29 Nisan 2011 Cuma

“Kanal İstanbul” bir mason projesi!

AKP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Edip Uğur, “12 Haziran’da değişimi istemeyenlerle, değişime direnenlerle, ona karşı çıkanlar sandığa gidecekler” dedi.
Uğur’un veya Tayyip Erdoğan’ın veya TÜSİAD’ın veya Ergun Özbudun’un veya Abdullah Öcalan’ın veya ABD’nin veya AB’nin “Türkiye’de değişim”den kastı nedir?
Anayasa’dan Türk kavramını çıkarmak değil mi? Türkiye’yi Türk devleti olmaktan çıkarıp kozmopolit bir ülke haline getirmek değil mi?

***

Türklerin İskitler’den beri var olduğu Anadolu coğrafyasında kurduğu devletin vatandaşlık kimliğini, şimdilik “Türk”ten “Türkiyeli”ye doğru değiştirecekler ve buna “değişim” diyorlar!
Yani Türklere üstü kapalı olarak “Ey Türkler, biz milletin adını Türk olarak söylemeye devam edersek, Kürtler veya başka etnik kökenlere mensup vatandaşlarımız güceniyor ve bu kavram dolayısıyla kendilerine haksızlık edildiğini düşünüyor. Biz Türklükten  vazgeçelim de birliğimiz beraberliğimiz bozulmasın!” demiş oluyorlar.
Üstelik Türk kimliğine karşı bu mücadeleyi verirken Türklere Başbakanlık yapan Tayyip Erdoğan, Türk olmadığını defalarca söylemiştir!
Peki Türklerin kaderine Türklüğe mensup olmadığını söyleyenler mi hükmedecektir?
Türk Milleti, Bilge Kağan’dan 1300 yıl sonra Türk adıyla bir devlet kurduktan sonra bundan vaz mı geçecektir?
İşte halk, 12 Haziran’da bunu oylayacaktır!
Fakat, Türkleri Türklükten vazgeçirmek için, dini bir hipnotizma aracı gibi kullanarak; Türklerin kendi adını, Türkiye’de yaşayan herkesin, yani milletin adı olarak kabul etmesini “ırkçılık” diye yorumladıklarından, bu konuda epey mesafe almış durumdadırlar.
Yine de Türklerin çoğunluğunun, “AKP, Anayasa’dan Türk kavramını çıkaracak”  gerçeğinden haberi bile yoktur.
Garip olan şu ki iktidar adayı partiler bu konudan hemen hemen hiç bahsetmemektedir!

***
Aslında AKP’nin kendine ait hiçbir projesi yoktur. “Kanal İstanbul” projesi de İstanbul’u üç dinin merkezi haline getirmeyi öngören 1948 tarihli Thornburg raporunda öngörülen kamulaştırmaların yapılamamasından dolayı ortaya atılmıştır. Bu proje, dönemin masonları tarafından gündeme getirilmişti ama sonra rafa kaldırılmıştı.
Son aldığım bilgiler, aynı çevrelerin birkaç yıldan beri Bakırköy-Çorlu arasında yatırım yaptıklarını gösteriyor. 2005 yılında Koç grubuna bağlı Bilkom şirketinin ana bayi toplantısında H. T. adlı kişinin, arkadaşlarına, “Silivri’ye hatta Çorlu’ya kadar paranızı gayrimenkul veya toprağa yatırın, gelecekte İstanbul’un çehresi bu yerlerde çok değişecek ve çok güzel planlar var” dediği biliniyor.
Aynı kişi, arkadaşlarının, “Hayrola Devlet Planlama Müsteşarlığı’nda mı çalışmaya başladın ki bu planlardan haberin var?” sorusuna “Hayır, mensup olduğum cemiyette, İstanbul’un geleceğini konuşuyoruz ve bunun sonucunda oralarda yatırım yapıyoruz” diye cevap vermişti.
Bu bilgiyi veren Turgay Şık’ın deyimiyle  “Kanal İstanbul projesi, mason localarında pişirilmiş sonra da Başbakanlığa servis edilmiştir!”

***

Özetle, AKP,  “Küresel Haçlı Seferi”  çerçevesindeki projeleri, Türk halkına kendi projesi diye yutturmaya çalışıyor.
Asıl hedef, ABD Kongresi’nin 1896’da aldığı gizli kararın uygulanmasıdır. O kararda, Türkiye’nin Hıristiyan yerleşimi ile birlikte Hıristiyanların yönettiği eyaletlere ayrılması, başkent İstanbul’daki eyaletin başına bir Amerikalının getirilmesi ve “Türkiye Birleşik Devletleri”nin buradan yönetilmesi esas alınıyordu.
AKP hükümetinin 8 yıl içindeki bütün icraatları bu projeyi akla getiriyor!
Değişim dedikleri budur.

Bunda eşimin suçu yok mu?

Ben 17 yıllık evliyim. Eşimle iki düşman gibi olduk artık. Ona yaklaşıp iyi davranmaya çalıştıkça o bunu istismar ediyor. 
 
Ondan görmediğim kötülük kalmadı. Başkalarının yanında bana küfretmesine artık dayanamıyorum. 2 sefer 3 çocuk için boşanmadan döndük. Bir başkasından sevgi, alaka gördüm. Onu sevmeye başladım. Bunda eşimin suçu yok mu? Ne yapmalıyım? (Rumuz: Gül)



