal Derviş’in krizin onuncu yılında bana biraz hakkı yeniyor gibi geldi…
Bunu siyasetin haris doğasına verdim…
Ancak akademik dünyada gelenek tam tersidir…
Vefanın ensesine tokat atılmaz, defalarca alnından öpülür…

Muhafazakar Türkiye'nin başkenti

Farkında mısınız, bu aralar fena halde Ankara modası var. 'Behzat Ç' isimli polisiye dizi öncü oldu. Zaten dizinin alt başlığı da 'Bir Ankara polisiyesi'. Bütün televizyonların İstanbul'da kurulu olduğu, bir şehir macerası yapılacaksa illa fonda İstanbul'un kullanıldığı bir ortamda alışılmadık bir seçimdi. Kendisine fon olarak Ankara'yı alan bir dizi çoktandır hatırlamıyorum üstelik; en son 'Ferhunde Hanımlar' ve 'Kaynanalar' galiba...
Sonra 'Aşk Tesadüfleri Sever' filminde bir kez daha Ankara ortaya çıktı. Hatta bu filmdeki kamera oyunları, filtreler ve ışık kullanımıyla Ankara 'sevilebilir' bile görünmeye başladı göze. Filmi izleyen eski Ankaralıların çoğunun nostaljiye dalmasına sebep oldu.
Film bir masaldı, tıpkı yansıttığı Ankara gibi. Öyle bir şehrin artık olmadığını hepimiz biliyoruz.
Ankara'nın geçirdiği değişimleri görmek için bu yıl Berlinale'de yarışan 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' filmine de bakılmalı. Bu film de Ankara'da geçiyor. Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanındaki temalardan biri de Ankara'da genç, solcu, isyankar olmak nedir anlatıyor; kısaca öğrenci olmak.
'Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in bir sahnesinde üniversite öğrencileri bir meydanda toplanmış, birisi bildiri okuyor, ardından diğer öğrenciler slogan atıyor. Eşit öğrenim hakkı, eğitimde özgürlük istiyorlar. Ve üzerine polisler yürümüyor, biber gazı sıkılmıyor.
Bir zamanlar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının isyan hareketlerini başlattıkları Ankara'da artık isyan etmek de sadece filmlerde mümkün.
Aynı film, Ankara'yı bir orta sınıf memur, bürokrasi, küçük ve mütevazı hayatların şehri olarak da gösteriyor. Neredeyse hepimizin belleğinde kaldığı şekliyle.
Halbuki son yıllarda bütün devlet kurumlarının uğradığı değişimden bir devlet şehri olarak Ankara da nasibini aldı. Benim gibi Ankara'ya uzaktan gidip geldikçe takip edenler bile değişimin farkında; o kadar gözle görülür.
Şehrin mimarisi, yapısı, estetiği baştan aşağı değiştirildi bir kere. Kazılan tünellerle yayalara düşman, kuruluşunda ustalıkla tasarlanmış meydanlarını yok eden bir şehre dönüştü. Dahası, giderek kent merkezini varoş ele geçirmeye başladı, kent merkezinde oturanlar da şehri dışa doğru büyüttüler. Çayyolu, İncek gibi bozkırlarda milyon dolarlık havuzlu villa modası başladı.
Aynı şekilde, mülki idaredeki değişim de şehirciliğe yansıdı: AKP'nin 'toplu konut projesi' diye adlandırılan Çukurambar diye bir semt ortaya çıktı ve çok çocuklu ailelere, çok odalı apartman dairelerinin olduğu bloklar yapıldı.
Nargileciler, içkisiz lokantalar da gece hayatında pavyonlarıyla meşhur olan Ankara'ya son sekiz yılın katkıları.
Değişim, alışkanlıkları, hayatları ve ilişkileri de etkiledi. Akşamlar ne zamandır rakıyla, viskiyle değil Faruk Malhan'ın tasarladığı modern ince belli bardaklarda içilen çaylarla tamamlanır hale geldi.
Bu değişen Ankara'ya tanık olmak da benim için heyecan verici aslında. Bir ülke yeniden şekilleniyor Ankara'da.
Henüz ekrana ya da beyazperdeye bu hali yansımadı ama.
Fakat eski Ankara'nın yüceltildiği birkaç yapımın arka arkaya çıkması da ilginç bir tesadüf değil mi?
Ben şimdi Mustafa Altıoklar gibi bir yönetmenden de karşı atak olarak İzmir modasını başlatmasını bekliyorum.
Hem bir İzmir modasının başlaması için yeterli altyapı da mevcut; Yılmaz Özdil'in efsanevi 'İzmir' yazısının yarattığı etkiyi düşünün. Birinin fitili ateşlemesi gerekecek...
Bir tarafta muhafazakar Türkiye'nin başkenti Ankara varsa, diğer tarafta da Beyaz Türkiye'nin gönlündeki başkent İzmir var ne de olsa...
Medyayı yeniden şekillendirme planım
Bir süre önce, birkaç arkadaş oturduk ve meyhane masasında medyayı kurtardık. Başkaları ülkeyi kurtarır, gazeteciler bir araya geldiğindeyse medyayı kurtarır. En sevdiğimiz şey kendi mesleğimiz üzerine atıp tutmaktır.
Önce Milliyet gazetesini masaya yatırdık. 'Taha Akyol gitsin, yerine oğlu gelsin'den tutun da 'Başyazar Kadri Gürsel olsun', 'Çetin Altan haftada bir pazar günleri yarım sayfa ekte yazsın', 'Tezkan üç'te yazsın' gibi bir dolu fantezi.
Sonra sıra Hürriyet'e geldi, 'Nuray Mert buraya hiç olmadı, en doğru yer Radikal' diye girdik konuya, 'Ertuğrul Özkök olsaydı bu manşeti nasıl atardı', 'Şuraya bir patlangaç konsa iyi olurdu' gibi bir dolu laf...
'Ufuk yaşasaydı bu haberi nasıl verirdi' diye hüzünlendik...

