19 Mart 2011 Cumartesi

Fethullah Gülen Miti

Taraf'ta yayınlanmaya başlanan WikiLeaks Türkiye belgeleri ile birlikte özenle yaratılmış bir mit daha yıkıldı. 
O belgelerde gördük ki Fethullah Gülen hiç de 'Amerika'nın adamı' değil. Aksine! ABD yetkililerinin hakkında fikir edinmek için Türkiye'deki kaynaklarına sorduğu ve oturma izni almak için sıradan bir göçmen gibi yeşil kart sırası bekleyen biri.

Bu belgeler bize birçok şeyin nasıl öcüleştirilerek anlatıldığı, komplo atmosferinin kamuoyunu nasıl ele geçirdiğini çok güzel özetliyor. Bakalım daha hangi uyduruk efsaneleri bir bir sonlandıracağız...

Bedelli askerlik

Gerçekçi değil, içi boş, sırf seçmeni kandırmak için... CHP'nin ortaya attığı bedelli askerlik tartışması ile ilgili AK Parti ve birçok yorumcu böyle diyor. Halbuki onca zaman hep 'CHP yeter ki ortaya yeni tartışmalar atsın' 'Hükümetin önerilerini boşa çıkarmaya çalışacağına kendi önerilerini getirsin' demiyor muyduk?

Şimdi eksik ya da yanlış zamanda bile olsa CHP yeni bir şey koyuyor masaya. Üstelik AK Parti'nin daha önce dile getirdiği ve gerçekleştirmediği bir şey. Ülkede muhalefeti olumlu anlamda devreye sokmak için bundan daha iyi fırsat olur mu?

Ben bedelli tartışmasını doğru buluyorum. Eksik ya da yanlış zamanlama gibi yıllardır hükümete karşı çıkışların bahanelerinin hükümet tarafından aynı şekilde yapılması karşısında ise tebessüm ediyorum. Hem 'bedelli çıkarılacaksa biz doğru zamanda çıkarmasını biliriz' yaklaşımı da ne oluyor?

BM'nin Libya kararı

Libya'da Kaddafi'nin kendi halkını nasıl kıyımdan geçirdiğini haftalardır izlerken nihayet uzun tartışmalar sonuç verdi ve ilk umut verici uluslararası hamle atıldı:

BM Güvenlik Konseyi dün Libya'ya yardım amaçlı uçaklar hariç uçuş yasağı getirdi. Bu karara karşı Kaddafi yönetimi şimdilik geri adım atmış görünüyor. Zira Libya Dışişleri Bakanlığı ateşkes ilan etti ama Kaddafi bu, belli olmaz. BM üyeleri de temkinli. ABD prensip olarak askeri bir operasyon için yeşil ışık yakıyor ama başka bir İslam ülkesine karşı savaşı göze alamıyor. Bu nedenle böyle bir  operasyonda ilk etapta yer almak istemiyor.
İstekli ülkeler Fransa, İngiltere ve Danimarka. Zira  Fransa her an harekete geçilebilir mesajı verdi bile. Hatta sevkiyat da başladı. Ancak bu gidiş örgüt içinde alarm zilleri çaldırabilir. Neden mi?

Çünkü üyeler arasında böyle bir girişime karşı ciddi fikir ayrılıkları var. Askeri operasyonu özellikle ABD'nin dolaylı  ve Fransa'nın da bizzat katılımcı olarak desteklediğini söyledik.  Mesela ABD'nin BM Büyükelçisi Susan Rice bu isteği açık açık anlatan bir konuşma yaptı. 'Gerekirse oradaki sivilleri korumak için operasyon seçenekleri de masada' anlamına gelen açıklamalarda bulundu.

Öte yandan Rusya bir müdahaleye kesinlikle karşı. Zaten bu nedenle uçuş yasağıyla ilgili oylamada çekimser tavır aldı. Yalnız da değildi. Çin Libya'ya müdahale konusuna kesinlikle karşı çıkan başka bir ülke. Keza Brezilya ve Hindistan da öyle. Türkiye'nin pozisyonunu da biliyoruz. Başbakan Erdoğan bir askeri müdahalenin çözüm olmadığını daha önce belirtti.
Kısacası Libya'ya planlanan operasyon Irak Savaşı öncesine benzer bir durum ortaya çıkarıyor.

Yakında BM içinde ciddi tartışmalar yaşanabilir. Umarım bu tartışmalar Irak'ta olduğu gibi işin özünü yani amacın sivilleri kurtarmak olduğunu unutturmaz...

İbrahim Tatlıses

Televizyon tartışmaları ona ayrılıyor, köşe yazarları ondan bahsediyor, Cumhurbaşkanı'ndan Başbakan'a kadar birçok lider devamlı durumunu soruyor. İbrahim Tatlıses büyük bir sanatçıymış.

Hem de çok büyük bir sanatçıymış. Ancak...

Onun sanatının ve öncülüğünün göklere çıkarılmasına hiçbir itirazım olamaz  ama onu bembeyaza boyamak doğru mu? Tatlıses birçok konuda çok yanlış bir örnek oluşturmuş ve bu ülkede bazı meselelerin çözümsüzlüğüne katkı sağlamış bir isim. O nedenle onu bir de 'başka' açılardan ele almak şart. Ama kalleşlik yapmayalım.

Hele bir hayati riski tamamen ortadan kalksın...

15 Mart 2011 Salı

Kazanan İsrail

Tunus'ta devrim oldu ancak iç ve dış karşı devrimci güçler halkın istek ve beklentilerini engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyor, yapacak. Aynı şey Mısır'da oluyor. Orada bir de Hıristiyan-Müslüman çatışması riski var. Libya'da ise Kaddafi kendi halkına karşı tüm silahları kullanıyor. Batı ise 'Hava sahasını kapatalım mı kapatmayalım mı' falına bakmayı tercih ediyor. Oysa 1991'de 'Saddam Kürtleri vuracak' dedikodusunu bahane eden ABD ve müttefik Fransa, İngiltere ve Almanya Çekiç Güç'ü Türkiye'ye göndermiş ve 36. paralelin kuzeyindeki Kürtleri korumuştu. Batılı güçler aynı duyarlılığı o zaman 32. paralelin güneyindeki Şii Iraklılar için göstermemişti. 3 aylığına Türkiye'ye gelen Çekiç Güç buradan ayrıldığında Kuzey Irak'ta bir Kürt devletinin kurulma süreci tamamlanmış ve Irak işgal edilmişti. Irak işgalinden bu yana bu coğrafyada nelerin yaşandığını ve parçalanma riski ile karşı karşıya bırakılan bu ülkede bir milyon insanın öldüğünü herkes hatırlıyordur. Irak ve Irak'tan dolayı bu coğrafyada yaşanan her şeyden karlı çıkan hep İsrail oldu. Şimdi de aynı şey oluyor. Tunus, Mısır ve Libya'nın yanı sıra Arap ülkelerinin tümü ve İran karışık. Bu ülkeler karışık olunca en rahatı İsrail oluyor. Yani hiç kimse İsrail ve İsrail'in yaptıklarıyla ilgilenmiyor. Ne yaparsa yapsın hiç kimse çıkıp da 'Yahu sen neden bunları yaptın' demiyor. Örneğin Mavi Marmara'ya yönelik İsrail saldırısıyla ilgili olarak BM raporu açıklanmıyor. Örneğin ABD; BM Güvenlik Konseyi'nde İsrail aleyhine olan kararları veto ediyor. Örneğin İsrail 44 yıldır işgal altında tuttuğu Batı Şeria'da Yahudi yerleşim sitelerini inşa etmeyi sürdürüyor ve dünyanın dört bir yanından getirmeyi sürdürdüğü Yahudi göçmenleri buralarda yerleştiriyor. Örneğin WikiLeaks'te İsrail ile ilgili belgeleri hiç kimse merak etmiyor. Özetle bölgede kargaşanın tek galibi İsrail. Durum böyle olunca hafızam beni 100 yıl öncesine götürüyor. Çünkü o zamanda bölge çok karışıktı. Batılı emperyalist ülkeler Osmanlı'yı çökertmek için her türlü oyuna başvuruyor Siyonist örgüt ve güçler ise Filistin'i ele geçirmek için benzer her türlü sinsi planı yapıyor ve uyguluyordu. 100 yıl önceki emperyalist-Siyonist işbirliği coğrafyamızı bugünlere getirdi. Şimdi de bu güçler önümüzdeki yüzyılın planlarını yapıyor. Bu nedenle bölgeyi çok tehlikeli süreçler bekliyor. Tunus devriminden bu yana hep bunu yazıp söylüyorum. Arap ülkelerindeki gelişmeler ve Batı'nın klasik ikiyüzlü tutum ve davranışları ne yazık ki beni doğruluyor.

Herkes dikkatli olmalı ve olup biten her şeyi çok doğru bir şekilde okuyarak alınması gereken tedbirleri acilen almalıdır. Her konuda coğrafyamız için model olan Türkiye bu konuda da öncü rol oynamalı ve bölge ülke ve halklarına yol göstermelidir. Oysa benim görebildiğim kadarıyla seçim sathı meyline giren Türkiye ve hükümet sanki gelişmelerden biraz olsun uzak durmak ister gibi. Oysa bugün bu gelişmelerden uzak duran bir Türkiye mutlaka kendini bu gelişmelerin tsunaminin etkisine bulacaktır. Son Japonya örneğinde olduğu gibi tsunamilerin kimi nasıl ve ne kadar etkileyeceğini ise hiç kimse kestiremez ama belki yönünü değiştirebilir!

Yoldaşını seçme hakkı!

aa

  
Süleyman Demirel’in ünlü sözüydü ‘Yürümekle yollar aşınmaz.’
Yürümenin demokratik bir hak olduğu anlamına da alabilirsiniz, yürümenin bir sonuç vermeyeceği anlamında da.
Algınız ne olursa olsun, bir gelişmeye destek vermek veya kınamak amacıyla yürümek, toplantı düzenlemek en temel haktır.
Kimse buna karşı çıkamaz, çıkmıyor da.
Ancak toplumsal gelişmelerin çoğunda, demokratik gelişime bakış açısında, olaylara 180 derece ters açılardan baktığınız isimlerle yürümek bana ahlaki gelmiyor.
Yürümek bir hak olduğu kadar, yol arkadaşını seçmek de haktır.
Yoldaşlık her olayda değiştirilebilecek bir tercih değildi.
Evet, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması benim kanıma göre hukuken yanlış, ahlaken sakattır.
Velev ki, Hanefi Avcı’nın kitabının bir bölümünü Nedim Şener yazdı, ki kendisi bunun böyle olmadığında ısrarlı, bu bir örgüt suçu değildir.
Yanlış bilgilerle haber, kitap, köşe yazısı yazmayla ilgili yaptırımlar yasalarımızda mevcut.
Belirli odakları hedef alan insanları örgüt suçu iddiasıyla tutuklamak böylesine önemli bir davaya gölge düşürecek nitelikte.
Nitekim geçen hafta Ankara’da görüşme fırsatı bulduğum bakan düzeyindekiler dahil, tüm siyasetçiler gelişmelerden rahatsızdı.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde gerçekleşen operasyon da sanki bu rahatsızlığın bir göstergesiydi.
Ancak bu gelişmeyi Türkiye’nin asker medyasının kendini aklama çabasına döndürme girişimlerini de içime sindiremiyorum.
Medya özgürlüğünü patron kamudan daha çok ihale alsın, ben de vergi rekortmeni olacak parayı kazanayım diye algılayanlarla yoldaş olmak imkansız.
Gazeteciliği, fikirlerini sevmediği insanlara çubuk taktırmak, belaltı yalan haberlerle aşağılamak için iftira haberleri yapmak olarak algılayanlarla aynı safta yeralmak açıkçası benim için zuldür.
Ayrıca, gazetecilik örgütlerinin de basın özgürlüğü konusunda olay seçme hakkı yoktur.
Yıllarca bu konudaki temel ihlalleri görmezden gelenlerin şimdi bu özgürlüğün savunucusu kesilmesi, en hafif deyimle samimi değildir.
Ahmet Şık, Nedim Şener bir an önce haklarındaki gizli delilleri öğrenmeli ve kendilerini tam anlamda savunma hakkına sahip olmalı.
Ben bu delillerin ışığında iki arkadaşımızın en kısa sürede özgürlüklerine kavuşacağına inanıyorum.
Ama yoldaşımı seçme hakkımı da saklı tutuyorum.

Fenerbahçe ve taraftarı
Bir takım bu kadar coşkulu oynar ve taraftarını bu kadar memnun eder.
Yıllardır temel sıkıntımız buydu, kazanmaya rağmen ortaya konulan mıy mıy futbol.
Seyirciyi uyutan, insana sıkıntı veren bir performanstı bu.
Maça gidesiniz gelmezdi. Zaman zaman bunun dışına çıkan örnekler olurdu ama ağırlıklı tarz böyleydi.
Aykut Kocaman devre arasında ne yaptıysa yaptı, takımın ruhu değişti.
Isıran, mücadele eden, top oynamak isteyen bir takım ortaya çıkardı.
Ve bu takım, seyirciyi de coşturdu.
Pazar akşamı tanık olduğumuz tribün görüntüleri bunun açık göstergesiydi.