Bir başkasını sevebilirsiniz, bir başkasına ilgi duyabilirsiniz ve nihayet bir başkasıyla evlenebilirsiniz de...
Fakat böyle bir şeye karar vermeden önce eşinizden ayrılmanız, boşanmanız gerekir. Eşinizin yaptıklarına kızarak, ondan intikam alırcasına böyle bir yola girmeniz, sizi haklı konumdan haksız konuma düşürecek.
İnsanlar nazarında da Allah katında da sorumlu hale getirecektir.
Eşinizin yaptıkları doğru değil, yanlış, bütünüyle hatalı. Hiç kimse onun yaptıklarını normal görmez, uygun bulmaz, onaylamaz ve haklı çıkarmaz.
Ama aynı duruma siz de düşerseniz, onda kınadığınızı, yadırgadığınızı, taşıyamadığınızı, dolayısıyla hazmedemediğinizi siz de yapmaya kalkışırsanız, "Tek suçlu ben miyim" demeniz sizi hiçbir zaman haklı çıkarmaz.
Birisine kızarak bir suç işleseniz, bu sizi kanun ve hakim karşısında masum gösterir mi? Mahkemede, "Bu suça beni o kişi mecbur etti" dediğinizde cezadan kurtulabilir misiniz?
Trafikte seyrediyorsunuz. Geldi birisi arabanıza çarptı. Ona kızarak siz de gidip o kişinin arabasına zarar verebilir misiniz? Vuracak olsanız, haklı iken haksız, suçsuzken suçlu duruma düşmez misiniz?
Dolayısıyla yaptığınız bu hatanın, bu yanlışın "doğruluğunu" kimseye anlatamadığınız gibi, hiç kimsenin de desteğini alamazsınız, onları yanınızda bulamazsınız.
***
Bu davranışınızın günah olduğunu da biliyorsunuz. Günaha giren kişi ondan çıkmak, kurtulmak ister, affettirmek için pişman olur, tövbe eder, devam etmez. Vicdanen rahatsız olur.
Yani kalbinizdeki imanınız böyle bir şey yapmanızı istemez. İnandığınız Allah böyle bir günahı işlemenize razı olmaz.
İnsanın imanından sonra en çok hassas olması gereken kutsalı iffetidir. İmanınızı korumak için gösterdiğiniz hassasiyetin aynısını iffetinizi korumak için de göstermek zorundasınız.
Bunun için evliliği yürütebileceğinize imkân kalmadıysa, gidersiniz, boşanma davası açarsınız, boşanırsınız. Sonra da istediğiniz bir başka kişiyle evlenirsiniz.
Üzerinizde eşlik sorumluluğunun yanında bir de annelik sorumluluğunuz var. Şimdiden çocuklarınıza kötü örnek olursanız, yarın onların yapacaklarından size de pay ve vebal düşmez mi?
Yanlış yanlışa götürmemeli, hata hataya sürüklememeli. Yanlışı gören kişi soluğu doğruda almalı, hatalı bir davranışla muhatap olan, güzel davranışlara yönlenmeli...
İnternetten tanıştığımızı ailem öğrenirse...
Ben dindar biriyim. İnternetteki paylaşımlardan dindar olduğumu anlayan biri benimle görüşmek istiyor. O da öyleymiş, benim gibi birini istiyormuş. Anladığım kadarıyla niyeti ciddi ama aileme ve çevreme bu durum nasıl açıklarım? Bizim çevrede hoş karşılanmaz, ne yapayım? Aynı şehirde yaşıyoruz. Bu durum bir artı olabilir mi? (Rumuz: Nurcan)
Sosyal paylaşım siteleri her konuda olduğu gibi, evlenecek gençlerin tanışmalarında ve görüşmelerinde de farklı bir yol olarak yaşanıyor.
Taraftar olalım veya karşı çıkalım, nasıl tavır takınırsak takınalım, bugün bazı evlilikler internet aracılığıyla tanışarak gerçekleşiyor.
Bu evlilikler içinde mutlu ve huzurlu biçimde hayatlarını devam ettirenler, kalıcı ve sürekli olanlar da mevcut.
Önemli olan, çok zor olsa da inançlarını önde tutarak, konunun edep, iffet ve hayâ ölçülerini zorlamadan yapabilmektir. Çünkü ailenin temelinde iman ve ahlak duyguları ön planda olunca yaşar, dünya ötesine geçer, sonsuz bir beraberliğe adım atılmış olur.
Aynı şehirde yaşamış olmanız önemli bir vesiledir. Tanıştığınız kişinin yakınları sizi bir yerde gördüklerini, birisinden duyduklarını söyleyerek gelip ailenizle görüşürler, size talip olurlar. Böyle bir şeyin ne yadırganacak bir yönü vardır ne de yanlış anlaşılacak bir tarafı..

İzmir’i kurtarırsa Yıldırım kurtarır!


 
İstemezükçüler”in başkenti oldu İzmir. Vizyon geliştiren, önderlik yapabilen liderler de çıkaramadı.
Onun için nüfus olarak 3’üncü büyüklüğünü sürdürdü ama etki, güç açısından küme düştü.
Bir arkadaşımın cenaze töreni nedeniyle bir günlüğüne İzmir’e gittim ve koca kentin nasıl gerilediğini bir kez daha gördüm.
Rahmetli Ahmet Priştina, Kordon’a sahip çıkmış, pırıl pırıl hale getirmişti, onu da bozmuşlar.
Tente sistemi bozulmuş, çirkin bir tablo ortaya çıkmış.
Herkes kafasına göre bir tente sistemi geliştirmiş, Kordon da çirkinlikten payını almış.
Cumhuriyet Mitingçileri’nin gazına gelip darbecilerin peşine takıldı İzmir’in bir kısmı.
Bunun üstüne İzmir’e yapılmak istenilen her yatırımı İdari yargıda engelleyen bir grup türedi.
Vizyon fakiri liderlik bu tabloyu katmerli hale getirdi.
Sonuç, İzmir’in bugünkü hali.
Yatırımdan, Türkiye’nin son 10 yıldaki hızlı büyümesinden pay alamayan bir kent.
Ege’nin İncisi kararmış durumda. Doğal güzellikleri, tarihi, güçlü iki üniversitesi, Batı’ya açık yüzüyle İzmir’in müthiş bir potansiyeli var. Şimdi o potansiyeli ortaya çıkaracak bir isim İzmir’den aday. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım.
Yıldırım, yerel yönetimle iyi ilişkiler kurarak demiryolu ulaşımında önemli bir proje gerçekleşmesini sağladı.
Körfez geçişli Edirne-İzmir otoyolunun temeli atıldı, 5-6 yıla kadar tamamlanması bekleniyor.
Şimdi Yıldırım 3 Mayıs’ta İzmir’e yönelik iki çılgın proje açıklayacak.
Biri Güzelyalı’dan Karşıyaka yönüne tüp geçit olabilir deniliyor. Ama açıklamayla birlikte İzmir’in istemezükçüleri devreye girecektir.
Yıldırım bunlardan etkilenmesin çünkü İzmir’in gerçekten çılgın projelere ihtiyacı, Türkiye’nin de güçlü ve yaşanılır bir İzmir’e ihtiyacı var.
Yatırım ufunda Binali Yıldırım, turizm ve kültür alanında     Ertuğrul Günay, İzmir’e çok şey katacaktır.

Göztepe geliyor!
Altınbaş grubunun yönetimine geçen Göztepe, futbolda İzmir’in makus talihini yeniyor. Bu adamcağıza da neler yapmışlardı kulübü aldığında ama neyse...
Göztepe bu hafta rekor bir seyirci önünde oynayacak çünkü kazanırsa Bank Asya Ligi’ne çıkacak.
İzmir’in en köklü kulüplerinden, büyük bir seyirci potansiyeli olan bir takım Göztepe.
Ben İzmirsporluyum ama bizim takım felaketten felakete sürüklendi ne yazık ki.
Göztepe ise taraftarının gücü, akıllı bir yönetimle küllerinden doğdu. Dileğim, Göztepe’yi bir yıl sonra Süper Lig’de görmek.