***
İyi ki tüm bunlar meyhane masasında kaldı ve iyi ki telefonda konuşmamışım diye düşünüyorum.
Kim bilir, yarın öbür gün 'Medyayı yeniden tasarlama planı' olarak karşımıza bile gelebilirdi bu geyik muhabbetleri.
Dün, bilgisayarımda eski bir dosya ararken karşıma altı-yedi sene öncesinden notlar çıktı. Bir dergi taslağı var... Kimler düzenli yazar, kimlerden dışarıdan yazmasını isteriz, ne gibi konular işlenir, hangi bölümler olur gibi. Neyse ki bu basit bir gençlik dergisi projesiydi.
Yazılmamış roman taslakları, hatta bir tiyatro oyunu, bir kitap için notlar... Unuttuğum pek çok yazıma da rastladım.
Ayrıca defterlerimde birçok not var... Mesela 'Vanity Fair Türkiye'de çıksa Mehmet Barlas'tan Domnick Dunne tarzı yazılar yazmasını isteyelim' gibi şeyler karalamışım kendi hayal dünyamda.
Gazetecinin not defteri olur... Bu not defterlerine de insan aklına gelen her şeyi yazar...
Galiba artık aklımıza geleni sadece kendimize saklamamız gerekecek. Ne kimseyle paylaşacağız, ne kağıda dökeceğiz. Gerçi, siz ne kadar tedbir alırsanız alın birileri sizin adınıza günlükler, notlar tutup yerleştirmekten hiç çekinmiyor galiba...
En iyisi her şeyi ezberlemek, sadece kendi beynimize güvenmek. Bakarsınız, bu süreçten beynini çok daha farklı yetiştirmiş bir kuşak bile çıkar.
Büyük bir hata
Cumhurbaşkanı Gül gibi evde izlemeye başlayıp uyuya kaldığım ve sıkıntıdan bir türlü tamamlayamadığım 'King's Speech' filmini sonunda mecburiyetten sinemada izledim.
İzledim ki, Akademi'nin nasıl bu yıl bir tarihi hata daha yapacağını göreyim diye... Yaşlı üyelerin hoşuna gidecek her şey var 'King's Speech'te; kahramanlık, başarı, liderlik, siyaset, aristokrasi ve sıkıcılık!
Son yıllarda başı sonu bu kadar belli, ne olacağını daha ilk sahneden kestirdiğiniz, içinde hiçbir merak unsuru bırakmayan, en ilginç kısımlarının (dersler) da kısa kesildiği sıradan, vasat bir film...
Ve bu film Oscar'ı alacak diyorlar.
Colin Firth'ün oyunculuğunda da öyle abartılacak bir şey yok; geçen sene 'A Single Man'de çok daha etkileyiciydi ve düpedüz hakkı yendi, bu sene 'Özür dileriz' mahiyetinde heykelciği kaldıracak herhalde.
Bundan 10 sene sonra hiç kimse dönüp de 'King's Speech'in yüzüne bakmayacak. Tıpkı 'Crash', 'Chicago' ya da 'Shakespeare in Love'ın yer aldığı tarihin çöp tenekesinde yerini alacak.
Oysa bundan 50 sene, 100 sene sonra bile 2000'lerin ruhunu öğrenmek isteyen biri 'The Social Network'ü birinci kaynak olarak kullanır.
Bu durumda hangisi 'En iyi film' oluyor?
Bildiğim tek şey 'en iyi filmin' Akademi tarafından seçilmediği ve Oscar'ın illa da yılın en iyi filmine verilmediği.