Adres HSYK olmalı
Beşiktaş Adliyesi’nin son yapılanmanın ardından tek sesli bir merkez haline geldiği iddiaları var.
Bunu dile getirenler Türkiye’nin insan haklarına saygılı, geçmişleri bunun örnekleriyle dolu hukukçuları.
Mesela, tutuklama itiraz kararlarından artık bir sonuç almanın imkansız haline geldiğini, bunu tüm hukukçuların bildiği anlatılıyor.
Burada kimilerinin adres olarak iktidarı göstermesi yanlış.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile gelişmelerden kaygı duyduğunu ifade etmekle yetinir, yargıya talimat veriyor görüntüsünden uzak dururken kimilerinin siyasi iktidarı göreve çağırması yanlış.
Burada doğru adres Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’dur.
Kurulun bugünkü yapısı da hukuk adına yapıldığı ileri sürülen yanlışları değerlendirmeye uygundur.

ALTAYLI’NIN İDDİASI
Fatih Altaylı SABAH’tan ayrıldığı günden beri yayın yönetmenliğinden istifa ettiğini ileri sürüyor. Bu doğru değil. Olay şöyle oldu. Altaylı, dönemin TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’le yaptığı bir kahvaltı sohbetini şimdiki işverenine çarpıtarak aktarınca bir güven bunalımı doğdu.
Üstelik bu ilk değildi. Bunun üzerine TMSF yönetimi Altaylı ile yolları ayırma kararı aldı. O gün Yavuz Onursal beni Beymen Braseri’ye davet etti, Altaylı’nın görevden alınacağını ve benimle çalışmak istediklerini söyledi. Gazeteye gittik, Altaylı, Paper Moon’dan saat 16.00 civarı geldi ve yazı işleri masasına oturdu.
Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Akif Yaşin kendisini yukarı davet edip işine son verildiği tebligatını yaptı. Olayın doğrusu budur.
Zaten SABAH gazetesinin tüm yazıişleri de bu gerçeği bilmektedir. Bu kadar basit bir konuda niye bu kadar ısrarla doğrular dile getirilmez anlamıyorum açıkçası.

Kimseyi kandıramazsınız

14 Mart kaderin cilvesi diyebileceğimiz tesadüflerin yaşandığı ilginç bir gün. Çünkü 14 Mart 2003 Tayyip Erdoğan'ın 59. hükümetin başbakanı olarak göreve başladığı tarih. 14 Mart 2008 ise AK Parti'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne dava açıldığı gün...

***
Bu iki gün de bu ülkenin kangrenini anlatıyor. Hatırlarsınız, Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için seçimlerde milletvekili olamamış, onun yerine Abdullah Gül üç ay için başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Ardından Erdoğan'ın siyasi yasağı kaldırılmış ve Siirt'ten vekil seçilerek 59. hükümeti kurmuştu. Ancak tesadüfe bakın ki, iktidarda geçen beş yılın ardından bu kez yine bir 14 Mart günü partisine yönelik bir yok etme girişimi oldu. AK Parti'ye kapatma davası açıldı.

***
Bu cumhuriyetin kısa tarihi, hep devletin millete karşı savaşıyla geçti maalesef. Kendini bu toprakların sahibi zanneden askeri bürokrasi; irtica, bölünme, gericilik, komünizm gibi farklı adlar altında öcüler yaratıp devleti elinde tutmaya çalıştı. Kürtleri, Ermenileri, Alevileri ve dindarları düşmanlaştırdı. Hala da düşmanlaştırmaya devam ediyor... Sadece 14 Mart değil tesadüfleri barındıran tarih. 12 Mart da öyle mesela. 12 Mart 1971 askerin sivil hükümete muhtıra verdiği, 12 Mart 1995 ise devlet eliyle kardeş kavgası çıkarılıp Alevilerin Gazi Mahallesi'nde katledildiği gün...

***
88 yıllık Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi üzerine ne zaman bir şeyler okusam ve bunlar üzerine düşünsem, devletin sürekli olarak halkı nasıl yok saydığını, demokrasiyi nasıl katlettiğini görüyorum yeniden. Yakın tarihe kadar demokrasi ihlalinin ne büyük bir keyfilik içinde yapılabildiğini, krallık sistemini aratmayan vesayetin asker üzerinden nasıl işlediğini, devletin gençleri hangi yöntemlerle manipüle edip kullandığını...

***
Bu bozuk sisteme dönemsel olarak karşı durmaya çalışan siyasetçiler oldu daha önce. Ancak 2002'den beri ilk kez sistematik olarak meydan okunuyor. Devletin kendi insanlarına rağmen hareket etmesi ancak son 8 yıldır, AK Parti hükümeti döneminde önlenebiliyor. Bütün bu kavga dövüş içinde bu önemli noktayı kaçırmamalıyız. Hükümeti eleştirmek elbette herkesin en doğal hakkı. Eleştirilecek de birçok icraatı var AK Parti'nin. Ancak bugün yapılanların çoğu hükümeti eleştirmek değil muhalefet edeyim derken halkı ezmiş sistemin yanında saf tutmak. O safta yer bulanlar kimseyi kandırmaya kalkmasınlar! Onların kendilerine 'özgürlükçü' demeye hakları yok!
Suriye'yi kim durduracak?
Libya'da durum her geçen gün vahimleşiyor. Zorba Kaddafi kendi halkına adeta soykırım uyguluyor ve bütün dünya bu vahşeti seyrediyor. ABD uçuş yasağı gibi önlemler getirdi getirmesine ve 'Libya'ya askeri müdahale yapılsın mı?' diye tartışıyor ama bu tartışmalar her gün yüzlerce insanın öldüğü ve herkesin bu tabloyu uzaktan seyrettiği gerçeğini değiştirmiyor.

***
Hadi ABD ve Arap ligi sırf bir şeyler yapıyor görünmek için önlemler paketi üzerinde tartışıyor diyelim... Peki ya Türkiye'nin son dönemdeki 'en yakın dostu' Suriye ne yapıyor? Kaddafi'ye silah satma planları! Çeşitli kaynakların iddiasına göre Libyalı devlet yetkilileri birkaç gündür Halep ve çeşitli liman bölgelerinde görüşmeler yapıyor ve silah ve mühimmat taşıyan gemilerin Libya'ya sevki için görüşüyor. Suriye bu iddiaların asılsız olduğunu ileri sürse de Beşar Esad ile para pazarlığı yapıldı bile. Pazarlıkta el sıkışılmış olmalı ki Suriye lideri silah ve malzemelerin tedariki ve sevki için gerekli mevkilere talimat verdi. Yani Arap dünyasında diktatör bir rejimin devamı, insanların katli ve bunlar üzerinden para kazanmak için yeşil ışık yaktı Suriye!

***
Böyle bir barbarlığa ortak olmanın sebepleri malum: Kendi ülkesine de sıçraması olası bir ayaklanmadan korkmak, maddi çıkar sağlamak ve otoriter rejimlerin yıkılmasına karşı durmak.

***
Kısacası Erdoğan'ın 'dostum' dediği Beşar Esad, Kaddafi'nin zulmünün devamı için devrede. Başbakan dostuna bir uyarı yapmayacak mı? Bunu engellemek adına Türkiye derhal harekete geçmeyecek mi?  Şayet bölgede son dönemde nüfuzumuz arttıysa o nüfuzu kullanmanın tam zamanı. Libya'daki vahşeti uzaktan izlemek Müslüman dünyada etkin bir güç olan bize hiç yakışmıyor...

Bu yazı http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/nagehan-alci/15-03-2011-kimseyi-kandiramazsiniz.html linkinden alınmıştır.

Kankalar Meclisi'nin büyük ayıbı

Medya dünyasından bir dostum, "Ben söylesem olmaz, yanlış anlarlar, şu sorumu lütfen ortaya sorar mısın?" ricasında bulundu.

Sorusu şu: "Pazar günü protesto yürüyüşüne katılanlar hep 'Nedimler, Ahmetler' demeyi tercih ettiler; oysa yürüyüşü düzenleyenler arasında Soner Yalçın ile 'kanka' ilişkisi içinde bulunanlar çoktu. Neden 'Oda-TV' ve çalışanlarına arka çıkan sloganlar atmadılar?"
Soruyu fazlasıyla 'safça' bulduğumu anlayınca, dostum bir dizi hatırlatmada bulundu. Bu vesileyle kendisinin de her hafta daha da kalabalıklaşması beklenerek başlatılmış 'Kankalar Meclisi' yemeklerine katılanlardan olduğunu anladım.
Önce hakkında saldırgan haberler çıkmış odağın internet sitesinde; "Kim bunlar, benden ne isterler?" sorusunu yöneltmek üzere aradığı arkadaşı, "İyi çocuklardır aslında, yemeklerine gelsene" davetinde bulunmuş...
"Gittiğimde bunun bir taktik olduğunu anladım" dedi dostum. Meğer bu yolla 'kanka' devşiriyormuş odak... "Senin çok yakından tanıdığın bir yazar önce aile fertleriyle birlikte en aşağılık dedikodu haberleriyle yıpratılmak istendi; ardından yemeğe çağrıldı, kanki yapıldı; sonra odağın elemanlarına evinde davetler vermeye başladı..."
Aynı yöntem bir büyük gazetenin yazarıyla onun yakını olan bir kadın yazara da başarıyla uygulanmış...
"Bu yönteme boyun eğmeyen iki yazar var, Mehmet Barlas ile Reha Muhtar; sorarsan anlatırlar..." dedi dostum...
Kendisinin katıldığı yemeği yakından gözleyen biri varmış, hemen yanı başlarındaki masada kamp kurup onların gelmesini bekleyen... Gözleri ve kulakları hep üzerlerinde olduğu için 'kankalar' hiç rahat edememişler... "Bir anda yıldırım hızıyla masadan kalkıldı" dedi o dost.
Meğer masaya musallat olan gözler ve kulaklar Yeni Harman dergisinden Gürkan Haydar Kılıçarslan'a aitmiş... Gerçekten sırf o toplantıya tanık olmak ve konuşmalara kulak vermek için gitmiş o mekâna. Sonra da yazmış zaten gördüklerini: "Serdar Turgut'un, Soner Yalçın'ın, Ali Saydam'ın sırtları dönük. Ama aynadan yüzlerini görebiliyorum. Konuşmalarını duyacak kadar yakınım. Karşılarında Oray Eğin, Ayşenur Arslan ve sima olarak tanıdığım halde o an ismen çıkartamadığım dört bayan daha var. Muhabbet koyulaşmış. Serdar Turgut'u biraz durgun görüyorum. Şarap içiyor. Oray Eğin masada ne var ne yok götürüyor ve herkesten daha çok konuşuyor, gülüyor, New York´tan bahsedip duruyor. (..) Bu arada yeni televizyon programından bahsediyorlar. Ahmet Hakan'ın Uğur Dündar'ın dalağını sökmekle meşgul olduğunu söylüyor Oray Eğin. Anlaşılıyor ki, az sonra Ahmet Hakan da gelecek. (..) Hıncal Uluç Hazretleri Salomanje'ye teşrif ediyorlar. Bir tek ben ayağa kalkmıyorum. (..) Hıncal Uluç arada bir kahkahasını atıyor. Zaman zaman duruluyor. Bana doğru bakıyor. Kesiklerime karşılık veriyor. Herhalde o da 'Bu işte bir terslik var' diyor. (..) Uğur Dündar'ın da geleceği söyleniyor."
O günkü toplantıya gelmiş mi, Kılıçarslan mekânı erken terk ettiği için bilmiyorum, ancak başka tanıklıklardan toplantılara Uğur Dündar ile Melih Aşık'ın sürekli katıldığı anlaşılıyor.
Serdar Turgut pek ısınamamış ortama, terk etmiş... Bunu da 'Kankalar Meclisi' müdavimlerinden Hıncal Uluç yazdığı için biliyorum. Okuyalım: "Bir ara Serdar Turgut vardı.. Çetenin cuma günü Salomanje'de birlikte yediği yemeklerde, entelektüel konuşmalar beklermiş.. Millet havadan sudan konuşunca sıkılmış, 'Vakit kaybı' demiş, çekilmiş.."
Hıncal Uluç odak tarafından hakkında ağza alınmayacak küfürlere muhatap edilen gazetesinden bir yazarın kendisini savunmasını yadırgamış; yazısını "Bu defa Sevilay'ı da çağıracağım.. Çete'yi içerden görmesinde yarar var!.." diye bağlıyor...
27 Mayıs (1960) sonrasında ihtilâlciler tarafından çıkartılan 'Öncü' gazetesi kadrosunda da yer aldığı için Sabah yazarı bu işleri iyi bilir. Oluşuma 'çete' diyen de o.
Aynı yazıdan sizlere aktaracağım bir başka ilginç bilgi ise şu: "Bir iki kez görünüp son zamanlarda kaybolan bir iki yazar daha vardı.. Yenilerden.."
Yazılara dikkatimi çeken dostum, "Herhalde onlardan biri benim; ama ismi ortalıkta pek dolaşmayan muhafazakâr bir gazetenin yazarı da yer alıyordu eğreti oturduğum sofrada, 'Yenilerden' diyerek onu da kast ediyor olabilir" dedi.
Dostumun gönderdiği yazılar demetinde karşıma çıkan isimlere baktım, son protesto gösterisinde ön saflarda yürüyen bazıları 'Kankalar Meclisi'ni onurlandıranlar...
Zaten dostum da bunun için serzenişte bulunuyordu 'Kankalar Meclisi'ne sürekli katıldıkları halde, o meclisin 1 numaralı üyesinin ismini yürüyüşte ağızlarına almayanlara...
Ayıp etmişler gerçekten...