Delikanlılık ve edep
Bu Necati Kurmel meselesi önemli herhalde. Onu yazınca Aydın tetikçilerini üstüme saldı.
Eskiden de siyasetçilerin, rakiplerinin üzerine salardı, huylu huyundan vazgeçmiyor demek ki.
Kurmel yakın dönemin kilit isimlerinden biri ve Aydın’ın onunla ortaklığı bir dönemin ilişkilerine ışık tutuyor, üzerine gidilmesinde fayda var.
Bu kavga Kurmel yüzünden başladı, onu bir hatırlatayım.
Gelelim işin edep ve delikanlılık boyutuna...
Başbakan ve bakanlar için “Para için anasını satanlar” başyazısı bunun gazetesinde yayınlandı. Paparayı yiyince tırstı başyazara sahip çıkamadı, bir başka “Anacı” Kılıçdaroğlu’nun partisine monte etti.
Şimdi birlikte hizmet ediyorlar memlekete.
Yıllarca Fethullah Gülen’e “Feto” diye, Melih Gökçek’e “İ. Melih” diye yazdırdı, şimdi edepten bahsediyor.
Delikanlılığa gelince;
Başbakan Erdoğan’a gidip Hilton’a inşaat ruhsatı, Ceyhan’a rafineri izni istemek... Bu olmayınca “Deniz Feneri parası Erdoğan’a gitti” diye yayın yapmak...
Bunun üzerine Başbakan’dan ağıza alınması, hazmedilmesi çok zor bir sürü fırça yemek...
Midesinden girilip ardamarından çıkılmasını sakin sakin dinlemek.. Bunun ardından Erdoğan’la görüşmek için 2 yl boyunca araya onlarca adam koyup yarım saatlik görüşmeden mutlu olmak...
Yediği onca lafın üzerine sülalesini Gümüşhane’ye gönderip “Aile fotoğrafını” Gurur Günü diye manşet yapmak...
Delikanlılık ise doğru ben delikanlı değilim, hiçbir zaman olamadım. Bizim orada buna başka bir şey deniliyor ama onu da sonra yazarım!
Not: Tetikçilerine söyle, beni müdürlük kesmez!

İktidar, uçkurlarımıza sahip çıkmalıdır

Değerli basın ve mensup arkadaşlarım, başkanınız Hayri Gülle olarak 1946 yılı seçimlerine birbuçuk ay kalası bazı konu ve mevzularda fikirlerimi ve projelerimi paylaşmak isterim.

Böyle şeyler ayıptır, mahcub oluyorum fakat danışman arkadaşlarım "Ölümüzü öp" diye yemin ettirdikleri için değiniyorum. Sayın mensup ve basın, bakınız, sizlere daha önce dağıtılmış bulunan ve şu anda elimizde tutmuş olduğumuz İngiliz Ekonomik gazetesinin şahsım hakkında yazdığı övgülere teşekkür ediyorum. Eksik olmasınlar az bile yazmışlar fakat, "Başkan Hayri Gülle bir sonraki başbakan olmayabilir ama gitgide ciddi bir rakip oluyor" sözleri olmamıştır. Sahibine aynen geriye iade ediyorum. Yani böyle öveceklerine dövseler daha iyiydi. Seçimlerde şerefli ikincilikler kazanmaktan başımız döndü mensup arkadaşlar, yıldık, usandık, serseme döndük. Bunlar bize yine seçim kaybettirecekler ve şimdiden sebep belli olmuştur. Uluslararası güç ve basın odakları ellerini partimizden çeksinler yani.
Başbakan'ın çılgın projesi, Başbakan'ın çılgın projesi... Nedir bu görmemişlik mensup ve basın dostlarım? Bunlar kendi şahsımın 2008 vaadleri videosundan çalınmıştır ve Hayri Gülle adına tescillidir. Kaldı ki yeryüzünde ilk kanal projesi Hazreti Musa zamanında gerçekleşmiş, buna rağmen Beni İsrail kavmi, ilk seçimde Hazreti Musa'ya oy vermemişlerdi. Yandaşlarımız sâkin olsun, Hz. Mûsa'ya kalmayan kanal, onlara da kalmaz. Böyle tırışkadan projelerle halkımızı ikiye bölmek, birbirinden ayırıp uzaklaştırmak, arayı sulamak istiyorlar. Düşünün basın ve mensup arkadaşlarım, tam ortasından çılgın proje geçen bir köstebek ailesinin yuvasını dağıtmak hem ekolojik duyarlığa hem de mimarlar odasının içtüzüğüne, genel ahlâka ve ayrıca Şeriat-i Garrâ-yı Muhammediye'ye aykırıdır. Bunlar dini sömürürken dini bile bilmiyorlar.
Hükümet bednamdır. Youtube'daki Hayri Gülle videolarından kopya çekerek halkımızı kandırmasınlar; sıkıysa Sarıyer açıklarına Kızkulesi yapsınlar da görelim... Yapamazlar, onu ben bile yapamam...
Değerli basın ve mensup arkadaşlarım, ortalıkta bazı internet görüntüleri dolaşıyor ve buradan hükümeti kınıyorum, çünkü icraatın başıdır ve her nevi icraattan sorumludur. Bazı arkadaşlarımız, "başımızda hükümet var, başbakan var" diye güvenerek uçkurlarına sahip çıkmamış olabilirler, binaenaleyh iktidar uçkurlarımıza da sahip çıkmalı, aksi takdirde istifa etmelidir, hatta etsinler; mağduriyetimiz diz boyudur.
Proje de proje olsa sayın mensup ve basın arkadaşlarım; bakınız biz Türklerin denizle denizcilikle aramız zaten iyi değildir; bunlar inadına İstanbul'a deniz getiriyorlar. Niçin, yandaşlarına yağmalatmak için. Sıkıysa Sarıyer'e Kızkulesi, Mardin'e asansör yap, Artvin'e trafik sinyalizasyonu yap da görelim bir. Silivri'den Karadeniz'e çocuklar da kanal açar.
Haa, bir dakika, sen kimin malına kanal yapıyorsun hoop bilader? Bak, kapı gibi Montreux Sözleşmesi var burada Elhamdülillah! Bu sözleşme, boğazdan gemi geçiren diğer ülkelerin haklarını arslanlar gibi korumaktadır çok şükür! Olmasaydı bu iktidar Deli Dumrul gibi kanalın başında bekleyip geçenden 50, geçmeyenden 100 bin dolar haraç alacak, yandaşlara yağmalattıracaktı.
Dinsizin hakkından imansız gelir basın ve mensupları; sıkıysa boğazların altından tren geçirsinler de görelim. Yaa, o kadar kolay değil bunlar, sorunuz bakalım bir Hayri Gülle kaç yılda yetişmiştir?