Olmadı sayın Bakan

Genelkurmay Başkanı ve bazı komutanların, “meydan okuma” veya “sözsüz muhtıra” olarak değerlendirdiğim Hasdal ziyaretinde eksik parçalar tamamlanıyor. Jandarma Genel Komutanı da dün Hasdal’daydı. Sıradaki isim, Hava Kuvvetleri Komutanı...
Tabi siz, Cemil Çiçek gibi kalkıp “doğal” derseniz, “meslek dayanışması” olarak görüp meşrulaştırırsanız, doğal sonuç budur.
Askeri yakından tanıyanlar daha iyi bilir, bu tür toplu ziyaretler, dayanışma çabasının ötesinde bir eylem biçimidir. Özden Örnek günlüklerini tekrar okursanız, hükümete mesaj vermek için “topluca görüntü verme” alternatifinin toplantılarda gündeme getirildiğini görürsünüz.
Bu yaklaşımın izlerine, yakın tarihteki son askeri şurada yaşanan atama krizinde de rastladık. Cumhurbaşkanı Gül’ün teke indirdiği 29 Ekim resepsiyonundaki “boykot” tablosu da aynı anlayışın ürünüdür.
Bilirsiniz, Cumhurbaşkanı, temkinli biridir. Eşli ve eşsiz resepsiyon davetlerini birleştirirken Genelkurmay Başkanı ile önceden görüşmüştü. Zirvedeki bu mutabakatın ardından resepsiyon teke indirilmişti.
Bu bilgiyi, ibret olsun diye ilk defa yazıyorum. İki kuvvet komutanının itirazı üzerine mutabakat bozuldu ve Genelkurmay Başkanı davete katılmama kararı aldı. Komutanların eşli davete katılmaması, bir tavırdır, gerisi hikayedir.
Yanlışı meşrulaştırır ve yol haline getirirseniz, balyoz zihniyetine oksijen pompalarsınız. Herkes bu gerçekliğin farkında olmalıdır.
Efendim, MHP Lideri Bahçeli de Balyoz tutuklusu Engin Alan’ı milletvekili adayı yapıyor, CHP Balyoz duruşmasına katılmayı planlıyor!
Bırakın onları, o hesabı millet görür, balyozu kafalarında paralar.