13 Mart 2011 Pazar

Aile imamınız geldi

-Zırrn zırrrnnn!
-Kim o?
-Ben aile imamınız!
-Kim, kim?
-Aile imamınız!
-Bana bak; sen soyguncu musun; sahtekar mısın? Sabah sabah haydi başka kapıya!
-Kardeşim ben Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan geliyorum.
-Bane ne ya Diyanet İşleri'nden...
-Öyle deme; bundan sonra her ailenin bir imamı oldu. Ben de sizin imamınızım!
-Bana bak; biz böyle çok numaralar gördük. Yok elektrikçiyim; yok aile hekiminizim! Böyle diyerek içeri girip kaç ev soydunuz biliyor musun?
-Kardeşim vallahi de billahi de biz imamız. Bak bu Diyanet İşleri Başkanlığı'nın verdiği görev kartı. Bu da kimliklerimiz.
-Bilirim bilirim; zaten bütün sahtekarlar böyle gelirler. Sizin gibilere inanan bazı saflar da çıkar. Sonra bakarsın ki bayıltıp bilmem ne kadar altın, mücevher alıp kaçmışlar.
-Vallahi de billahi de, aha Kuran, üstüne yemin ediyoruz ki...
-Hadi hadi; zaten günümüzde bütün üçkaağıtçılar 'Allah, Kuran!' der; sonra da soyar soğana çevirir; haydi başka kapıya...
- - -
-Zırrn zırrrnnn!
-Kim o?
-Aile imamınız geldi!
-O öyle mi? Ehlen ve sehlen; buyurun efendim; buyurun! Müslüman adamız elhamdülillah; buyurun. Sizin ayağınızın girdiği yere berek girer...
-Estağfurullah!
- Allah sizlerden de bu hükümetten de razı olsun. Böylece birçok dinsiz de sizin gibi nur yüzlü insanları görecek, imana gelecek...
-Estağfurullah efendim; biz şöyle bir ziyaret edip...
-Zaten camide  bu konu konuşulmuştu.  Duyunca; 'Helal olsun şu Tayyip Erdoğan'a!' dedim. Proje dediğin böyle olur işte... Öyle ya; artık şu güzel memlekette sayenizde dinsiz, sapık, azgın kimse kalmayacak.
-Canım o kadar da değil...
-Yok yok; şimdiye kadar kim yapabildi bunu. Hükümetimizden Allah razı olsun. Hem de seçim öncesinde; çok iyi oldu, çok. Bundan sonra  ne diyecekler bakalım; bak evlere imam bile yolladı Tayyip Bey!
-Şey ama!
-Şeyi meyi yok; imam efendi; söyle bakalım; eskiden olsa siz böyle evlere girip konuşabilir miydiniz?
-Hayır!
-Bak işte gördün! Bu proje Tayyip Bey'indir. Artık bu mahallede kimse başka partiye oy vermez. İtiraz ederse; üstümüzde bir içkici var; o itiraz eder; bir de en üstte bir Kızılbaş oturuyor. Onlar karşı çıkar. Siz o iki eve girmeyin; diğerleri tamamdır...
-Aman kardeş, böyle açıktan konuşma; duyanlar aleyhimize kullanabilir. Muhalefet zaten Tayyip Bey'i sıkıştırmak için fırsat arıyor; adamlar bizim yüzümüzden ona zarar verebilirler.
-Artık geçti; artık eski dönem bitti; onların çağı sona erdi; tümünün köküne kibrit suyu; top atsalar Tayyip Bey'i yıkamazlar. Bak; askeri bile sustalı maymuna çevirmedi mi? Şu Kılıçdaroğlu'ndan mı korkacak sanıyorsunuz?
-Bize müsaade kardeş!
-Haydi güle güle! Bizim ev tamamdır; siz diğer evlere bakın.
- - -
-Zırrnn zırrrrnnn!
-Kimsiniz?
-Aile imamıyız! Diyanet İşleri'nden geliyoruz.
-Kimliğiniz, görev kartınız var mı?
-Hepsi tamam beyefendi!
-Böyle diyerek gelenler çok ev soydular amma siz temiz yüzlü birilerine benziyorsunuz; gelin bakalım.
-Hay Allah razı olsun. Millet, bizi soyguncu sanıyor; eve almaya çekiniyor.
-Haklı değiller mi? Baktılar ki soyanın yanına kar kalıyor; herkes çıktı bu işi yapıyor. Meclis'tekilerden tut da dağdakine kadar.
-İşte biz de bunun için geldik ya. İnsanların bu duruma düşmeleri ahlakın bozulmasından.
-İmam efendi; hoş geldin sefa geldin de ahlak neden bozulur?
-Efendim inancı eksik olursa...
-Vallahi de billahi de benim hiç inancım yoktur amma şimdiye kadar bir karıncayı bile incitmedim; kimsenin zerre kadar da hakkını yemedim.
-Yok canım; siz inançlı birisine benziyorsunuz!
-Hayır imam efendi; ben sadece insana inanıyorum; o kadar. Peki insan nasıl yola getirilir: Birincisi; bilimsel eğitimdir; ikincisi ise cebinde parasının olmasını sağlayacak adil bir ekonomik düzendir. Bunları veremeyen siyasetçi; halkı kandırmak için imam verir.
-Haydi bize eyvallah!
-Güle güle imam kardeşlerim!

Almanya’da bir gazete katledildi... Haberiniz var mı?

 
Bilirsiniz; “Ateş düştüğü yeri yakar” demiş atalarımız... Biz de, bu hafta; Avrupa Parlamentosu tarafından yayınlanan “Türkiye Raporu”nun bizi “yakan” bölümüne değinmek istiyoruz.
Ancak, buna geçmeden önce, söz konusu “rapor”da ne denildi ve buna nasıl “tepki”ler verildi, ona bakalım.
8 Mart 2011 günü toplanan Avrupa Parlamentosu; son yılların en sert Türkiye raporunu Genel Kurul'da ele alıyordu... Raportör Oomen-Rujiten, Türkiye'de medya özgürlüğünün tehdit altında olduğunu iddia etti.
Rapor ve karar taslak metninde Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü alanındaki sorunların büyüdüğüne işaret ediliyordu.
9 Mart’ta yayınlanan Avrupa Parlamentosu belgesinde ise; Türkiye’de giderek kötüye giden basın özgürlüğü, bazı sansür girişimleri ve artan otosansürden endişe duyulduğu ifade edildi... Türk hükümetine basın özgürlüğünün ilkelerine sahip çıkması çağrısına yer verilen raporda, “Özgür basının demokratik bir toplum için çok önemli olduğu” mesajı veriliyor. Belgede, insan hakları ihlâllerini ortaya çıkaran gazetecilere yönelik cezai soruşturmalardan duyulan kaygının altı çizildi!..
SİPARİŞ ÜZERİNE HAZIRLANMIŞ
Avrupa Parlamentosu tarafından yayınlanan rapora, 10 Mart günü “en sert tepki” Başbakan Erdoğan’dan geldi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’yi topa tuttuğu rapora ilişkin değerlendirmesinde; raporun Türkiye’yi tanımaktan uzak, tamamen sipariş üzerine hazırlanmış bir rapor olduğunu söylüyordu. Raporun ve hazırlayanların dengede olmadığını söyleyen Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürüyordu: "Türkiye’den bu kadar uzak, Türkiye’yi bu kadar tanımayan, Türkiye’yi bu kadar bilmeyen kimler hazırlamışsa bu raporu tamamen sipariş üzere hazırlanmış bir rapor olarak görüyorum. Bu raporda bir defa denge diye bir şey söz konusu değil. Kusura bakmasınlar; hazırlayanların da dengeli olduğuna inanmıyorum. Türkiye’deki basın özgürlüğünü o ifadeler ortaya koyamaz. O ifadeler Türkiye’deki basın özgürlüğünü anlatmıyor. Türkiye’de basın mensubu olup da içeride olanlar 27 kişidir ve hiçbir tanesi yazdığından dolayı, hazırladıkları haberlerden dolayı içeri girmemiştir. Tamamının da içeri giriş sebepleri bu ülkede, nedenlerini söylüyorum terör örgütleri ile ilişkiler, hükümet yıkmaya yönelik attıkları adımlar. Yazdıkları ile hiç alakası yok. Bu tür organize suçlara yönelik adımlar. Ülkemizin gerçeklerini yansıtmaktan uzak bir Avrupa Parlamentosu raporu. Bu rapora başka bir ifade bulamıyorum ama çok çok üzgünüm. Adil ve objektif bir rapor olduğunu söylemek mümkün değil. Bunu da ayrıca ifade etmiş olayım."
Evet, özellikle “kartel gazeteleri”nin geçen haftaki manşet ve sürmanşetlerine yerleşen, televizyonların bir numaralı konusu olan olay buydu.
Hemen herkes; bu “rapor”dan hareketle Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın serbest bırakılmasını, diğer “tutuklu gazeteciler”in de bir an önce tahliye edilmesini istiyordu.
BİR EYLEM VE SORULAR!

Bizde “Tabur İmamı” ve “Alay Müftüsü” geleneği

 
Artık imamların evlere gitmeye başladığını ve bu haberin gazetelere “Aile hekimliğinden sonra aile imamı” başlığı altında verildiğini görünce, ordumuzda da yakın zamana kadar mevcut bulunan “Tabur İmamı” ve “Alay Müftüsü” geleneği aklıma geldi.
Eskiden Yeniçeri Ortaları’nda (bölükler) ciddi hocalar görev yapardı. Hocalar yalnızca dini anlamda değil, dünyevi anlamda da yeniçeri ocağına mensup askerleri eğitir, yetiştirirdi. Her birini “İlâh-i Kelimetullah” hedefine kilitler, “İslâm Dini’ni yüceltme” amacında bütünlerdi. O devirlerde her yeniçeri öncelikli hedefini belirlemiş sağlam bir Müslüman ve amaçları doğrultusunda ölümü göze almış sağlam bir askerdi.
Bölük yahut tabur imamları savaşlarda askeri yüreklendirici konuşmalar yapar, müjdeleyici ayetlerle yürekleri zafere ayarlarlardı.
Bölük imamlarının başında ise “İmâm-ı Hazret-i Ağa”, “Ağa İmamı” veya “Ocak İmamı” denilen “Büyük İmam” vardı. O da bölük imamlarını zaman zaman bir araya getirip bilgilendirir, yeni donanımlara ulaştırırdı.
Bu makama, ocaktan yetişen, Orta Cami’deki müderristen ders alan, Ağa Kapısı Camii’nin beş müezzininden en yetkilisi tayin edilirdi. Ocak imamı bu camide namaz kıldırır ve seferlere yeniçeri ağasıyla beraber katılırdı. Yine onunla birlikte ayda bir defa sadrazamı ziyarete gider, bayramlarda da padişahın muayede merasiminde bulunurdu. Yani protokolde önemli bir yeri vardı.
Sonra Sultan III. Selim tarafından Nizâm-ı Cedîd Ordusu kuruldu.
Padişah, yeni kurulan orduda uygulanmak üzere “Levent Çiftliği Kanunnâmesi”ni yayınladı. Buna göre her bölüğe bir imam tayin ediliyor, askerlerden namazlarını cemaatle kılmaları ve “Birgivî Risâlesi” okumaları emrediliyordu.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra, yerine kurulan “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adlı orduya ise şöyle bir eğitim öngörülmüştü.
“Her saf (tabur) için bir mektep açılacak, buralarda her gün Kur’ân-ı Kerîm ve ilmihal dersleri verilecek, neferlerin (erlerin) beş vakit namazı cemaatle kılmaları için her safa birer imam tayin edilecektir.”
Böylece ordu içinde “Tabur İmamı” geleneği başlamış oldu. Tabur İmamı, terfi ettiğinde “Alay Müftüsü” ünvanı alırdı. Alay müftülerinin protokoldeki yerleri “alay emini”nin altında, kolağasının üstünde idi. Bir de Tanzimat’tan sonra kaldırılan “Ordu Şeyhleri” var ki, normal zamanda askerin dini eğitim ve davranışını kontrol eder, savaş zamanında ise askerin moralini yükseltirlerdi.
Çanakkale savaşları sırasında 19. Tümen Komutanı olarak görev yapan Yarbay Mustafa Kemal, 18 Mayıs 1915 tarihli emrinde şöyle diyor: “Tabur imamları birinci hatta bulunacak ve erlerin manevi kuvvetini arttırarak, nihayete kadar cesaretlendirip teşvik edeceklerdir.”
Çanakkale savaşları ile İstiklâl Savaşı’nda çok sayıda “Tabur İmamı” ve “Alay Müftüsü” şehit oldu.
Bu yapı bugün devam etmiyor. Ordumuzun bugünkü oluşumunda, “Tabur İmamı” ve “Alay Müftüsü” yok. Sadece kadroları duruyor (yanılmıyorsam), ama kadrolara atama yapılmıyor!
Oysa Atatürk döneminde de varlıklarını sürdürmüşlerdi. Ayrıca Atatürk, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın teklifi üzerine, “Askerin Din Kitabı” (Yazarı, Ömer Nasuhi Bilmen) isimli bir kitabın ordu mensuplarına okutulmasına izin vermişti.
“Atatürk’ün izinde” olduklarını söyleyenler bunu dikkate almalıdırlar. Ayrıca cezaevlerine ve hastanelere imam atanmalı, her otel odasına Kur’an ve seccade konmalıdır.

Libya'nın milyarları...

Libya zengin bir ülke. Zenginliği de elbette petrol gelirlerinden.