Medyanın rolü!

Beş gündür Suriye'deydim. Birçok il ve ilçeyi dolaştım ve farklı siyasal ve sosyal tercihleri olan yüzlerce insanla konuştum. Medyanın abartılı olarak yansıttığı görüntülerden farklı olarak hiçbir yerde olumsuz bir şey görmedim ama yine de ortada bir gariplik ve bir o kadar gerginlik ve tedirginlik vardı. Çünkü iç ve dış dinamikleri ile muhalefet geri adım atmaya niyetli görünmüyor. Buna karşın iktidarı ellerinde tutanlar bu konumlarını kaybetmek istemiyor ve bunun için de her şeyi göze almış durumdalar. Bunun farkında olan ve bilen Ankara ise her iki tarafla temasını sürdürüyor ve Başkan Esad'ı reform konusunda ikna etmeye çalışıyor. Ancak burada da bir sorun var: Erdoğan; Esad'ı reform konusunda, örneğin çok partili sisteme geçiş konusunda ikna etse bile bence muhalefet dış güçlerden aldığı ve alacağı destekle bununla yetinmeyecektir. Çünkü Libya örneğinde olduğu gibi Batılı ülkeler Suriye'de şimdilik istikrarı istemiyor. Batılı ülke ve güçler Suriye'nin şimdilik karışık olmasını ve gerektiğinde iç savaşa sürüklenmesini tercih etmektedir.
Çünkü böyle bir Suriye Batı'nın bölgesel planları için çok daha önemli ve gerekli. Yani Batı karışık bir Suriye üzerinden Türkiye'ye, Irak'a, Lübnan'a ve son olarak İran'a yönelik projelerini gerçekleştirmeyi planlamaktadır. Bu planının ilk adımı olarak Batılılar çeşitli yol ve yöntemlere başvurarak Şam üzerinde baskılarını yoğunlaştırıyor ve Suriye'nin İran'dan uzaklaşmasını sağlamak için uğraşıyor.
Mısır'ın önemli rol üstlendiği son Hamas-Fetih ani barışmasına bu açıdan bakılabilir. İşte ben başından beri bu nedenlerle Suriye ve bölgedeki gelişmelere Batılıların coğrafyamıza yönelik yeni bir planı çerçevesi içinde bakıyorum. Yine bu nedenle ben Türkiye'nin başından beri Suriye politikasını destekliyor ve önemsiyorum. Çünkü bana göre Suriye'de bir değişim olacaksa bu ancak Esad'ı ikna yoluyla olur. Belki ikna süreci uzun olabilir ama diğer alternatiflerin başarı şansı pek yok ve sonuçları itibarıyla Suriye ve dolaylı da olsa Türkiye için felaket demektir. Bunun farkında olan Başbakan Erdoğan sık sık Başkan Esad ile konuşmakta ve reform konusunda onu ikna, teşvik ve cesaretlendirmeye çalışmaktadır. Elbette Başbakan Erdoğan bu reformların kolay olmadığını ve neden zor gerçekleşebileceğini anlamaktadır. Ama Başkan Esad da Başbakan Erdoğan ve genel olarak Türkiye'nin içinde bulunduğu iç ve dış zor durumu da anlamalıdır.
Yani Başkan Esad içte ve dışta oynanan oyunu bilerek ve anlayarak kendi halkının tüm beklentilerine karşılık vermeli ve halkın farklı nedenlerle de olsa yükselen tepkilerini anlayarak gereğini yapmalıdır. Bu kolay olmayabilir ve kolay değildir ama Batı kendi planında ısrarlı olacağına göre Esad Türkiye'nin de desteğini alarak kendi halkına saygı ve sevgide ısrarlı olmalıdır. Esad; Suriye'de ve bölgede oynanan çok tehlikeli oyunu bir an önce görmeli ve Türkiye ile birlikte bu oyunu bozmalıdır. Bunun da tek koşulu yolsuzluklardan, pisliklerden arınmış özgür, demokratik ve çağdaş Suriye için uğraş vermektir. Bugün Suriye'de egemen olan yapının buna izin vermesi elbette kolay değil. Ancak arkasında Türkiye gibi bir dostu alan bir Esad bu yapının etkinliğini kırabilir, kırmalıdır.
Suriye'nin başka hiçbir şansı ve alternatif siyasal tercihi yoktur ve olamaz. Var diyenler şimdilik Libya'ya, Irak'a, Yemen'e bakabilir. Hiçbir şey El-Cezire'nin göstermeye çalıştığı gibi değil. Irak'ı Katar'ın başkenti Doha'daki Merkez Komutanlık Karargahı'ndan işgal eden ABD şimdi de bölgenin tümünü yine Doha'daki El-Cezire'nin provokatif yayınları ile kargaşaya sürükleyip kendi denetimi altına almaya çalışıyor. Boşuna dememişler: Cephede bir yalan bazen bir ordudan daha etkin ve güçlüdür. Bunu iyi bilen de bu amaçla kurulan El-Cezire'dir. El- Cezire'nin bugünkü halini ilk gören de benim. Çünkü daha ilk kurulduğunda (1998)  bu kanal ile 10 ay çalışıp ne olduğunu anlayınca hemen istifa etmiştim. Yani ben El-Cezire'nin bugünler için kurulduğunu daha o zaman anlamıştım. Başta Suriye ve Libya olmak üzere bölgemizde yaşanan olaylara ve satılmışlık dışında inançları uğruna hayatlarını kaybeden insanlara çok üzülüyorum.

Şam’ın şekeri, Arab’ın yüzü

 
Beni Şam’ın şekeri de ilgilendiriyor, Arab’ın yüzü de.. Filipinler de bana uzak değil..Sadece Müslümanlar, Türkler, Araplar da değil, tüm mazlumlar..

Çünki, Allah bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek ister..

Allah, zalimlere yardım etmeyin, sonra ateş size de dokunur der..

Hiç kimse çevresinde olup biten şeyleri görmezlikten, duymazlıktan, bilmezlikten gelme hakkına sahip değildir.. Kenarı Dicle’den, Fırat’tan söz ediyorum!. Komşuda pişen “zehirli aş”dan söz ediyorum.

Suriye’de işler uzadıkça daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor..