Balyoz neden önemli?
Laf Balyoz’dan açılmışken, devam edelim. Bu dava neden bu kadar önemli? Amerika ve İsrail bile seferber oluyor. Bu paşaların çoğu ulusalcı, Soner Yalçın da anti semitist dalganın katalizörlerinden biri.
Prof. Dr. İhsan Dağı’nın dün Zaman’daki köşesinde önemli bir tespit vardı. Yabana atılmamalıdır. Öyle ya, İsrail’in, küresel sermayenin, Neoconların meşruiyet kazanması için bir de düşmana ihtiyaç var. O düşmanın semirmesi için nefret duygusunu dalgalandıran kalemlerin mevcudiyeti inkar edilemez.  Ama benim üzerinde durduğum bir başka iddia var. Geçen Cuma “En Sıra Dışı” programı için gittiğim Ülke TV’de Fehmi Koru ile karşılaştım. Ana gündem Balyoz davasıydı. Fehmi Bey, Balyoz davasına ABD ve uzantılarının ilgisini şöyle izah etti: “Çünkü Balyoz projesi, ABD menşelidir.”
Tezi şu: 1 Mart 2003 tezkeresi geçseydi Balyoz devreye girecekti. Amerikan askerleri Türkiye’ye yerleşecek, savaşın üssü haline getirecekti. Bu savaş ortamının sürdürülebilir olması için askeri rejime ihtiyaç vardı, hiçbir sivil iktidar buna razı olamazdı.
O halde? Dedi ki: Tezkere geçmeyince Balyoz’a ihtiyaç kalmadı!  Tartışılabilir, üzerinde durulabilir, ilginç bir tez...
Fakat ben farklı düşünüyorum. AK Parti iktidarına tepkili ordu içindeki bazı unsurların, tıpkı 28 Şubat’taki gibi daha ilk günden itibaren darbe hazırlığına başladığını, şartların olgunlaşmasını beklediklerini, 1 Mart tezkeresinin meclise takılmasıyla birlikte ABD’nin öfkesinden darbe devşirmek istediklerini varsayıyorum.
Tezkere krizinde hem askeri hem hükümeti sorumlu tutan ABD’nin ise bu çatışmaya yol açarak, yara bere içinde kalacak ordu ve hükümetten arta kalan taleplerini daha kolay elde etmeyi ummuş olabileceğini düşünüyorum. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven senaryolarının da bu iklimden ürediğini, ABD açısından sadece “kavgayla” sınırlı öngörülen bu gelişmelerin darbe ihtimalini güçlendirmesi üzerine sürecin akamete uğratıldığı kanaatindeyim.
Birbirinden farklı olsa da iki ayrı senaryonun ortak paydası şu: Balyoz’un sapı Amerika’nın elinde...
Şunu da biliyoruz: Amerika vefakar değildir, kullanır, atar. Bu sahiplenme duygusu, 2011 model yeni bir senaryonun akamete uğramasına öfke midir, bence bu soruya cevap aramakta yarar var.
Atatürk merdivene ters mi biniyordu?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, dünkü meclis grup konuşmasında, gaflarını diline dolayan Başbakan Tayyip Erdoğan’a cevap verdi. Attan düştüğü, araçta mahsur kaldığı olayları hatırlatıp cümleye şöyle nokta koydu: “Benim kılavuzum belli Mustafa Kemal. Senin kılavuzun kim bilemem.”
Allah Allah, bu nasıl mantık kurgusudur?
Kemal Bey kaza ve gaf arasındaki ince nüansı bilmeyebilir veya siyaseten aradan sıyırmak için manevra ihtiyacı duyabilir, hepsi kabulüm.
Allah aşkına, Anıtkabir’i darbeci taifenin sığınağı haline getirmek isteyenlere alkış tuttunuz, Atatürk’ü hiç olmazsa bu işe karıştırmayın.
Ne yani, Atatürk merdivene ters yönden biniyordu da ona mı uydun? Yoksa o da mı oyunu kullanmak isterken seçim sandığını bulamadı? Lefter’i kaleci mi sanıyordu yoksa? Van Gölü’nü deniz mi biliyordu?
Ayıptır. Neyse ki, Atatürk zamanında AVM’ler yoktu, Lefter henüz çocuktu...
Perdelemeyin, sakın ola bu kılavuz, karga olmasın...