Bu gelirlerin ne kadarı, nereye gidiyor, ne kadarı ülke için harcanıyor, ne kadarı Kaddafi ve çevresinin kontrolünde, söylemesi çok zor. Liderlik kadrosu dışında herhalde hiç kimse bu konuda net ve sağlıklı bir şey söyleyemez. Ne var ki, buna rağmen Libya'nın yurtdışı banka hesapları, yatırımları ve mali fonları konusunda belli rakamlar da telaffuz edilmiyor değil. Nitekim gerek BM Güvenlik Konseyi'nin aldığı son 1970 sayılı müeyyide kararı, gerekse Amerika ve Avrupa Birliği'nin tek taraflı yürürlüğe koydukları kendi müeyyidelerinden sonra ortalıkta bazı rakamlar dolaşmaya başlamış bulunuyor.
Amerikan Maliye Bakanlığı kaynaklarına göre, Libya'nın Amerikan mali sisteminde dondurulan mali varlıkları 32 milyar dolar civarında. Geçen cuma Başkan Obama'nın imzaladığı başkanlık kararnamesi ile yürürlüğe giren bu dondurma Libya devletine ait mali varlıkları kapsıyor ve Amerika'da bugüne kadar dondurulan en büyük yabancı varlık olarak temayüz ediyor. Söylenenlere göre, bugüne kadar Amerikan yönetimi böylesine büyük bir mali müeyyide kararı hiç almamış bulunuyor.
Müeyyide konan ya da dondurulan bu varlıkların büyük ölçüde Libya devletine ait mali fonlardan ve yatırım kaynaklarından meydana geldiği söyleniyor. Esasen bu fonlar ve yatırım kaynakları moda deyimiyle son yıllarda ortaya çıkan 'egemen servet fonları' denen ve petrol zengini ülkelerin gelir fazlalarını yabancı ülke ve piyasalarda değerlendirme teşebbüsleri olarak da ifade edilebilir. Libya söz konusu fonları ve yatırımları kısa adı LIA olan Libya Yatırım Kurumu (Libyan Investment Authority) adlı kurum ile gerçekleştiriyor, yönlendiriyor. 2006 yılında Trablus'ta ihdas edilen bu kurum petrol ve gaz gelirleri fazlalarını tarımdan emlakçılığa, enerji yatırımlarından hisse senetleri ve senet alımlarına kadar pek çok alanda değerlendiriyor.
Çeşitli kaynaklara göre, LIA bugün 70 milyar dolar civarında bir mali kaynağı kontrol ediyor ve birçok yabancı şirket ya da kuruluşta hisse sahibi durumunda bulunuyor. Bu konuda akla hemen gelenler arasında mesela İngiliz The Economist dergisi ile The Financial Times gazetesinin yayımcısı Pearson Grubu var. LIA, Pearson'da yüzde 3'lük hisseye sahip. Şirket son birkaç gün önce LIA'nın hissesini dondurduğunu ve kâr payı ödemeyeceğini duyurmuştu.
LIA'nın başka ülkelerde de yatırımları elbette var. İtalya bu konuda hayli önemli bir konuma sahip. Unicredit adlı İtalyan bankasındaki LIA payı yüzde 7. Juventus futbol kulübünde ise yine yüzde 7 hissesi var. Muhtemelen adları açıklanmayan birçok başka şirket ya da kuruluşta da LIA önemli hisselere sahip bulunuyor. Bunları da açıklandıkları ya da ortaya çıktıkları zaman öğrenebileceğiz elbette.
Amerika 32 milyar dolarlık Libya varlığını dondurduğuna göre herhalde bu ülke Libya fonları ya da varlıkları bakımından birinci ülke konumunda bulunuyor. Avrupa Birliği'nde LIA'nın ne kadar parası var, henüz belli değil. Arap ülkelerinde ya da başka ülkelerdeki varlıkları da soru işareti olarak ortada duruyor.
Kısacası, bugün LIA'nın 70 milyar dolarlık varlığı gündeme gelmiş bulunuyor. Bunun büyük bölümü herhalde dondurulmuş durumda. Bunların ne zaman ve hangi şartlarda serbest bırakılacakları da bugün en az Kaddafi ve çevresinin akıbeti kadar önem taşıyor. Esasen Kaddafi gitse de gitmese de Libya'nın yabancı ülkelerdeki mali varlıkları uzun süre büyük bir tartışma konusu ve problem olarak kalacak; zira Kaddafi gitmediği takdirde (ki biz eninde sonunda gidecek, diyoruz) fonları donduranlar bu fonları asla serbest bırakmayacaklar; gittiği takdirde ise bunların aidiyetleri de tartışılacak ve belki de yıllarca sürecek adli süreç devreye girecek.
Esasen bu fonların kimin ya da kimlerin kontrolünde olduğu da bilinmiyor. İleride belki hiç akla gelmeyen şahıslar ya da kurumlar bunların üzerinde hak da talep edebilirler. Bunu da bekleyip görmek gerekiyor. Libya'nın milyarlarının ileride büyük bir kavgaya yol açacağı, bunun sonuçlarının çok önemli olacağını bugünden söylemek herhalde kehanet olmaz. Bakalım, bu milyarların akıbeti ne olacak?

Yüzlerce subay tutuklanacak mı?

Yavuz Selim Demirağ ülkücüdür. Türk milliyetçisi olduğu için Türk Ordusundan 12 Eylülcüler tarafından atılmıştır. Demirağ senelerden bu yana güldüğü zaman bile gözlerinin içinde hüznü gördüğünüz nadir adamlardan birisidir. Ve sivil hayatı da ancak bir boş vermişlikle yaşadığı intibaını verir. O üniformasından uzaklaştırılmayı hiçbir zaman kabullenmemiştir. Çünkü Demirağ kendisini üniformasını çıkarmaya zorlayanlardan çok daha Türk subayı olduğunu bilir. Yavuz Selim Demirağ daha sonra gazetecilik yapmıştır. Uzun senelerden beri Yeniçağ gazetesinde yazıyor ve hep çok önemli şeyler yazıyor. Bir süreden bu yana çok iyi bildiği Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili araştırmalar yapıyor. Davaları izliyor. Albay Cemal Temizöz davasını izliyor ve her duruşma için Diyarbakır’a gidiyor. Albay Temizöz ile ilgili bir de kitap yazdı, yakında yayınlanacak. Demirağ’ın 2 Aralık 2010’dan bu yana gündeme getirdiği bir konu var ki, Türkiye’yi altüst getirmesi gereken bir haber. Ancak Demirağ’ın haberi susularak öldürülüyor. Demirağ’ın ısrarla yazdığı bu iddiasını onun kaleminden bugün bir de ben gündeme taşımak istiyorum. 2 Aralık 2010 “JİTEM Dalgasıyla terhis” başlıklı yazısında Demirağ şöyle diyor:  “Obama’ya yapılan şikayette, ’17 bin faili meçhul’ rakamını ortaya atanlar İmralı’dan gelen ’Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ emri ile Güney Doğu’da terörle mücadele eden askeri personelden intikam alma planını uygulamaya koymak için düğmeye bastı. Yandaş medya görevi erkenden yüklenip ’JİTEM Dosyası’ haberleri ile ortalığı ısıtıyor. Haziran seçimlerinde Doğu ve Güney Doğu’dan daha fazla oy almayı planlayan AKP hükümeti askere vurdukça prim kazanma mantığı ile yüzlerce subay-astsubayın tutuklanmasını sağlayacak yeni bir davanın açılması hazırlığında. Üstelik bu defa dokunulmaz zannedilen eski Genelkurmay Başkanları’na kadar götürecekler işi. Emekli olurken bile direnen İlker Başbuğ için şu günlerde üflenen ’İfade verecek... Yargılanacak’ yoklamaları sözde JİTEM davası ile taçlandırılmış olacak. Zira İlker Başbuğ Diyarbakır Kolordu Komutanlığı gibi terörle mücadelede etkin birliklerin başında bulunmuştu... Neredeyse 30 yıldır devam etmekte olan mücadelede kim görev aldıysa peşinen ’zanlı’ sayılacak. Teğmenliğinde, yüzbaşı, binbaşı, albay, generalliğinde sorumluluk sahibi kim varsa teker teker çağrılacak... Mevcut komuta kademesindekilerin bir an önce tasfiyesi, emekli edilmesi, görevden alınıp üniformalarının çıkarılmasıyla yetinilmeyip tutuklanmaları bile sağlanacak.”
17 Şubat 2011 tarihli “Bin subay”  başlıklı yazısında Demirağ şöyle diyor:  “Seçimlere birkaç aya kala faili meçhul masalı ve JİTEM soruşturmasıyla terörle mücadeleye katılan askeri personelin birer birer avlanıp intikam alınacağını yazmıştım. (...) Efsaneler efsanesi Engin Alan’ın peşinin niçin bırakılmadığını avazımız çıktığı kadar bağırıyorduk. (...) Bu konuda akıl sağlığını yitirmiş Arif Doğan’ın anlatımları da zeminin hazırlanması olarak görülebilir. Şu anda yüzde 10’u hapiste olan general sayısı yüzde 50’nin üzerine çıkarılacak. Uzman Çavuş’u Astsubay’ı, Yüzbaşısı, Albayı’na kadar binlerce subay, astsubay gözaltına alınıp terhis işlemi kısmen başarılacak. Bu arada Güney Doğu’da PKK’nın kontrolündeki oylar hedeflenip, İmralı’daki caninin ’Hakikatleri Araştırma Komisyonu’talebi yerine getirilmiş olacak. Ve seçim için AKP’ye avantaj sağlanacak.” 
12 Mart 2011 tarihinde yazdığı “14 Mart düğün davetiyesi” başlıklı yazısında Demirağ şunları söyledi:  “Guantamano adasına dönüştürülen Silivri Kampüsü’nde inşaatlar durmuyor. (...) İmralı’da bölücü başına milyon dolarlık konfor az gelmiş, yeni ev projesi hazırlanırken, ömürleri terörle mücadeleyle geçmiş askerler Hasdal’da neredeyse üst üste yatıyor. 100 metreyi bile bulmayan koğuşlarda 36 kişi ranzalar arasında yürüyecek yer bulamıyor. Yıllar boyu dağlarda, çadırlarda yattıkları için onlar şikâyetçi değil. Ama sarı öküzü kurban olarak verdikten sonra arkasının hızla geldiğini görenler toplamda 130 kişilik kapasitesi olan Hasdal Askeri cezaevinin yetmediğini önümüzdeki günlerde başlayacak yeni dalgalar için hazırlık yapmak zorunda kalıyorlar. Yeni inşaat yerine mevcut barakaları tadil ederek cezaevi sınırlarına dâhil edip tel örgüleri genişletiyorlar. Yani Hasdal’da hummalı bir çalışma var.  (...) Olup bitenleri  ’Hukukî süreç’ yahut  ’Hukukun sonuçlarını sabırla bekleyenler’ askerin başına daha başka çorapların örüleceğini öngörüp cezaevini genişletiyorlar, duydunuz mu? Ben gördüm bile. (...) Kış koşulları ile inlerine çekilen terör örgütü daha şimdiden yakında eylemlere başlayacağı tehdidini savuruyor. JİTEM dalgası adı altında önümüzdeki günlerde terörle mücadele eden askeri birliklerin komutanlarına Hasdal’da yer açılıyor.”
Şimdi dönüp Mümtaz’er Türköne’nin yazılarını okuyun, Demirağ’ın ne demek istediğini daha iyi anlarsınız. 

Türkiye’nin Kaç Tercihi Var?

Dünya ekonomisinin devleri arasına giren, G-20 zirvesinde kendisine kalıcı bir yer edinen, İslam Konferansı Örgütü’nün en etkin üyesi olan, BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeliğine seçilen, etrafındaki binbir çatışmaya ve ayaklanmaya rağmen ‘model’ olma özelliği tartışılan bir ülkenin gündeminde neler olmalı?
Mesela şunlar mı?
Ne idüğü belirsiz bir kadının iddiaları üzerinden birbirini avlamaya çalışan halef-selef siyasetçiler ve bu girdabın içinde savrulup duran ana muhalefet partisi. Soğuk Savaş döneminin zihin dünyasını ayakta tutmak için çırpınan muhtelif siyasi partiler ve kurumlar. Bunların etrafında dönüp duran bir kamuoyu.
Yoksa bunlar mı?
Türkiye’nin yeni rolünü doğru değerlendirmek ve daha etkin hale getirmenin yollarını aramak. İnsan gücünü bu yeni duruma göre tekrar şekillendirmek. Kendi kamuoyunuzu, ülkenizin yeni rolüne hazırlamak. Kronik sorunlarınızı, bir büyük devlete yakışır biçimde çözüm sürecine sokmak. Gündelik tartışmaların bu sürecin önünü tıkamasına engel olmak.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’nin bu ayak bağlarından kurtulması zaman alacak.
***
Kim ne kadar ilgilenir bilemiyorum. Daha düne kadar dünyanın pekçok ülkesinde ‘sivil toplum’dan bahsetmek, kıyıda köşede birkaç küçük örgütlenmeye karşılık geliyordu.
Bugün ‘sivil toplum’ örgütleri ve onların ortaya çıkardığı hareketlilik, dünyanın en önemli ‘değişim’ dinamiği.
Arkasında şu güç var, onu Soros finanse ediyor, ötekini bilmem kim hareket ettiriyor diye istediğiniz kadar tartışabilirsiniz. İsteyen dünkü Yugoslavya’ya bakar. Dileyen bugünkü Mısır’a. Sivil toplum örgütleri üzerinden ayaklanmalar başlatılıyor, ülkeler parçalanıyor ve yeni bir dünya oluşuyor.
Oysa şöyle de bakabilirsiniz. Sivil toplum dinamikleri üzerinden dünyanın büyük güçleri operasyonlar yapıyor. Acaba aynı dinamikleri kendi doğal sınırlarımızda biz nasıl harekete geçirebiliriz.
***
Bölge gücü olmak, küresel aktör olarak anılmak sıradan bir durum değildir. Önce bunu doğru anlayalım.
Dünyadaki herhangi bir gücün, dün başka bir aracı, bugün sözgelimi sivil toplum dinamiklerini harekete geçirmesini, eli kolu bağlı izlemek ya da eleştirmek marifet sayılamaz.
Asıl marifet, Türkiye’nin bu alandaki kendi dinamiklerinin önünü açmak ve etki alanını genişletmektir.
Yakın bir tarihe kadar, Ankara’nın gündeminde kendi etrafında olup bitene dönük bir bakış açısı ya da ilgiden söz etmek neredeyse imkansızdı. Sadece politik algıları değil, neredeyse tüm diplomasi, güvenlik ve istihbarat kurgusu, yerel düzeyde şekillenen, dünyayı içeriden dışarı değil, dışarıdan içeri okuyan bir tercih. Yakın geçmişin özeti kabaca böyleydi.
***
Şimdi, bu okuma biçimini tersine çeviren, dolayısıyla kendisine sorun dayatılmasını çaresizce bekleyen pasif duruşun yerini, çözümlerin parçası olan aktif bir tutum alıyor.
Bu duruşu, zengin ve tarihsel derinlikten beslenen araçlarla donatmak zorundayız. Batı’daki ‘sivil toplum’ serüveniyle bizimkisi arasındaki farkları da dikkate alarak, bu alandaki boşluğu doldurabilecek dinamikleri desteklemek, yönlendirmek ve onları doğal sınırlarımızda etkin hale getirmek zorundayız.
Hala toplumun değerleriyle ve bu değerleri temsil eden yapılarla kavga etmeyi marifet sayanlar, ne olup bittiğini bir de bu cepheden görmek zorunda.