Suriye üzerinde karmaşık hesaplar var. Suriye’de rejim değişikliği, İran’ı sıkıntıya sokabilir. Aynı şekilde böyle bir şey Ürdün’ün sonu olabilir. İran’dan yeteri kadar destek alamayacak olan bir Hizbullah’ın bölgedeki etkinliği azalabilir.. Suriye bölgede dengelerin altüst olmasına yol açacaktır.. Bu durum İsrail açısından, Suriye’den kurtulmak anlamına gelmiyor aslında. Ama yeni ve farklı bir “düşman” ile karşı karşıya kalacak demektir..

Suriye’den insanın kanını donduracak işkence tecavüz haberleri geliyor.. Herkes Ankara’nın tavrını merak ediyor. Seçim öncesi, iç ve uluslararası dengeleri altüst edecek bir şekilde sürecin kontrolden çıkmasından kaygı duyuyor.. Herkesin umudu da farklı, korkusu da. Suriye derin devleti de bunun farkında. Onun için fütursuzca saldırıyor.. Esad bana kalırsa kontrolü kaybetmiş durumda..

Suriye’ye tanınan süre aşıldı ve hâlâ bir gelişme yok.. ABD bu durumu kullanarak, yanına İngiltere ve Fransa’yı da alarak Irak’tan sonra Suriye’yi de işgal etmeye kalkarsa bu durum mevcut krizi daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacak. Bu gerekçe ile Suriye’deki duruma sessiz kalmak düşünülemez.. Durum Guantanamo’dan ya da Mübarek’in zindanlarından farklı değil. Bu ölümlerden ölüm beğenmek olur. Sonuçta zulüm tek bir millettir..

İslam Konferansından bir ses yok. Arap Birliği de gelişmelere seyirci. Katar emirinin Suudi hanedanlığı ile akrabalık ilişkisi El Cezire’nin yayınlarını da etkiliyor. BAE bile gelişmeler karşısında tarafını Baas’tan yana olarak seçti..

Durum hiç de iç açıcı değil. Bir yandan bir Şii-Sünni çatışmasından kaygı duyuluyor. Bir iç savaş ya da katliam olabilir.. Şiilik ve Selefilik, El Kaide tartışması da başlamış durumda..

Her şeyden önce katliamın ve tecavüzlerin durdurulması gerek.

Ve ülkede ne olacaksa bir an evvel olması şart. Mevcut durumda sorun daha da derinleşiyor.. Bu durumu fırsat bilen İran’da iç karışıklıklar çıkabileceği gibi, İran Bahreyn ve Suriye’de sürece müdahele etmek isteyebilir. Bu da bir Suudi-İran çatışması demektir..

Yemen, Bahreyn, Suriye ve Lübnan cephesinde Suudiler ciddi bir şekilde markaja alınabilir..

Her şeyi tek başına iktidardan ve hatta tek başına Erdoğan’dan beklemek, iktidara da Erdoğan’a da iyilik yapmak anlamına gelmiyor.. STK’lar, kanaat önderleri ne yapıyor?

“Zaferi Halid’den bekliyor olmak”, bize ne kazandırabilir ki!

Geçen gün bir aday arkadaş öyle diyordu; “Bizi arayıp soruyorlar, sizin için ne yapabiliriz” diye.. O sizin ne yapabileceğinizi ne bilsin.. “Ne yapabiliyorsanız onu yapın” diyorum diyor. Aynen öyle.. Kim ne yapabiliyorsa onu yapmalı.. İran da Suriye de Ankara da hesabını buna göre yapmalı. En azından bir an önce kanın akması, tecavüz ve işkence durdurulmalı ve kan dökenin, tecavüzcünün ve işkencecinin yaptığının yanına kâr kalmayacağını birileri bilmeli. Onların izini süreceğimizi, hukuk yolu ile hesap sorulacağını bilmeli birileri. Meydanı boş bulmamalı kimse.. Bölgenin işgalini kabul etmeyeceğimizi de haykırmalıyız. Dahası, bu çatışma, dini, mezhebi, etnik bir çatışmaya dönmemeli, çatışma ülke geneline yayılmamalı.

Bakın! Komşudaki yangın yarın bize de sıçrar.. Bu durum Siyonistlerin, sömürgecilerin iştahını kabartıyor. Bakmayın sureti haktan gözüktüklerine, fırsat kolluyorlar. Yangına körükle gideceklerdir..

Ankara’nın mekik diplomasisini hızlandırması gerek. İslam Konferansı’nın ve Arap Birliği’nin derhal devreye girmesi gerek. Öyle anlaşılıyor ki, bu durum bölgede devam edecek. İslam Konferansı kendi bünyesinde bir barış gücü oluşturmalı ve devam eden katliam ve insanlık dışı muameleleri inceleyecek ve sorgulayacak ayrı bir divan oluşturmalı. Ankara’nın bu konuda sorumluluk üstlenmesi şart.. Diğer otoriter rejimler de bugüne kadar olanlara bakıp, ayağını denk almalı ve bundan sonra işlerin bu şekilde devam etmeyeceğini, edemeyeceğini görmeleri gerekir..

Haksızlıklar karşısında susmayalım. Zalimlere yardım etmeyin, sonra ateş size de dokunur.

Herkesin bir hesabı var, Allah’ın da.. Sonunda galib olacak olan O’dur. Selâm ve dua ile..

Not: Bugün İzmit’te, “Başörtü için özgürlük yürüyüşü”nde, birlikte olalım inşaallah.

"Başımıza taş yağacak"