22 Şubat 2011 Salı

Orhan Çeker hocaya muhabbetlerimle

 
Bir çift haklı söz ettin, gök kubbe çatladı...
Kadınlı-erkekli bilumum zinasever yaratıklar ellerine geçirirlerse seni yiyecekler hoca...
Dekolte giyenleri eleştirirsen, “Biz zinamızı isteriz” diye yaygara koparan güruh elbette seni telin eder...
Hatta daha da ileri gider...
Kimi yumurta atma şehvetine kapılır...
Kimi senin ismini kullanarak şeriat düşmanlığını tazeler...
Prof. unvanını taşıman bile menfi yönden saldırıları artıracak...
Yani, Şubat ayı bir daha hatırımıza çakılmış kazık olacak...
Defne Joy Foster isimli kadını eleştirdi diye Hıncal Uluç’u lince tabi tutan güruh, elbette göğüslerin, göbeğin, kalçaların açık tutulmasını tercih eder...
Bu devirde ha???
Yani bu devirde genç bir kadının katır gibi erkekle aynı evde yatması eleştirilir mi?
Aynı çerçeveden olarak, dekolte giymenin tacizciye davetiye olduğunu söylemek yenilir yutulur mu?
Amma ben senden yanayım hoca...
Daha doğrusu haklılıktan yanayım...
“Maksadını aşmış” bahanesi uydurmayacağım...
“Öyle demek istememişti” şeklinde çalıya dolanmayı makul bulmam...
Fincancı katırlarını ürkütmemek için sizi suçlu görmem, göstermem...
Siz yerden göğe kadar haklısınız hocam...
Demek istediğim, her halükârda kervan yürür...
Açıklığı, üstsüz, altsız dolaşmayı “çağdaşlık” ambalajına sokup halka satmaya kalkışanların yaygarasına aldırma...
Ben seni savunan tek kişi olsam da savunmaya devam edeceğim...
Hayatı boyunca İslam dinini, Allah’ı hiç hatırına getirmeyenlerin sizi vurmak için bazı manevi güzellikleri istismar etmeleri, kılıç gibi kullanmaları edepsizliktir...
Hatırlıyor musun?
Joy Foster eleştirildiğinde “ölülerin arkasından konuşmayın” diye taraf tutan zihniyet bilmiyor ki “her ölünün” dediği yoktur...
Ulan siz 27 Mayıs tarihinde idam edilen bigünah devlet adamlarının bile arkasından konuşuyorsunuz...
Biz de dinine, ahlakına bağlı, hayası yerinde olan hiç kimse için ne iftira ettik, ne de arkasından ürüdük...
Bir militan kadın yazar utanmadan “dekolte giyenlere saldırın” diyor, edepsizliğini açıkça ifade ediyor...
Beğenmemek, yanlışlığını söylemek başka, “saldırın” demek daha başka...
Anlatamıyoruz!..
Varsın anlamasınlar!..
Aslında hınzır gibi anlıyorlar, fakat işlerine geldiği şekilde yontma kurnazlığındadırlar...
Açıklığı savunanların “tepkisi büyük olmalı” imiş...
Böyle diyor gerdanı boncuklu yazar...
Boş ver be hocam!..
Sen doğruyu dile getirdin... Onun içindir ki seninle beraberim...
“Frikik verme” diye terbiyesizce bir görüşü standartlaştıran toplum bizim toplumumuz değildir...
Gördüğümüz kötülüğü elimizle bertaraf etme gücüne sahip değiliz.
“Kalben buğzetmeyi” imanın zayıf halkası bildiğimizden dolayı sözle, yani dilimizle def etmeye çalışıyoruz...
Ulusalcı/mulusalcı zevat ile farkımız belli olmalı... Aksi halde hiçbir farkımız kalmayacaktır...
Dindar bildiklerine vurmak için araya “Soner Yalçın” çıktısını sokuşturduklarına şahit oluyoruz...
Biliyorsunuz, “Küfür tek millet”tir Orhan hocam!..
Yalnız değilsin...
İşte ben de varım seninle...
Zaten yarım asırdan fazla bir zaman böyleleri ile cedelleştim...
Hani derler ya:
“Şu boydan astıktan sonra ha bir karış, ha bir metre... Ne fark eder?”
“Mert dayanır, namert kaçar...”
Yolun açık, bahtın yaver olsun hocam...
=================
Yağmur yağdı, Yargıtay’ı su bastı
Sele gitti yüzbinlerce dosyalar...
Sele gitti zaman, mekân, gelecek
Söyleyin ki gelsin çaylar, pastalar...

"Şimdi Cennet'te dans ediyordur bi tanem!.."