Adayım çünkü...

Dün Bursa’daydım. TÜYAP Kitap Fuarı’nda gönül dostu okurlarımla buluştum. Fuarın siyasi tercihimle ilgili kritik evrenin arifesine denk gelmesi, gündemi değiştirdi haliyle. Zaten bir süredir yoğun telefon ve mail trafiğinden bunalmış vaziyetteydim, curcunanın içine düştüm.
Gönül dostları ikiye bölünmüştü. “Kesinlikle siyasete girme, gazetecilikte zirveye koşarken siyasete atılman seni geriye götürür” diyenler bir tarafta, “Ergenekoncuların cirit atacağı mecliste sana mutlaka ihtiyaç olur, mücadeleni siyasi alanda sürdür” önerisinde bulunanlar diğer tarafta...
İki kesimin de dillendirdiği görüşlerin kendi içinde tutarlı tarafları var, haklı olduklarını düşünüyorum. Doğrunun birden fazla olduğu anlar, herhalde böyle anlar olsa gerek. Ama iki güzergahı eş zamanlı geçmeniz mümkün olmadığına göre, birini tercih etmek durumundasınız.
Allah mahcup etmesin, kararımı verdim. Bugün Gaziantep’e gidip saat 14.00’de AK Parti il binasında milletvekili aday adaylığı başvurusunda bulunacağım.
Daha önce kamuoyuna açıkladığım gibi, aday listelerinin Yüksek Seçim Kurulu’na verileceği 11 Nisan’dan önce Star Gazetesi Ankara Temsilciliği görevini bırakacağım. Oktay Ekşi gibi yapmayacağım.
Bir adım daha ileri gidiyorum; aday listesinde ismim olsa da olmasa da temsilcilik görevine bir daha dönmeyeceğim. 5 Eylül 2006 günü temsilci olarak başladığım Star Gazetesi’ndeki görevimi, liste durumu ne olursa olsun sonlandırıyorum.
Biliyorsunuz; Ülke TV’de Ahmet Kekeç ve Turgay Güler’le birlikte yaptığımız En Sıra Dışı programını bitirmiştim. Mustafa Ünal ve Adem Yavuz Arslan’la katıldığım Bugün TV’deki Temsilciler Meclisi
programını 15 Mart’ta, Fikri Sağlar ve Latif Şimşek’le katıldığım Beyaz TV’deki Derin Gündem programını 16 Mart’ta son kez çıkarak kapatıyorum. Geriye sadece yazarlık şapkam kalacak. Onu da aday listelerinin açıklanacağı 11 Nisan Pazartesi günü veda yazısıyla geçici süreyle vestiyere asacağım.
Eğer listelerde yer alır siyasi yolculuğum başlarsa, seçimden sonra fırsat buldukça Star başta olmak üzere farklı gazetelerde “konuk yazar” olarak düşüncelerimi paylaşmak isterim. Kitap yazmaktan asla vazgeçmeyi düşünmüyorum. Her şey yolunda giderse 1 yıl içinde yeni bir kitapla okurların karşısına çıkmak istiyorum.
Birkaç cümle de tercihimi etkileyen sebeplere ayırmak niyetindeyim. Seçim sonrası dönemi, cumhuriyet tarihinin en hayati süreçlerinden biri olarak görüyorum. Demokratik cumhuriyetin inşasına gazeteci olarak tanıklık yapmak yerine mimar olarak katılmayı tercih ettim.
Bir de küçük latife yapalım; Ergenekon ve Balyoz taifesinin doluşacağı parlamentoda bize de hayli görev düşer sanırım. Anlaşılan orada da huzur yok.
Hakkımda açılan davaların, adaylık kararımda hiçbir etkisinin olmadığını ayrıca belirtmekte yarar var. Malum, milletvekilliği, ceza davalarını ortadan kaldırmıyor, sadece donduruyor. Milletvekilliği sona erdikten sonra davalar kaldığı yerden devam ediyor. Yani, davaları belirli süre öteliyor, o kadar.
Umarım, hakkımızda hayırlı olanı budur. En zor anlarımda desteklerini esirgemeyen gönül dostlarına müteşekkirim, hayır dualarını yine esirgemezler diye umut ediyorum.

2 Mart 2011 Çarşamba

Rakılı Uğurlama

Türkiye' deki gazetecilik anlayışına bakın.
Erbakan'ın cenaze töreni sırasında yazıldığı anlaşılan bir yazı dün gazetede yayınlandı. Başlığında da "Erbakan'ın masasında duran rakı kadehi" sözcükleri vardı.
Yazar, geçmişte ne kadar büyük bir iş yaptığını anlatıyor...
Haber manşetlikmiş!
Yapılan iş son derece büyükmüş!
Çünkü, çok eski bir fotoğraf ortaya çıkmış.
Bürokratlığı ya da siyasete ilk girdiği günlerde çekildiği anlaşılan bir fotoğrafta, Erbakan yemek masasındaymış. Önünde de rakı kadehi varmış!
Ne var bunda? Bunun neresi haber?
Erbakan'ın geçmişine, yaşantısına ve siyasetteki misyonuna bakıldığında, belli ki o kadeh başkasına ait. Bu konuda bir tartışma açmak bile yanlış. Zaten aksini iddia eden "Hayır, Erbakan içki içiyordu" diyen de yok.
Demek ki...
O çok önemsenen "manşetlik" denilen fotoğrafın yeri normal şartlarda çöp tenekesi.
Ben olsam bunu yapardım. Bir köşeye atardım!

***

Devam edelim...
O fotoğraf başka türlü de değerlendirilebilirdi. Erbakan'a sempati ile bakan bir yazar, fotoğraftan yola çıkarak, "Gördünüz mü" diyebilirdi: "Siz, Hoca'nın başkalarına hayat biçimi dayatmaya çalıştığını iddia ediyorsunuz. Ama bu fotoğraf durumun öyle olmadığını gösteriyor. Erbakan, öylesine hoş görülü ki, başkalarının hayat tarzına hiç karışmıyor.
Masasında rakı içen insanlarla yan yana yemek yiyor."
Bu yorum Erbakan'a destek koksa da yanlış olmazdı.
O fotoğraftan yola çıkarak yapılacak en etik dışı iş, Erbakan'ı suçlamak olurdu! "Erbakan'ın masasında duran rakı kadehi" başlıklı yazıyı kaleme alan yazar, buna yakın bir iş yapmış!
Bunu da marifetmiş gibi anlatıyor!
***

Önce, birinin içip içmemesinin umurunda olmadığını yazıyor. Ardından da sözü Erbakan'a bağlıyor: "Erbakan Hoca, içki meselesini sadece bir inanç meselesi olarak görmemiş, siyasetin temel taşlarından biri haline getirmişti."
Bu yüzden de Erbakan'ın önünde rakı kadehinin bulunmasının "haber olduğu" yorumunu yapıyor.
Hani, "Olur da bu kadarı olmaz" derler ya...
Bu yorum da aynen öyle. Yazar, karıştırmış herhalde. Bu ülkede siyaseti de laikliği de rakı şişesinin içine hapsedenler, hep başkaları oldu.
Dün, bazı generaller Erbakan'ın verdiği yemekte rakı kadehini kaldırıp "laiklik" mesajları veriyorlardı. Bugün de toplanan kalabalıklar içki içip, "cumhuriyete bağlılıklarını" ortaya koyuyorlar.
Tıpkı, bir rakı kadehi ile günlerce uğraşıp, "büyük iş yaptığını" sanan ve bunu da yazabilen yazar gibi!
***

Yazar, meslek etiği açısından son derece yanlış olan bir davranışı, öylesine ballandıra ballandıra anlatmış ki... Hayret etmemek elde değil!
Son derece cesur bir metin kaleme aldığından bahsediyor: "Erbakan'ın gençlik fotoğrafının önünde masada duran rakı kadehi kimindi? Erbakan'ın mı bir başkasının mı?"
Kimse kusura bakmasın, kimse darılmasın, ama bunun adına "mesleğini kötüye kullanıp, kelime oyunu yaparak bir başkasının kişilik haklarına saldırı" denir.
Ne yazık ki günümüzde bu tür davranışlar "gazetecilik başarısı" gibi gösterilebiliyor.
Yazık, gerçekten çok yazık.

Merhum Erbakan Hoca’dan Sayın Başbakan’a vasiyet

 
Yazımızda birkaç satırla değinip geçmiştik.
İnternet medyasının dikkatini çekmiş, aradılar...
“Merhum Erbakan Hoca’dan Sayın Erdoğan’a vasiyet” meselesi.
Vefatından birkaç ay evvel Saadet Partisi Genel Merkezi’nde yemek yerken, Hocama “Kıbrıs’tan geldiğimi” söylemiştim...
“Öyle miiii?” diyerek ilgisini belli eden Hocam, oraların son durumuna ilişkin tespitlerimi aktarmamı istemişti.
Merhum Hocama naçizâne aktardıklarımı özetleyecek olursam:
1- Kıbrıs’ta İslam’a giden bütün yollar hâlâ kapalı. Kur’an öğretmeye kalkan, “Din İşleri Başkanı” da olsa mahkeme mahkeme süründürülüyor.
2- Üniformalı bürokrasinin yoğun baskısı var. Bir takım tipler, Kur’an öğretmeye gayret edenleri jurnalliyor. Polise bir emir, baskın... Savcılık... Böyle bir baskı zinciri var.
3- Kıbrıs’a gitmemden kısa bir süre önce Kur’an eğitimi verilen bir eve baskın yapmışlar. Öğretenler bir yana, öğrenme çabasındaki çocukları bile karakola götürmüşler. Çocuklar perişan olmuş.
4- İslami faaliyetlere böylesine baskı uygulanırken, Bahailer merkezlerde alabildiğine propaganda yapıyor. Misyonerler çatır çatır muharref kitap dağıtıyor.
5- Siyonistlerin yayın organı Şalom geçtiğimiz günlerde, “Kıbrıs’taki Yahudi Yerleşiminin” nasıl hızla ilerlediğini gösteren bir manşet habere yer verdi. Adamlar kıyama kalkmış durumda yani.
6- Kıbrıs’ta Tatlısu Bölgesi’nde iyi bir belediye başkanı var, adı Hayri Orçan. Ona gittim, kıyı şeridimizi olduğu gibi, “Tel Aviv’de mukim” Yahudiler kapmış.
7- Ada’daki Siyonist yerleşimin boyutlarına dair raporlar, Türkiye’nin en yetkili kurumlarına ulaştırılmış durumda. Ama ilgilenen yok.
8- Ada’da her zaman olduğu gibi “Köpekler serbest taşlar bağlı!!!”
9- Sekiz yıllık kesintisiz eğitim yüzünden zât-ı âlinizin büyük güç verdiği İmam Hatip Ortaokulları kapanınca, Kıbrıs’taki kardeşlerimizin çocuklarını Anadolu’muza gönderip, İmam Hatip okutma imkanı da kalmadı. Kur’an öğretmeye çalışan az sayıdaki Müslüman engelleniyor ve Anadolu yolları böylesine kapatılmış durumda.
10- Türk genci, sabahın beşinde yollara düşüp Rum tarafına geçiyor. Kendi tarafında güzel işlerde çalışmaktansa Rum’a temizlikçilik yapmayı tercih ediyor!!!
11- Böyle giderse Hocam, Türkiye Kıbrıs’ı tutamaz!!!

Hocam, konuşmamı en ufak bir müdahalede bulunmaksızın tâkip ettikten sonra...
Şunları söyledi:
“Bu senin yaptığın en büyük cihat. Kıbrıs’ın bu ülke için ne kadar hayati öneme sahip olduğunu bilen ve Siyonizm’in Ada’ya ilişkin hesaplarının şuurunda olan gazetecilere ihtiyacımız var.
Ben Kıbrıs’ta İmam Hatip açmak için çok uğraştım.
Ama, büyük engeller çıkartıldı.
Şimdi, böyle bir engel olmaz...”