Geçmişte, uygarlığın hızlı ilerleyişi, bilimin ve teknolojinin nimetlerinin büyük bir hızla günlük hayatımıza girip geleneksel değerleri altüst edişi karşısında paniğe kapılan anneanne ve dedelerimiz bizleri "böyle giderse yakında kıyamet gününün geleceğini ve başımıza taş yağacağını" söyleyerek korkuturlardı. Büyüdük, anneannelerimizin "taş yağacak" korkutmacalarından kurtulduk; şimdi de çevreciler çıktı başımıza. Bu kez de onların pompaladığı kıyamet korkusuyla hayatımız zehir oluyor. Biz günahkar kulların deldiği ozon deliğinden başımıza taş yağacağı günün korkusuyla tiril tiril titriyoruz. Tahrip ettiğimiz doğanın intikam saatini bekleyerek yaşıyoruz.
Onlara kalsa, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyi değiştirmeden, parmağımızı oynatmadan geçip gitmemiz lazım bu dünyadan. Koyduğun yerde otlayan koyunlar gibi...
Ama insanız işte, boş duramıyoruz. İlla da bir şeyler yapacak, bir şeyleri değiştireceğiz. Orada bir boğaz dururken, yanı başına bir tane de biz yapmaya kalkıyoruz mesela...
Vay sen misin böyle şeyler düşünen! Önce çevreci felaket tellalları başlıyor bağırmaya. Green Peace Akdeniz sorumluları kıyameti koparıyor: "Böyle kanallar açmak için gereksiz yere inanılmaz bir enerji harcanacak. Çimentosu, kumu için doğal alanlar tahrip edilecek."
Harcanacak enerjinin gereksiz olduğuna nasıl hükmettiklerini belirtmiyorlar tabii. Onlar gereksiz görüyor ya, yeter...
Yeşiller Partisi de Green Peace'den geri kalmıyor: "Doğaya ve coğrafyaya yönelik bu kadar büyük çaplı müdahalelerin bedeli ağır olur. Hiçbir ekosistem bu kadar ani ve büyük bir müdahaleyle başa çıkamaz. Sözü edilen bu projeyle İstanbul'un yerel iklimi bile değişecek."
Sizce ne kadar "büyük çaplı müdahale" uygundur Sayın Yeşiller? GAP da Güneydoğu'nun iklimini değiştirmedi mi? Bütün büyük barajlar ekosisteme müdahale değil midir? Bu böyle diye barajlardan vazgeçiyor muyuz? (Gerçi çevreciler hidroelektrik santrallerine de karşı ama neyse...)
Ve tabii malum oda ilk topa girenlerden. Mimarlar Odası'nın eski ve yeni başkanları her zaman her şeye karşı çıktıkları gibi, Kanal İstanbul'un da karşısındalar.
Oktay Ekinci "Bir öğrencim bu projeyi önüme getirse sıfır veririm" demiş o her zamanki tepeden bakan üslubuyla. Şu anki başkan da ondan geri kalmamış. Proje antidemokratik ve bilimi dışlayan bir şekilde gündeme geliyormuş. (Bilim derken kendilerini kastediyor; bilimi sadece onlar temsil ediyor ya...) Projenin uygulanması İstanbul'a aykırıymış. İstanbul bu projenin sebep olacağı nüfus artışını kaldıramazmış.
 Yahu hele bir durun bakalım; projenin detaylarını bekleyin biraz! Etüt çalışmalarını izleyin; veriler ortaya çıksın; düşünün taşının, hesap kitap yapın, ondan sonra söyleyin söyleyeceğinizi...
Ama hayır... Onların karşı çıkmak için bir şey bilmeye ihtiyaçları yok. Biri bir çivi çakmaya kalkıyor ve onlardan izin istemiyor. Bu kadarı yeter...
 X x
Tahmin edebileceğimiz gibi, muhalefet partileri çevreciler gibi "ideolojik" takılmıyorlar. Onlar "damardan" girip; kitlelerin en geri kesimlerinin bam teline basmayı tercih ediyorlar.
"Bunca yoksulluk varken" edebiyatı ve rant düşmanlığı...
Kılıçdaroğlu'nun tepkisi bir politikacı olarak vizyonunu çok güzel ortaya koyuyor doğrusu. İlk gün "önce aç çocukları doyursunlar" gibilerden son derece "yaratıcı" bir çıkış yaptıktan sonra, ertesi günü asıl incisini yumurtluyor: "Bu projede insan yok!"
Bahçeli ise "Yeni imar planlarıyla İstanbul'u soyup soğana çevirenler şimdi 'Çılgın Proje' ile yeni zengin türetme yolları deniyorlar" yorumunu yapıyor. Ve böylece bizler de Meclis içi muhalefetimizin çapını, düşünce üretme kapasitesini bu olay vesilesiyle bir kez daha görmüş oluyoruz.
Ama kabul edelim ki, siyasi partiler arasında en özgün değerlendirme İşçi Partisi'nden geliyor: "Bu proje ABD'nin projesidir. ABD'nin uçak gemilerine hizmet edecek."
Gördüğünüz gibi, tartışma pek de verimli başlamadı. Bakalım arkası nasıl gelecek?..

Antalya uçağında olay!

Bu akşam Antalya'da önemli bir ödül töreni var.

Antalya Büyükşehir Belediyesi kuruluşu olan AKSAV'ın önderliğinde gerçekleşen organizasyon için dün İstanbul'dan çok sayıda sanatçı, televizyoncu ve gazeteci Antalya'ya gitti...
Organizasyon komitesi, konukları Antalya'ya götürmesi için Atlas Jet'ten uçaklar kiralamıştı.
Uçaklardan birincisi Atatürk Havalimanı'ndan saat 11.00'de kalkacaktı.
Yolcular tam zamanında uçağa alındı.
Ancak, makul bir süre geçtiği halde uçak aprondan hareket etmedi...
Yolculara hiçbir açıklama da yapılmıyordu...
Yarım saat geçmişti ki ilk tepki Tekin Akmansoy'dan geldi.
Antalya'ya kendisine verilecek 'Onur Ödülü'nü almaya giden usta oyuncu hosteslerden birine sordu, "Ne oluyor kızım, neden gitmiyoruz?"
Kız, "Bilmiyorum, kaptan açıklama yapar" diye yanıt verdi.
Akmansoy sinirlendi, "Ne zaman yapacak açıklamayı, sıkıldık burada beklemekten!"
Kız arkasını dönüp uzaklaştı oradan...
XXXXXXXX
'Adını Feriha Koydum' dizisinin oyuncuları uçaktaydı.
Feriha'nın babası 'Rıza Bey' karakterini canlandıran Metin Çekmez, aynı hostese söylendi.
"Götürmeyecekseniz inelim uçaktan ya da hemen niye beklediğimizi söyleyin!"
Hostes kız, "Amirime söyleyeceğim" dedi, Çekmez, "Amirini buraya gönder, bize açıklama yapsın" diye üsteledi.
XXXXXXXX
Neyse ki 5 dakika sonra bir anons yapıldı ve elde olmayan sebeplerden dolayı bekleme yapıldığı, kuleden kalkış için izin beklendiği söylendi.
Bekleme süresi 1 saate ulaşmak üzereydi ki 'Adını Feriha Koydum' dizisinde 'Emir' karakterine hayat veren Çağatay Ulusoy bir başka hostese sordu?
"Acaba, Kaptan Antalya'ya uçmaktan vaz mı geçti?"
Kız, "Yoo" dedi, "Anons yapıldı duymadınız mı?"
Ulusoy, "Duymadım" diye yanıt verince, kız hem yürüdü hem söylendi:
"O zaman kulaklarınızda problem var, bir doktora görünün!"
Genç oyuncuların oturduğu bölümden bir kahkaha koptu:
Dizide 'Hande' rolünü oynayan Ceyda Ateş, oyuncu arkadaşına takıldı:
"Sen en iyisi kulaklarını iyice bir yıkat, doktora git!"
Az sonra hostesler, sıkılan yolcuları biraz yatıştırabilmek için çay, kahve servisi yapmaya başladılar...
XXXXXXX
Bekleme süresi bir saate ulaşmıştı ki, kanatlı dev kuş yerinden kıpırdadı ve işkenceye dönüşmeye başlayan bekleme sona erdi.
O sırada yolcular, kulede yaşanan bir bilgisayar hatasından dolayı havalimanı trafiğinin felç olduğunu, sıkıntının bu nedenle yaşandığını öğrenebilmişti.