Onu kucakta zıplatılırken görmüştüm bir kez...
Birkaç kez de magazin sayfalarında takılmıştı gözüme...
Bir baktım; dünya alêm onu konuşuyor...
Aman ne muhabbetler;
"Şimdi Cennet'te dans ediyordur bi tanem!.."
Çıkmış yumuşağın teki, kırıta kırıta anılarını anlatıyor...
Elma şekerini çok severmiş; hayat doluymuş, bir keresinde ayağı kaymış düşmüş de çocuk gibi ağlamış...
O öyleymiş...
Olduğu gibiymiş...
Özgürmüş...
Hayat dolu, cıvıl cıvıl..
Ne muhabbetler...
Ah ah çok iyi kızdı!..
"Tanrı böyle istedi... Dansa dansa yarışmasına el sallayışı gibi hepimize el sallaya sallaya gitti!.."
Menajer mi ne...
Diyor ki;
"O gece, kulağıma eğildi ve beni ne kadar sevdiğini söyledi!.."
Oh oh suyundan da koy; işleri iyice açılır artık...
E kolay mı;
Joy Foster'in ölüme saatler kala kalbini açtığı menecır!..
¥
Bir de Pascal Nouma var, o da bizim "Türk kızını" zıplatıp durmasıyla ünlü...
Bir arada bütün "Türk tribünlerine" orasını göstermişti!..
Şimdi o.
Pek üzgün.....
"Oh MY GOD!!!" diyor...
"UNBELIAVABLE!!!"
¥
Ne muhabbetler...
Kimsenin "asıl mesele"ye geldiği yok...
Çıkacam ekrana, patlayacam yine...
Fena olacak!..
"İçin aksırıncaya, tıksırıncaya kadar için!.."
Foster bir kurban; öyle alıştırılmış, öyle yaşatılmış...
Ve...
Testi misali su yolunda kırılmış!..
¥
Onun için üzgünüm ve Allah'tan taksiratının affını niyaz ederim...
Amma velâkin, olan biten, ders almadıktan sonra neye yarar!..
"İçki bütün kötülüklerin anası!.."
Vaziyet bu!..
¥
Çocuklar görsün, gençler görsün...
Bu yollar yol değil!..
Pislik!..
Gece kulüpleri, "dansa mansa"lar, "pop star"lar, "yetenek yarışları", kâzip şöhretler, yalancı bahar!..
Defne, gecenin üçünde "sevgilisi"nin evine gitmiş...
Evli ha; bir de erkek bebeği var, Maşallah nur topu gibi, bir buçuk yaşında...
Kocası onu çok severmiş, o da kocasını severmiş...
Ancak, farklı duygularını "arkadaşlarıyla" tatmin edermiş!...
Evinde öldüğü oğlanla o gece tanışmışlar...
Ve ilk geceden "oğlan evine" gitmişler!..
Türkiye laiktir laik kalacaaaaaaaaaaak!..
¥
Hayat bu!..
Bir astım hastası, bakıma ihtiyacı var...
Birilerinin kucağında hoplatılıp zıplatılmaya değil, sıcacık yuvasında naneli, ıhlamurlu ilgiye ihtiyacı var...
Kızcağızın babası, anası taaa öte diyarlarda...
Kızları, gecenin üçünde sevgili evindeki "ölüm seansına" doğru yol alırken...
Ne alemdeydiler kim bilir?..
Ölüm acı...
Ölümün yüzü soğuk...
Lâkin bir gerçek var; sımsıcak...
Şair demiş ya; "Öleceğiz ne çare!.."
Evet ölüm...
İlle de güzel ölüm!..
Ne denir ki;
Kahrolsun popüler kültür!..
Kahrolsun, reyting!..
Kahrolsun, sorumluluklarını yerine getirmeyen ana ve babalar!..
Kahrolsun tıksırıncaya kadar içenler değil de...
"Tıksırıncaya kadar içmeyi" tavsiye edenler!..
Kahrolsun laikliğin böylesi!..
Ve kahrolsun çağdaşlığın!..
Yazıyı 10'ncu yıl marşı ile bitireyim mi!..
Evvvetttt!..
Aynen öyle...
Çıktık açık alınla!..