Hocam, gözlerini gözlerimin içine kilitleyerek dedi ki sonra:
“Tayyip evladımız bu konularda samimidir. Oraya İmam Hatip yaptırtmak ister. Buna gücü de yeter. Aman bu işin üzerinde dur, kendisine bu işin önemini hatırlat!!!”

Merhum Hocamdan ayrıldıktan sonra, bu konuda bir dizi haber yaptım.
Sayın Başbakan’a gazetem aracılığı ile çağrıda bulundum.
Köşe yazılarımda bu konuya ağırlık verdim, bazı dergilerde “misafir yazar” olarak makale yazmam istendiğinde bu konuyu öne çıkarttım.
Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik’le görüşüp, bu konuda Sayın Başbakan’la birlikte bir çalışma yapmalarının önemine dikkat çektim.
Sağolsun ilgi gösterdi.
İmkânı olan bazı hayırsever arkadaşlarla görüştüm; hükümetten bir adım geldiği takdirde ellerini taşın altına koymaktan çekinmeyeceklerini belirttiler.

Hocam’ın vasiyeti;
Kıbrıs’a bir tane olsun İmam Hatip...
Allah rızası için!..

Erbakan’ı Doğru Anlamak

Hiç kuşku yok, siyasi hayatımızda haksızlığa uğrayanların bir listesini yapsak, Necmettin Erbakan ilk sıralarda yer alır. Mesele sadece kurduğu siyasi partilerin kapatılmasından ibaret değil elbette. Düşünceleri, siyasi tezleri, misyonu ve hayalleri, hep kaba bir eleştirinin, hatta karikatürize yaklaşımların muhatabı oldu.
Vefatından geriye doğru baktığımızda şunu rahatlıkla söylemek mümkün. Ülkemizde Erbakan’ı eleştirmek adına yapılanlar, basit düşmanlıkların, sıradan rekabetlerin ve öfkelerin ötesine geçmiş değil. Daha önce ‘Erbakan düşmanlığı eleştiri sayılabilir mi’ başlığı altında yazdıklarımı bu vesileyle bir kez daha özetlemek istiyorum.
***
Bir kere şu gerçeğin altını tekrar çizelim. Erbakan kadar siyasi hayatımızda derin izler bırakan en fazla bir ya da iki aktörden söz etmek mümkün olabilir.
Bugün ne yazık ki onun siyasi hayatımıza katkılarını ele alan kapsamlı çalışmalar yok. Batı’dan örnek vermekten hiç hazzetmem. Ama Batıdaki herhangi bir ülkede, siyasi hayatı bu kadar kuvvetle etkilemiş bir isim üzerinde, çoktan onlarca biyografi, anı ya da analiz yayınlanmış olurdu.
Bizdeki Necmettin Erbakan ve Milli Görüş eleştirilerini birkaç başlık altında toplamak mümkün. Bunlardan birincisi ve ciddiye alınması mümkün olmayanı, meseleyi ‘din karşıtlığı’ndan beslenen bir algıyla ele alanların söyledikleri. Cumhuriyet tarihinin bildik pozitivist ve ‘laikçi’ kalıplarını taşıyan bu modelin, Milli Görüş ya da Erbakan’la ilgili söylediklerinin, ne derinliği, ne de doğru dürüst bir öngörüsü oldu bugüne kadar.
***
Ciddiye alınamayacak bir diğer bakış açısı ise, Erbakan’la hayatları boyunca yıldızları barışmayan bazı dini grup ve cemaatlerin eleştirileri. Bunların rekabet, kişisel çekişme ve öfkeden arınmış bir üslupla Milli Görüş üzerinde düşüncelerini ifade etmesi bugüne kadar mümkün olmadı. Zira hepsinin kendi bulundukları alanda bir şekilde Erbakan’la rekabetleri söz konusuydu. Genel anlamda Risale-i Nur gruplarının, özellikle Yeni Asya ve Gülen hareketinin bu meseleyle ilgili değerlendirmeleri üç aşağı beş yukarı bu yönde oldu. İstisnaları çok az ne yazık ki.
Benzeri bir yaklaşıma Milli Mücadeleciler diye adlandırdığımız ekibin mensuplarında da rastlamak mümkün. Belki bu ekip ya da grupların yeni kuşaklarında daha soğukkanlı eleştiriler okuma şansımız olabilir. Ama eski kuşakların hayli sıkı birer ‘Erbakan düşmanı’ olduğunu söylemek abartılı olmaz.
***
Önceki gün Erbakan’ın cenaze merasimi, muazzam bir kalabalığın ve geniş kesimlerin katılımıyla gerçekleşti. Kuşkusuz Genelkurmay tarafından yapılan açıklamadan tutun da, Birinci Ordu Komutanı’nın bizzat cenazeye katılımına kadar pek çok işaret, Türkiye’deki bazı alışkanlıkların ve duruşların değiştiğine işaret sayılabilir.
Ancak asıl önemli olan, tarihe damgasını vuran isimler, akımlar ya da tezlerle ilgili doğru dürüst çalışmaların yapılabilmesi. Bunun için yukarıda saydığım ve daha pek çok örneğini bildiğimiz bazı alışkanlıkların ve önyargıların aşılabilmesi gerekiyor.
Meseleyi hala karikatürize yaklaşımlarla ele alanlara söylenecek söz yok. Ancak, önceki gün milyonu aşan bir kalabalığın Erbakan’ı ahirete uğurlaması, hiç olmazsa onun görüşleri, siyasi hayatı ve misyonunu doğru anlamamıza vesile olmalı. Belki çok geç kaldık, belki kimilerinin bazı önyargılarını kırması kolay değil.
Ama her şeye rağmen o muhteşem kalabalık, eli kalem tutan herkese böyle bir sorumluluk yüklüyor.

Hoca ve Ecevit...

03 Mart 2011

Görenler, bilenler, duyanlar, başkalarından öğrenenler, Erbakan Hoca’nın arkasından herkes bir şeyler yazdı, bazıları da bildiklerini unuttu...
Mesela, biz bir lafını hiç unutmayız, yanında çalışanları anlatırken, onlara dermiş ki:
“Bana bak kendine gel, kırk vurur, bir sayarım!”
Yanılmıyorsak, Uğur Dündar’la televizyonda yaptığı bir söyleşide bunları söylemişti.
Bazılarına göre, Erbakan Hoca’nın memlekete yaptıkları unutulur gibi değildi, Genelkurmay Başkanlığı da “Ülkemize yaptığı büyük hizmetler daima anılacaktır” dediğine göre...
Şimdi kalkıp “28 Şubat” denilen “post-modern” darbeye laf dokundurmanın gereği yok.
Süleyman Bey’in kulakları çınlasın: “Dün dündür, bugün de bugündür” ne güzel de anlatır, kılıfına uydurur.
* * *
“Cumhuriyet”te büyük bir değişiklik yapıldı.
Ne oldu?
Yazarların, yazılarının başına fotoğraflarını koydular, bu sayede eski arkadaşların çehrelerini görmüş olduk; çoktandır hasrettik, yüz yüze gelip konuşamıyorduk!
Orhan Birgit de bunlardan biriydi, fotoğrafına baktık kırk küsur yılı anımsadık, üstelik o bizden daha kıdemlidir.
Orhan Birgit, ilk CHP-MSP koalisyon hükümetinin, Turizm ve Tanıtma Bakanı’ydı.
Salı günkü yazısında bizim de duyduğumuz bir söylentiyi anlatıyordu.
Doğrusu biz buna o zaman da inanmamıştık, hâlâ inanmakta zorluk çekiyoruz!
* * *
Orhan Birgit diyordu ki:
“Ecevit ile ortağı MSP’nin genel başkanının mizaçları özellikle Kıbrıs Barış Harekâtı süresince iyiden iyiye ters düşmüştü. Başbakan Yardımcısı, ABD’nin haşhaş politikamız ve Kıbrıs çıkarmamız nedeniyle uyguladığı silah ambargosunu Suudi Arabistan Kralı’na yapacağı bir resmi ziyaret sonunda kırabileceği düşüncesindeydi. Yeter ki kralı mutlu edecek bir torba dolusu düşman askeri kulağını Türkiye Cumhuriyeti’nin armağanı olarak ona götürülmesi sağlansın. O resmi gezi, vahşi yöntemlere yer verilmeden yerine getirildi. Kral, bir süre otel odasında beklettikten sonra Türkiye’nin Başbakan Yardımcısı’nı kabul etmiş, onun Hıristiyan dünyasına karşı ilk İslam savaşı olarak tanımladığı barış harekâtımızla ilgili anlattıklarını donuk bir yüz ifadesi ile dinlemiş, sonunda Erbakan ve heyet üyelerine birer kol saati vererek uğurlamıştı.”
Başbakan Ecevit’in bu geziye ve yardımcısının önerisine tepkisi “çok sert” olmuş, Birgit’e göre, “Bu nasıl yapılır?” diye adeta “tepiniyormuş...” ( Cumhuriyet/1 Mart 2011)
* * *
Birgit, bir başka toplantının sonunu şöyle bitiriyordu:
“Kibar, hoşgörülü Necmettin Hoca toplantı sonundaki açıklamamı tepkisiz dinledi. Soğuk algınlığım beni bugün de ev hapsinde tutmazsa kendisini son yolculuğuna uğurlamak gibi doğal bir görevi severek yapacağım.
Yoksa bu yazıyla birlikte rahmet dileklerimi göndermiş olacağım. Işıklar içinde yat Sevgili Erbakan.”
“Kibar, hoşgörülü” Erbakan Hoca...
Kendisi böyleydi ama “talebelerine bunları öğretti” diyebilir misiniz?

Peygamber gönderilmeyen kavimler

Öteden bu yana sorulan bir soru var.

Önemine binaen soruyu olduğu gibi aktarmak istiyorum: "Neden semavi dinlerin izleri ve tarihleri sadece Avrupa, Anadolu, Orta Asya veya Arap Yarımadası gibi bölgelerde daha çoktur? Neden Kuzey ve Güney Amerika'da, Okyanusya'da, Uzakdoğu'da ya da Afrika'nın uzak kesimlerinde ortaya çıkmamıştır? Amerika kıtası neredeyse 18. yy'da keşfedilmesine rağmen orada hiçbir şekilde semavi din izlerine rastlanılmamaktadır. Ya güneşe taparlar, tanrılarına kurbanlar keserler, piramitlerde ibadet ederler. Benzer durum Aborijinler, Budistler veya Zerdüştler için de geçerlidir. Demem o ki bu uygarlıklar çok uzun süre Allah'ı bilmeden mi yaşadılar? Yoksa kültürlerindeki tanrı-kral ya da çok güçlü yönetimler Allah'ın gönderdiği elçilere engel mi oldu?"
İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren ulemanın üzerinde fikir yürüttüğü, müzakereler yaptığı ve cevaplar ürettiği bir mevzudur bu. Konu ile alakalı detaylı bilgi edinmek isteyen kişiler mutlaka kelam kitaplarında yer alan bu müzakerelere bakmalılar. Ben meseleye farklı bir perspektiften yaklaşmaya çalışacağım.
Öncelikle bir insan neden bu soruyu sorar diye düşünelim istiyorum. Gerçekten neden sorar bir insan bu soruyu? Peygamber gönderilmeyen kavimlerin ahirette cehenneme gideceği varsayımından hareketle haşa ve kella, Allah'ın adaletinden mi şüphesi vardır? Bir başka dille ifade edecek olursak, kullarına zulmedeceğini mi düşünmektedir? Rahmaniyet ve rahimiyetinden mi endişe etmektedir? Yoksa Allah'ın şefkatinden daha öte bir şefkat duygusu mu taşımaktadır o insanlara karşı?
Bu soruların hepsinin cevabı inanan bir mümin için hayır olmalıdır, olmak zorundadır. Neden? Çünkü Allah, peygamber göndermediği bir kavme azab etmeyeceğini bizzat kendisi kendi kitabında bizlere beyan etmektedir. Allah adildir, rahmandır, rahimdir, hiç kimseye zulmetmez. Bunlar da Kur'an'da değişik yerlerde yüzlerce defa beyan buyurulan hakikatler cümlesindendir. Allah mülkün yegâne malikidir. Mülk sahibi ise mülkünde dilediği gibi tasarruf eder ve neden öyle tasarrufta bulundun diye O'na soru sorulmaz. Bizi insan olarak yarattığı gibi hayvan, bitki veya camid maddelerden mesela taş olarak da yaratabilirdi. Dünya hayatında hakkımızda böyle takdir buyuran ve ona göre tasarruf eden Allah, ahirette bizi cennetine veya cehennemine koyabilir. Bu tamamıyla O'na ait bir karardır. Hiç kimsenin bu karara itiraz hakkı da yoktur. Çünkü, başta dedik; hakiki mülk sahibi O'dur. Dolayısıyla peygamber gönderilmeyen kavimlere azab edileceği endişesi duymak, bir manada mülk sahibinin mülkündeki tasarrufa karışmak, O'nun şefkatinden, rahmet ve merhametinden öte bir şefkat, rahmet ve merhamet taşımak demektir ki tek kelime ile yanlıştır.
Pekala, Allah gerçekten peygamber göndermemiş midir denecek olursa; öncelikle peygamber lafzı Arapçada iki ayrı kelime ile ifade edilir; rasul ve nebi. Her ikisi de Allah'tan vahy alır. Rasul vahyi başkalarına tebliğ ile mükellef, nebi ise mükellef olmayan kişidir. Bir başka tasnife göre rasul ister yeni, isterse bir önceki şeriatı tashihle görevli kendisine kitap ve suhuf verilmiş, nebi ise önceki şeriatlarla amel etmek zorunda olan kişidir.
Kur'an peygamber olup olmadığı tartışmalı üç kişi hariç, 25 peygamberden bahseder. Bunlardan dördü yukarıdaki tasnife göre rasul kategorisindedir. Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. İsa ve Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem). Ama Kur'an, "Daha önce kıssalarını sana anlattığımız peygamberler gönderdik. Anlatmadığımız nice peygamberler de gönderdik." (4/164) diyor. Hemen devamındaki ayette ise, "Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (4/165) buyuruyor. Peygamber diye tercüme edilen kelimelerin Kur'an'daki karşılığı ise rasul. Bu da gösteriyor ki rasulleri 4 ile sınırlamak doğru değil. İhtimal, soruda zikri geçen bölgelerde birçok rasul gelmiş ve İlahi vahyi tebliğ etmişti. Nitekim bugün bazı Uzakdoğu dinlerinin Vedalar, Upanişatlar gibi kitaplarında yer alan öğretilerin tevhid çizgisini taşıması bunun göstergesi olabilir. Buda'nın bazı öğretileri, Şintoizm'in bazı uygulamaları da hakeza.
Meselenin dünyanın dün ve bugünkü jeolojik ve demografik yapısı başta olmak üzere ele alınması gereken başka noktaları da var. Araştırma ruhu, öğrenme azmi olanlar için kitaplar, kütüphaneler, bilgisayarlar çok uzak değil.