Sahtekâr ahtapot kim?

Balyoz duruşmasında, bazı şüpheliler, iki gün önce Eskişehir'de ele geçirilen yeni belgelerin de sahte olduğunu ileri sürmüşler. Ergenekon'dan Balyoz'a, Kafes'ten İrtica ile Mücadele Eylem Planı'na kadar hep aynı iddia: Sahte... sahte... sahte...
Son bir örnek vermek gerekirse, Fuhuş ve Askeri Casusluk çetesi sanıklarından İbrahim Sezer'in avukatı İhsan Nuri Tezel, duruşmada, Poyrazköy sanığı Ergin Geldikaya'nın evinde bulunan flash belleğin, İbrahim Sezer'den çıkmış gibi gösterildiğini söylemişti. Gazeteler, bu iddiayı manşet yaptı. Avukat Tezel'e göre, Geldikaya'nın flash belleği, suç unsuru bulunmamasına rağmen ailesine teslim edilmemiş ve birileri, müvekkili Sezer'i zan altında bırakan belgeleri söz konusu flash belleğe yüklemişti.
Ne kadar önemli bir iddia değil mi! Ama anında yalan olduğu meydana çıktı. Aynı marka ve aynı seri numarasını taşıyan birden fazla flash belleğin olması doğalmış. Geldikaya'nın ailesi, defalarca davet edilmesine rağmen, flash belleği almaya gelmemiş ve flash bellek, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde muhafaza ediliyormuş. Aynı marka ve seri numarasını taşıyan İbrahim Sezer'e ait flash bellek ise, Adli Emanet'te bulunuyormuş.
Avukat İhsan Nuri Tezel daha önce de, "Müvekkilimin ifadesini saptırdılar. Telefonda 'Ben ondan sonra Vika'nın yanına uğrarım ...meye' demediği halde, sarf etmediği sözlere dayanarak, çeteyle arasında irtibat kurdular" demişti. Bu da gazetelerde "Sehven ifade" şeklinde alaycı başlıklarla yer bulmuştu. Halbuki, Sezer'in ikametinde ele geçirilen telefon fihristinde, çeteyle ilişkiyi doğrulayan veriler mevcut olduğu gibi, yaptığı çok sayıda telefon görüşmesi, dijital veri ve doküman (200 TSK mensubuna ait özel hayatlarıyla ilgili video görüntüleri, fotoğraflar, mail vs.) örgütle bağlantısının delillerini oluşturuyordu.
Nedense Casusluk davası, Balyoz ve Ergenekon kadar ilgi çekmedi; hep başka olayların gölgesinde kaldı. Ya da sadece davayı sulandıran iddialar gazetelere yansıdı.
***
Balyoz davasından yükselen protestoları okuyunca, "Eski köyde yeni adet yok" diye düşündüm: Eskişehir'de emekli hava istihbaratçı Albay Hakan Büyük'ün evinde Oraj Planı'na ilişkin yazışmalar ele geçirildi. İddiaya göre, belgelerde, Oraj Planı ortaya çıktığı takdirde, "yeniden yapılanma" ve "askeri soruşturmada kendini koruma" yöntemleri anlatılıyordu. Balyoz duruşmasında aynı sesleri duyduk: Sahte... sahte... sahte..."
Eli, ahtapotun kolları gibi her yere uzanıp, binlerce sahte belgeyi hazırlayanlar kim öyleyse? TSK bunları yakalayamıyor mu?

“Kasetçiler” bulunmazsa Türkiye cehennem olur

İnternete düşen kaset vakası MHP’yi de vurdu..
Bahçeli doğru olanı yaptı.. Yardımcım mardımcım demedi, komplodur momplodur dinlemedi anında kapının önüne koydu..
Kutlamak lazım..
Siyasette olması gereken oldu..
Böyle kişilerin siyasette yeri yok..

***

Bu iki siyasetçiyi linç edelim ama bir dakika da diyelim..
O görüntüleri kim çekti? Kim servis etti? Kim yayınladı?
Buna da bakalım..
Üzerine gidelim.. Üzerine gitmezsek Türkiye cehennem olur?

***

Bu arada Bülent Arınç’ın istediği yasa Meclis’ten geçseydi bu tür görüntüleri yayınlamak suç olmayacaktı.. Özel hayat ayaklar altına alınacak, internet  sitelerinin en makbul videosu olacaktı..
Direkten dönmüşüz!..
Mehmet Tezkan / Milliyet
+++
Seçim için geri sayım hızlandıkça malum odakların karalama kampanyası arttı. Tam bir ’Alttan oyma peşindeler’. MHP’nin dört isminin kayda düşürülmesi önemli. Bereket Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin tavizsiz tutumu, tezgahın hızını düşürdü. Kelleleri kopardı attı.
Burhan Ayeri/ Akşam
+++
Erdoğan Silivri’yi Pınarhisar sanıyor olmasın
785 gündür hapiste 61 gündür hücrede yatmakta olan meslektaşımız Mustafa Balbay  dünkü Cumhuriyet’te Başbakan Erdoğan’a bir açık mektup yazdı. Hapishane koşullarının her geçen gün ne denli ağırlaştığını anlattığı mektubu özetleyerek aktaralım.
“Açık görüş 2010 Nisan’ına kadar 2 saatti. Bir yıl önce 1 saat 15 dakikaya indirildi. Bu ayın başında da ileri demokrasi biraz daha ilerletildi ve 1 saate indirildi. Bu aylık açık görüş için Sivas, Erzurum, Kilis’ten gelenler var...”
Haftalık bir başka ’sevinç günü’de telefon günüymüş. Haftada 10 dakika kan bağınızın olduğu bir kişi ile görüşebiliyorsunuz.
Balbay, mektubunun devamında Başbakan’ın hapishane günlerini anlatan, “R. Tayyip Erdoğan - Bir Liderin Doğuşu” adlı kitaptan bir bölüme yer vermiş. Erdoğan’ın birlikte hapis yattığı Hasan Yeşildağ, o günleri kitapta şöyle anlatıyor:
 “Öğleden sonra kalkıp güne hazırlanıyordu. Ardından ziyaretçi akını başlıyordu... Gelenleri gruplar halinde görüşme salonuna alıyorduk... Ziyaretçilerin getirdiği yiyeceklerle başımız dertteydi. Bir gün Erhan Şenol isimli restoran sahibi balık pişirip getireceğim, dedi. Reise balık ziyafeti çekmek istiyor. Bütün hapishaneye olursa, kabul ettim. Bir minibüs getirdiler, dışarıda pişirip servis yapacaklar. Nasıl rüzgâr var anlatamam. Ocakları alın içeri dedim. İki ahçı, iki garson, tencere tabak aldık içeri. Ahçılar pişirdikçe servis yapıyor, biz afiyetle yiyoruz.”
Melih Aşık / Milliyet
+++
Birazcık delikanlı ol Ergun
BEN sana laf ediyorum, sen bana cevap vereceğine Aydın Doğan’a saldırıyorsun. Yaptığın şark kurnazlığının maksadı belli: İşin içine patronu karıştırarak, aklınca benim sana edeceğim lafların önünü kesmeye çalışıyorsun.
Daha dün Aydın Doğan’a, “Cemaatçiler bizim gazeteyi ele geçirdi, ben sizinle çalışmak istiyorum” diye sırnaşıyordun. Bugünse utanmazca ve pişkince saldırıyorsun.