Zor süreçler

Her şey Tunus'la başladı. Sonra Mübarek iktidarı bıraktı. Peşinden Bahreyn, Yemen, Ürdün, Kuzey Irak, Kuveyt, Fas, Cezayir ve en son Libya'da önemli gelişmeler yaşandı, yaşanıyor. İşe Arap olmayan İran'ı da katarsak tüm bu ülkelerde halkların temel istemi özgürlük ve onur. Ancak Libya'daki durum biraz farklı. Libyalı gençler 42 yıldır ülkeyi yöneten ruh hastası Kaddafi ve oğullarının kendilerini şekillendirme uğraşlarına tepki olarak sokaklara döküldü. Daha açık bir ifadeyle Kaddafiler tüm Libyalıların kişilik, karakter hatta davranış biçimlerini kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Örneğin aynı şekilde konuşmalarını, yürümelerini ve psikolojik davranışlar sergilemelerini istiyorlar.  Bir zamanlar Pol Pot'ın Kamboçya'da yapmaya çalıştığı gibi. Libyalı gençler yalnızca kendi özgün ve doğal kişilik karakterlerini korumak değil aynı zamanda Kaddafi Ailesi'nin faşist davranış ve politikalarına karşı devrimi başlattılar. Libyalı gençler günlük yaşamın sosyal ve ekonomik sıkıntılarının ağırlığı altında da eziliyor. Libya'da durum oldukça karışık ve karmaşık. Libya aşiretler toplumudur. Kaddafiler halkın demokratik isteklerine olumlu yanıt vermek istemezse kendilerine bağlı aşiretleri gençlerin üzerine salabilirler. İşte o zaman gençleri destekleyen diğer silahlı  aşiretler sokaklara dökülecek ve böylece iç savaş riski artacaktır. Bunu bilen Kaddafi, birçok üst düzey subayı tutuklattı ve Afrika'dan getirdiği paralı askerleri halka karşı kullandı.
Libya'da durum çok tehlikeli. Ama sonuç ne olursa olsun Kaddafilerin işi zor. Bu zorluğun sonuçlarını görmek için de başta ABD olmak üzere Batı'nın tavrını görmemiz gerekiyor. Belki de bu nedenle Kaddafi'nin oğlu televizyona çıkıp klasik olarak Batılılara 'Biz gidersek radikal İslamcılar gelir' tehdit ve şantajında bulundu. Aynı şeyi Tunuslu Bin Ali ve Mısırlı Mübarek de yapmıştı. Bin Ali radikallerin en radikali Suudi Arabistan'a kaçmak zorunda kaldı. Mübarek ise İsrail'e kaçmak zorunda kalırsa çabuk olsun diye Şarm El-Şeyh'e yerleşti. Orada ayrıca küçük de olsa bir Amerikan birliği var. İktidara dönme planları yapan Mübarek'in sürekli olarak Kahire'deki dostlarıyla konuştuğu söyleniyor. 90 kadar Suudi Arabistanlı ve Suudi parasıyla beslenen başka ülkelerin din adamıysa önceki gün ortak bir bildiri yayınlayarak Mısır ve Tunus'ta İslami anlamda demokrasinin uygulanmasını aksi takdirde bu demokrasilere karşı olacaklarını ilan ettiler. Bu din adamlarına göre Batı tanımlı demokrasiler laik ve komünist güçlere de geçit verdiği için kabul edilmez. ABD'nin bölgedeki en sadık ve zorunlu işbirlikçisi Suudi Arabistan yönetimi 100 yıldır böyle davranıyor. Kaide ve Taliban'ın kurulmasında başrol oynayan ve dünyadaki tüm radikal İslamcı grup ve örgütlerin arkasında bulunan Suudiler şimdi de yeni ABD planlarında benzer roller üstlenmek üzere farklı görevleri yerine getirmeye hazırlanmaktadır. ABD ise Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesi planlarında bölgedeki tüm eski ve yeni dost ve müttefiklerinden yardım istiyor ve isteyecektir. Salı günkü yazımda tehlikeli kişi olarak nitelendirdiğim ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone'nin yoğun çalışmalarını da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Meğer elçi hazretleri bizim bu nitelendirmemizi kanıtlarcasına bir grup meslektaşımızla bir araya gelmiş ve kendi zekasıyla bu meslektaşlarımızdan 'bilgi ve izlenim' edinmeye çalışmış. İtiraf edeyim ki elçi hazretleriyle bir araya gelen meslektaşlarımızı cesur buldum. Çünkü Kahire kaynaklı WikiLeaks belgelerinde bol imzası bulunan bu kişinin, yeni WikiLeaks belgelerinde bu meslektaşlarımızın ağızlarından neler aktaracağını umursamadılar. Tıpkı bazı işadamları gibi. Onlar da elçi hazretleriyle sık sık bir araya geliyor ve Türkiye ile ilgili analiz, yorum ve değerlendirmelerini 'yüce makama' sunuyorlardır. Ama aralarında ABD politikalarının pisliklerini elçi hazretlerine söyleyecek kadar vatanperver ve cesur olanları da vardır.