Erbakan’ın davası

Erbakan ismiyle tanıştığımda 15 yaşındaydım. Yıl, 1975. Adıyaman’ın Kahta ilçesinde ilkin MTTB, ardında AKINCILAR çatısı altında başlayan militanlık günlerimde sıkı bir “Erbakancı genç”tim.
Erbakan nerede biz oradaydık. Kah Ağrı’da, Kah Yozgat’ta, kah Kayseri’de, kah Diyarbakır’da. O genç yaşımızda ne badireler atlattığımızı, ne çatışmalar yaşadığımızı bilirim.
Bizimkisi bir davaydı.
Erbakan’ın liderliğini yaptığı bir İslam davası...
Erbakan bizim için siyasi bir partinin genel başkanı değil, İslami bir hareketin lideriydi.
Biz bir “cihad” üzreydik.
Amacımız, İslamı devlet hayatına hakim kılmaktı.
Cumhuriyeti dinsiz olmaktan çıkartıp dini bir temele oturtmaktı.
Halkının tamamına yakınının Müslüman olduğu bu ülkede Cumhuriyetimizin de, yöneticilerimizin de dindar olmasını sağlamaktı.
Sonra devlet marifetiyle toplumun İslami kurallar ve kaideler temelinde yönetilmesini sağlamaktı.
“Milli Görüş”, topyekun yeni bir sistem anlamına geliyordu.
***
Söylemde devrimci ve radikal, ama yöntemde evrimci ve barışçıldık.
İknayı esas alıyorduk.
Demokratik yol ve yöntemleri önemsiyorduk.
Her ne kadar demokrasinin felsefesine “küfür” ve “şirk” nazarıyla bakıyor olsaydık bile.
***
Erbakan’ın “dava” olarak nitelediği “Milli Görüş”ün üzerine oturduğu iki önemli kavram vardı: Tebliğ ve cihad.
Tebliğ, anlatmak demekti. Anlatarak ikna etmeye çalışmak, cihadın bir parçasını oluşturuyordu.
Cihad, dini kuralları yeryüzünde egemen kılmak için verilen çabaların tümünün ortak adıydı.
Bizim “cihad”ımız siyaset yoluylaydı.
Modern zamanlarda kimi İslamcı örgütlerin “cihad”a yüklediği anlamların hiçbirine Erbakan’ın “dava”sında yer yoktu.
Erbakan’ın “davası” bu bağlamda “Emr-i bil’l maruf ve nehy-i ani’l münker!”, yani “iyiliği emretmek, kötülükten menetmek!” ilkesi üzerine oturuyordu.
Bu ilke, “cihad”ın özünü oluşturuyordu.
Bunun “dil”, yani “tebliğ” aşaması her inananın boynunun borcuydu. “Fiili” aşaması ise kamu erkini ilgilendiriyordu.
Yani devlete hakim olunduğunda inanan yöneticiler, dinin iyi olarak gördüğü şeyi yaygınlaştırmak için çalışacak, kötü olarak gördüğü şeyi de men etme yoluna gidecekti.
Cumhuriyetçi paradigmanın o yukarıdan aşağıya toplum inşa etmeyi öngören Jakoben karakterinin İslamileştirilmiş biçimiydi bu.
Pakistanlı “Cemaat-ı İslami” lideri alim-düşünür Mevdudi’nin “İslami Hükümet” veya “Teo-Demokrasi” modelinde olduğu gibi.
***
Erbakan’ın “davası”, Türkiye merkezli bir İslam birliği projesi üzerine oturuyordu.
Osmanlıya yeniden dönüş anlamına gelen bu perspektifin yaslandığı kavram ise “fetih”ti.
Erbakan için iki Müslüman sultanın kendi dünyasında yeri bambaşkaydı: Sultan Alparslan ve Fatih Sultan Mehmed. İlki, Anadoluyu İslamlaştırdığı, diğeri Bizansı fethederek bir yeni çağ başlattığı için.
Erbakan’ın oğluna “Fatih” ismini vermesi, “fethe” verdiği önem dolayısıyladır.
“Yeniden Büyük Türkiye” sloganı bu anlayışın bir ifadesidir.
***
“Milli Görüş”, Erbakan’ın dinden anladığıyla şekillendirdiği bir görüştü.
Ama Erbakan dini anlayışını “asıl din bu!” anlayışına dönüştürerek benmerkezci bir liderliğin oluşmasını sağlamıştı.
Erbakan dinin sadece ibadetten ibaret olmadığına, asıl siyasetin dinde çok belirleyici bir öneme sahip olduğuna inanan bir yerde duruyordu.
Ortada bir dini dava olduğu için kendini “halife” , bir cihad olduğu için de Mücahit bir Komutan olarak gören Erbakan için “biat” olmazsa olmaz bir öneme sahipti.
“İşte ordu işte Komutan!” ve “Erbakan’a sadakat şerefimizdir!” türü sloganlar bu anlayışın ifadesiydi.
***
“Milli Görüş”ün dinin bizatihi kendisiymiş tarzında ideolojik bir kaskatılığa dönüştürülmesi, liderliğin dinsel terminoloji çerçevesinde dayatılıyor olmasıyla birleşince çözülme kaçınılmaz oldu.
Artık  “Milli Görüşçü” değilim, ama Erbakan sevgisi yüreğimde yerli yerinde duruyor.
“Milli Görüşçü olmamak”, İslam’dan vazgeçmek veya İslama ihanet anlamına gelmiyor elbet.
***
Erbakan her anlamda büyük bir insandı. Türk siyasetinde sağ ve solun dışında üçüncü bir yolun, yani İslami siyaset tarzının öncüsü bir liderdi. Allah’tan rahmet, ailesine ve yakınlarına sabır diliyorum.

Libya'yı işgal: Yeni bir Ömer Muhtar çıkacak..

Libya'yı işgale hazırlanıyorlar. Irak'ı işgal ettikleri gibi, Afganistan'ı korkunç bir kaosa sürükledikleri gibi. Yemen'i, Sudan'ı, İran'ı vurmak istedikleri gibi. Bir ülkeyi daha belirsizliğe, sonu gelmez çatışmalara sürüklemek istiyorlar. On yıldır işgal, rejim değişikliği, demokrasi projeleri, iç savaş, etnik ve mezhep eksenli çatışmalar üzerinden yürüttükleri kontrol stratejilerini uygulamaya çalışıyorlar.
ABD savaş gemileri Süveyş Kanalı'ndan geçip Libya açıklarına demirliyor. İnsani yardım taşıdığı söylenen savaş gemileri Libya'ya yöneliyor. Helikopter gemileri zaten hazır. Bir de uçak gemisi gönderiyorlar. Göndermelerine gerek yok, zaten oradaydılar. Basra Körfezi dünyanın en büyük askeri yığınaklarından birine ev sahipliği yapıyor. Kızıldeniz, özellikle de Cibuti ABD ve müttefiklerinin donanma üssüne dönmüş durumda. Yeni takviyeye ihtiyaçları bile yok.
Dünya kamuoyunu müdahale için hazırlamaya çalışıyorlar. "Nasıl müdahale edelim? Irak'ta olduğu gibi Birleşmiş Milletler üzerinden zorlama kararlar mı çıkaralım? Doğrudan ABD, İngiliz, Fransız müdahalesi mi olsun? Yoksa NATO gibi dünyanın en büyük askeri örgütü üzerinden mi harekete geçelim?" gibi seçenekleri değerlendiriyorlar?
Hava sahasını kapatma görüşü ilk adım olarak ağrılık kazandı. Libya semaları denetim altına alınacak. Uçaklar uçamayacak. Zaten ülkeye ambargo kararları da alındı. Bu adımdan sonra ikinci adım gelecek? O da doğrudan askeri müdahale olacaktır.
Uçuş yasağını çok iyi biliyoruz biz. Yıllarca Irak'a uygulandı. Kuzey Irak'ta uçan her uçak vuruldu. Canları istedikleri anda Irak'ın her yerini bombaladılar. Ambargo ve uçuş yasağı yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetti. Bir nevi Çekiç Güç operasyonu şimdi Libya için hazırlanıyor.
Bu coğrafyanın beyinsizleri yüzünden halkları çok acı çekti. Yönettikleri dönemde acı çekti. Baskının ve acımasızlığın her türünü gördü. Özgürlüklerin yok edilişini, kaynakların israf edilişini, fakirliğe mahkum edilişi gördü. Sahte bir onur, şaşaalı meydan okumalarla uyutulan, kontrol altına alınan kitleler nefes alamaz hale getirildi. Şimdi aynı kadrolar, giderken ülkelerinin, toplumlarının başına yeni belalar açıyor.
Albay Muammer Kaddafi'ye bakın. İktidarını korumak için, kendini ölümsüz gördüğü için, ülkesinin işgaline zemin hazırlıyor. Halkını yeni yokluklara, acılara mahkum ediyor. Bir taraftan kendi şehirlerini, kasabalarını, petrol kuyularını bombalarken, ayakta kalmak için on binlerce insanın ölümünü göze alırken diğer taraftan Libya'nın kaynakları için ülkenin tamamını ateşe atabilecek açgözlülükle bekleyenlere kapı aralıyor.
Kaddafi'nin milyarlarca dolarlık hesaplarına el koyanların, onu sürgüne göndermek ya da yargılamak için kararlar alanların, ayağa kalkan Libya halkına yardım ediyor görüntüsü pazarlayanların yalanlarına kim inanır artık. Onların derdi Kaddafi'yi cezalandırmak mı sizce?
On yıldır bu coğrafyada söylemedikleri yalan, kullanmadıkları zaaf alanı kaldı mı? Bu senaryolara, ikna edici gerekçelere artık inanacak mıyız? Irak'ı Saddam yüzünden, Afganistan'ı Taliban yüzünden mi işgal ettiler sanıyorsunuz? Sudan'ı adalet için mi böldüler, Yemen'i El Kaide yüzünden mi iç savaşa sürüklediler?
Yeni özgürleştirme operasyonlarına karnımız tok. Libya halkı ABD'yi de, NATO'yu da istemiyor. Askeri müdahale istemiyor. Ambargo ya da uçuş yasağı istemiyor. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın görüşme taliplerini bile reddettikleri söyleniyor. İnsan hakları sözcüsü Abdulhafız Ghoga, "Yabancı müdahalesine, askeri müdahaleye karşıyız. Libya halkı kendi başına bu işi bitirecek" diyor.
Libya halkı çok güçlü bir direniş geleneğine sahip. Ülkelerini özgürleştirmek için verdikleri mücadeleyi biliyoruz. Bu insanlar aynı gelenek üzerinden yeni bir direniş hattı kuruyorlar. Kaddafi ne kadar ülkesini bombalasa, şehirlerini yakıp yıksa da artık geri dönemeyecek. Attığı her adım, kendisini çok daha kötü bir sonuca hazırlıyor. Saldırıları direnişçilerin azmini kuramayacak, onları geri adım attıramayacak.
Böyle bir dönemde "nasılsa çaresiz kaldılar" diyerek bu ülkeye yönelik kirli hesaplar içine girenler, bir süre sonra aynı direniş hattıyla karşı karşıya kalacak. Direniş Kaddafi gittikten sonra yabancı müdahaleye karşı olacak ve Libya toprakları coğrafyanın tamamını desteğini alan keskin bir mücadeleye sahne olacak.
İşte o zaman, bütün bu kuşaktaki değişime bir de direniş dalgası eklenecek. O zaman büyük depremi, değişimi yönetmeye kalkışanların çaresizliğini göreceğiz. Libya'nın petrolüne, Mısır'ın Süveyş'ine, Yemen'in stratejik değerine, Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz'in jeopolitik önemine yatırım yapanlara, bu yatırımı kâra dönüştürmek için kanlı senaryolar uygulayanlara karşı gerçek bir özgürlük mücadelesi dalga dalga yayılacak.
Bu coğrafyayı kanla dize getirmeye, terbiye etmeye çalıştılar, başaramadılar. Yeni yöntemler denediler, başaramadılar. Şimdi yine askeri seçeneğe dönüyorlar, yine başaramayacaklar. Her girişimleri kendilerini bu bölgeden daha da uzaklaştırıyor. Dostları giderken, yıllardır talimatlar yağdırdıkları iktidar yapıları dağılırken, yeni siyasi çevrelerle flört etmeye başladıkları bir dönemde Libya'ya müdahale hesaplarını tamamen bozacak.
Evet, Kaddafi gidecek. Gidişini boşluk görüp bu ülkenin geniş topraklarına, zengin kaynaklarına çöreklenmek isteyen akbabalar umduklarına ulaşamayacak.
Böyle giderse yeni Ömer Muhtarlar ortaya çıkacak. Bütün Türkiye'yi bu yeni işgal hazırlığına karşı duyarlı olmaya, kesin tavır koymaya çağırıyoruz...

28 Şubat aynen devam ediyor!!

Kafadan şunu soralım: Madem bu iktidar, “darbelere” bu kadar karşıdır da..
Yapılamamış bir darbenin, çoğu prostatla boğuşan mütekaitlerinin yakasına yapışıyor da!..
Neden, “yapılan darbenin” cunta kadrosunun yakasına yapışmıyor dersiniz?!!
28 Şubat’ın balyoz timi, general Çevik Bey’e, Özkasnak Bey’e niye soru sorulmuyor?! (Hoş, Çetin Doğan’a yapışılmıştır ama, orası biraz anlamadığımız bir derin hesaplaşma içermektedir!!)
28 Şubat “bitmişmiş!!” Kim söylüyor bunu?!! İktidar.. Nasıl bitmiş acaba?!.
28 Şubat neydi, hatırlayalım..
28 Şubat, ABD yanlısı ve imalatıydı..
28 Şubat, AB yanlısı ve imanlıydı!..
Şimdi nedir, bu durumlar?..
İktidar ABD yanlısı mı?..
İktidar AB yanlısı mı?..
Peki fark ne?..
ABD, 28 Şubat’ta iktidar olanlara, şu hedefi göstermişti: “Dine saldırın!..”
Şimdi?.. Şimdi ABD’nin konsept değişikliği ile yol haritası: “Ilımlı İslam..”
28 Şubat’ta iktidara oturtulanlar, başı secdeye gidenlere “Yarasalar” diye saldırıyordu...
Şimdi, “Türbana sarılın..!” dır yol haritası..
Fark bu ama, “yöntemler-abluka” aynı!.
28 Şubat’ta, Atatürk’ü kalkan yapıp iktidara yalaka olanlar “jeeplere” biniyorlardı...
Şimdi, “türbanı kalkan yaparak” iktidara yalaka olanlar, jeeplere biniyor!..
Hem de aynı tipler!.. Atatürk rozetini çıkartanlar, karılarını kızlarını türbana sokarak jeep sefasını kurtardılar!.
Sonuçta, Türkiye’nin kreması gene AB-ABD’nin hizmetinde, “28 Şubat” öğretileri (!) doğrultusunda..
Değişmeyen de var tabii..
28 Şubat’ta iktidara-ikbale oturtulanlara, “PKK’yı tanıyacaksınız” denilmişti.. Bu yüzden PKK çetesi “tehlike” olmaktan çıkarılıp, yerine “namaz kılanlar-baş örtülüler” konulmuştu.. Şimdi, “PKK’yı tanımak için açılın” denilerek, eşkıya çetesi ile mücadele edenler, milliyetçiler düşman edilmiş durumda.. PKK’yı koruma kollama, değişmeyen satır başı!..
“28 Şubat”a yol veren “Büyük Orta Doğu Projesi” aynen “planlandığı” gibi yürüyor.. Türkiye’de kimin iktidar olduğu değil, kimin iktidar olarak “randıman!!” verdiği önemlidir.. Randıman şu... “Ahaliyi elde tutup, ABD-AB çıkarlarına karşı caz yapmasını önleyecek beceriyi” sağlamak!!
Yani, Pentagon’dan haritaya baktığınız zaman, bizim buraların ahalisi, “güdülecek basit koyunlar!!” olarak görüldüğü için, onlara göre “uğraş” doğru çobanı bulmaktan ibarettir.. 28 Şubat budur!.. Yani, “burada” iktidara oturanın söylediği değil, “Oranın” istediklerinin yerine getirildiğini görmek için sağladığı modeldir...
Çok basit bir denklemdir, buyurun...
Erbakan, Başbakan olduğunun ertesinde, kıblesini Müslüman ülkelere çevirip, ABD’ye mâbâdını döner dönmez, kendi infazını da vermiş olmadı mı?!!
Şimdii.. Şu kurum kurum kurulan, “Darbe yapacak olanın alnını karışlarım” diye böbürlenen iktidar, şöyle bir denesin bakalım..! Yani Erbakanvari bir rest çeksin ABD’ye, bakın bakalım neler olur?!!
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, birkaç gün önce, Türkiye’ye “İran konusunda” ince göndermeler yaptı.. Hadi bakalım, iktidar ABD’nin İran’ı sallamak için yaptığı hunhar emellere bir dikiliversin!..
Şu olur.. Bugün, yerin dibine sokulan generallerin bir anda önlerinin açıldığı, Tayyip’e karşı ejderha kesildikleri hemen görülür!..
Bir bakarsınız, malum matbuat “darbenin”, demokrasinin bir parçası olduğunu yazmaya başlayıverir!.. 28 Şubat aynen devamdadır azizim.. Boş vereceksin, muz yemenin yollarına bakacaksın!! 

Kankam yine saçmalamış

Dün azıcık değinmiştim de, yer darlığından ayrıntıya giremedim... Bu birdenbire depreşen “Erbakan sevgisi” de neyin nesiydi?
Hadi cenazede boy gösterip Emin Çölaşan’ı üzdüler, “Demek ki Türk ordusunu da devşirmişler” gibilerden, maksadını aşan yorumlar yaptırdılar, anladık da, Erbakan’ın ekonomi politiğine övgüler düzmek de nerden çıktı?
Döne döne özür dilemesi gerekenleri başında yer alan Yargıtay Cumhuriyet Onursal Başsavcısı Vural Savaş, “Satılmışların Ekonomisi” diye bir kitap yazmıştı, hatırlayacaksınız.
Yazmamıştı da, yazdırmıştı.
Kitaplarını kendisi yazmıyor çünkü... Başkalarına “yazdırıyor...” Başkalarından aldığı fikirlerin arasına “kaynak” yaparak bedavadan kitap telif ediyor.
Mezkur kitabında, Türkiye’nin yabancı güçlere nasıl bağımlı kılındığını, küreselleşmenin arkasındaki uluslararası tezgahı, emperyalizmin “globalizm dümeniyle” üçüncü ülkeleri nasıl sömürdüğünü, milli devletin nasıl tasfiye edildiğini ve kurtuluş reçetelerini, bu meseleler hakkında kalem oynatmış “gerçek aydınlar” ve “vatansever yazarlar”dan alıntı yaparak bizlere aktarıyordu.
İyi de ediyordu...
Türkiye, gerçekten de milli devletin ve milli ekonominin tasfiye edildiği bir “bağımlılık sürecine” sokulmuştu.
Ekonomi bitmişti...
Dış ve iç borç yükü, gelir dağılımı adaletsizliği, üretimsizlik, uluslararası finans çevrelerinin baskısı ülkeyi iflas noktasına getirmişti.
En önemlisi, “millî güçler” yönetimdeki ağırlığını yitirmişti.
Mesela, IMF diye bir bela vardı başımızda. Ne üreteceğimize, hangi üretim kalemleriyle piyasada arzı endam edeceğimize bu kurum karar veriyordu. “Pancar ve tütün ekimini sınırlayan” yasaları, yine bu kurum istediği için çıkarmıştık.
İyi de, kim ya da hangi unsurlardı, tasfiye sürecini hızlandırarak Türkiye’yi bu felaketle karşı karşıya bırakan? Savaş bu sorunun cevabını veremiyordu?
Veremiyordu, çünkü bu nahoş tablonun oluşmasında “emeği geçen” aktörlerden biri de bizatihi kendisiydi.
Bugün Erbakan’ın arkasından ağlıyor, “en milli hükümeti kurdu” diye timsah gözyaşları döküyor ama, bu “en milli hükümeti” önce iktidardan, sonra muhalefetten düşürenlerin başında, elinde “laiklik sopasıyla” dolaşan Vural Savaş geliyordu.
Başsavcının bu geç nedametini alın, “Ebakan’ın politikalarını desteklemezdim ama onun vicdanı ile mutabıkım” diyen Ertuğrul Özkök’ün, “badem gözlü” çağrışımı yapan yazısının yanına koyun...
Diyor ki kankam, “Bugün yapılan vicdansızlıkları gördükçe, intikam tamtamlarının kulakları sağır eden gürültüsünü her gün dinledikçe Erbakan gözümde daha da büyüyor. Vicdan denilen insanlık karakterini ayaklar altına almamayı Erbakan’dan öğrendim...”
Erbakan’dan neyi ne kadar öğrendiğini bilmem ama, “vicdan” denince, Özkök’ün oturup bir dakika düşünmesi gerekiyor.
Bugün şekvacı göründüğü haksızlıklar, Erbakan’a yaptıklarının yanında devede kulak bile değildi. Eski defterleri açtırmasınlar şimdi...
Erbakan’ı çok seviyorlar... Etmediklerini bırakmamışlardı ama yine de çok seviyorlar.
Niye?
Erbakan, bırakıp gitmişti... Bırakmak zorunda kalmıştı.
Recep Tayyip Erdoğan gitmiyor.
Ne Balyoz’lar, ne Sarıkız’lar, ne Kafes’ler, ne Yakamoz’lar gördü... Yine de gitmiyor.
Birdenbire depreşen Erbakan sevgisinin nedeni bu olabilir mi?
Efendim kanka?

28 Şubat sona erdi mi?

"Artık 28 Şubat'ın bittiğini ilân edebiliriz" diyorlar, eski başbakan Prof. Necmettin Erbakan'ın cenazesine askerin gösterdiği ilgiye bakarak...

Askerler Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner imzasıyla bir "Büyük adamdı" bildirisi yayımlamakla yetinmedi, 1. Ordu Komutanı Org. Hayri Kıvrıkoğlu Fatih Camii'nde yapılan törene bizzat katıldı da.
28 Şubat günlerinden ne kadar farklı bir manzara... Prof. Erbakan henüz başbakanlık koltuğunda otururken, bir rütbeli kendisine ağza alınmayacak sıfatları uygun gördüğünde Genelkurmay Başkanlığı, ilk YAŞ'ta küfürbazı terfi ettirmekten çekinmemişti.
Genelkurmay Başkanı unvanını taşıyan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat'ın '1000 yıl' süreceğini duyurduğunda, Refahyol Hükümeti yıkılmış, Erbakan'ın partisi kapatılmıştı.
Bugün ise, Silivri'de görülen davanın asker sanıklarından biri 28 Şubat döneminde Necmettin Erbakan'a uygun görülen muamele yüzünden duyduğu pişmanlığı mahkeme heyetine karşı ifade edebildi... Genelkurmay Başkanı Org. Koşaner'in mesajından da öyle bir hava koklayanlar çıktı. 1. Ordu kaynaklı 'Balyoz' operasyonu bazı önemli hedefleri bombalamayı öngörüyordu davanın iddianamesine göre; hedefler arasında yer alan iki camiden biri olan Fatih Camii'ndeki törene 1. Ordu Komutanı'nın katılması da gerçekten manidar...
Ne yani, '1000 yıl' sürecek 28 Şubat 14. yıldönümünde tarihe mi karıştı? Erbakan'ın cenazesiyle birlikte 28 Şubat'ın cenazesini de mi kaldırdık, onun için de mi "El Fatiha" dedik?
Gönül bu temenninin doğru çıkmasını bekliyor elbette. Asker neden yaşananlardan ders çıkarmış, dünyanın gittiği istikameti doğru değerlendirmiş ve ülkemiz insanının demokratik olgunluğa kavuştuğuna inanır hale gelmiş olmasın?
Yıllarca baskı altında tutulmuş halklar diktatörlüklere isyan ediyor bugünün dünyasında... Türkiye'ye bakarak kendi kaderinin sahibi olma derdine düşüyor insanlar ve bunun için ölümü göze alabiliyor... Toplum mühendisliğinin sonuç vermediği bir ülke Türkiye ve yok edilmek istenenler doğrulup ülke yönetimini ele alabiliyor... İtilip kakılanlar, itibarsızlaştırıldığı zannedilenler halkın gözünde büyüyor; cenaze törenleri toplum mühendisliğine isyana dönüşüyor bizde.
Asker bu duruma bakarak kendini yeniden konumlandırıyor galiba; Erbakan'ın kaybına biraz da bu gecikme yüzünden üzülmüş olabilirler.
Bitti mi, bitmedi mi 28 Şubat?
'28 Şubat'ı yalnızca bir müdahale olarak görmemek gerekiyor; 'raya oturtma' hamlelerinden sadece biri o. Devletin yeniden kurulduğu dönemde belirlenmiş 'ideolojik kimliği' referans alan ve ondan kopuş anlamına gelen her gelişmeyi 'tehlike' gören, istenmeyen iktidarların işbaşına geldiği veya süreklilik kazandığı anlaşılınca devreye giren bir şartlı refleks... Yalnızca asker değil, ortak amaca kilitlenmiş 'silâhsız kuvvetler' (bürokrasi, iş dünyası ve medya) de gerektiğinde aynı refleksi veriyor.
Elde 27 Mayıs (1960) öncesinde hazırlanan bir tek 'müdahale planı' olması, her dönemde o planın güncellenerek hayata geçirilmesi de bu yüzden...
Temel soruya cevap aranırken yalnız askere bakmak hatalı sonuç verecektir; bürokrasi, iş dünyası ve medyada 27 Mayıs sonrası kurulmuş dengeler dağılmışsa "28 Şubat bitti" diyebiliriz...
Ne dersiniz, bitti mi?