***

Unutma Ergun, senin de kalemin var, benim de... Aramızdaki kalem kavgasına, elinde kalem olmayanları niye karıştırıyorsun ki?
Ne yani?
Ben de seni bırakıp elinde kalem olmayan patronuna mı laf edeyim?
Patronundan “Tevhit” diye söz edip sövgü sözleri mi sıralayayım? “Olmuyor böyle Tevhit... Gazetendeki adamlarına sahip çık...” falan diye edepsizlik mi yapayım?
Kısacası... Ben de çirkinleşeyim mi? Bunu mu istiyorsun? Bırak bu işleri Ergun...
Ahmet Hakan / Hürriyet
+++
Gemicik oluyorsa boğazcık neden olmasın şekerim...
Yunanistan’da Korint Kanalı var. Haybeden 400 kilometre yol yapıp Mora Yarımadası’nın etrafından dolaşacağına, zırt diye, Ege Denizi’nden Adriyatik’e geçivermeni sağlar.
Rusya’da Volga-Don Kanalı var. Volga ile Don nehirlerini öpüştürür, böylece, arasında denizyolu irtibatıolmayan Hazar Denizi’yle Karadeniz’i birbirine bağlar.
Almanya’da Kiel Kanalı var. Git babam git, taaa Danimarka’nın etrafını dolaşacağına, kestirmeden, Kuzey Denizi’nden Baltık Denizi’ne geçersin.
Finlandiya’da Saimaa Kanalı var.
Deniz gibi kullanılan ama, eskiden denizle irtibatı olmadığı için oturma odasındaki küvet gibi duran SaimaaGölü’nü Finlandiya Körfezi’ne bağlar.
Kanada’da Welland Kanalı var.
Bizim oturma odasındaki leğen gibi duran Van Gölü’nün benzeri Ontario Gölü’nü, Erie Gölü’ne bağlar, oradan Atlas Okyanusu’na yol açar... Böylece, deniz ebatındaki göllerinde anca sandalla kefal tutacağına, vızır vızır tanker dolaştırırlar.
Panama Kanalı malum...
Zart diye Atlas Okyanusu’ndasın, zort diye Pasifik Okyanusu’nda.
Süveyş Kanalı desen...
Antalya’dan demir alıp, boydan boya Akdeniz’i geçip, Atlas Okyanusu’nun dibine kadar inip, Afrika kıtasınınaltından kıvrıla kıvrıla dolanacağına, tereyağından kıl çeker gibi Kızıldeniz’e süzülürsün. İster Aden’e git, ister Basra’ya.
Ya bizimki?
Karadeniz’i Marmara Denizi’ne bağlayacakmış iyi mi...
Arada irtibat yoktu çünkü.
Arazileri çılgın’casına kapatan ileri görüşlü (!) arkadaşlarla, memlekete boru döşeme uzmanı olan müteahhitlerin cebi arasında güzel bi kanal olacak sanırım...
Yırtarım semtleri
cüzdanlara sığmam, taşarım
kükremiş sel gibiyim
İstanbul’u çiğner, aşarım
hangi çılgın bana zincir vuracakmış?
Şaşarım.
E adını koyalım.
Arap’ınki Süveyş...
Bizimki olsa olsa, söğüş kanalı.
Yılmaz Özdil / Hürriyet
+++
Size acil şifalar...
Üniversite giriş sınavı yapıyor.
Cevap anahtarını şifreli biçimde diziyor.
Yandaşların çocuklarına bir fısıltı:
-En büyük rakamın sağını işaretle, yeter.
Böylece, veriliyor kopya...
Lakin; ayaklarına dolaşıyor bu haksızlık...
Anlaşılıyor.
İnkar ediyor badem bıyıklı...
Ona kefil oluyor cumhurbaşkanı...
Kefil oluyor AKP’nin kodamanları...7
ÖSYM Başkanı, Prof. unvanlı Ali Demir...
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a bağlı...
Özcan’ı oraya getiren ise Abdullah Gül...
AKP’lilere hep kefil olan kişi...
Hatta adı yolsuzluk iddialarına karışan  Kayseri Belediye Başkanı’na bile...
Daha savcı sözünü söylememiş...
Amma Sayın Gül kararı vermiş:
-Kefilim!
Çankaya mı kefalet kooperatifi mi orası?
...
Gazetecileri bile andıçlamış...
İktidara yakın olanlarla uçuyor hep...
Cumhuriyet ve Atatürk yanlısı kimseyi almıyor oralara...
Çünkü AKP’ye kefil...
Abdullah Gül...
...
Eğer bugün sınavlarda skandal yaşanıyorsa baş sorumlu bellidir:
Abdullah Gül...
Hükümetle el ele...
YÖK’ü değiştirtti...
ÖSYM’yi değiştirtti...
Ve geldik sınav skandalına...
...
Malezya İslam Üniversitesi’nden gelme zatı YÖK Başkanı yaptı...
Adı intihalle (bilimsel hırsızlıkla) karışık Ali Demir ÖSYM Başkanı...
Peki siz bu hamurdan ne çıkacağını sanıyordunuz?
...
Bunca sözden sonra anlamadınız mı?
O zaman size şifalar dilerim...
Rıza Zelyut / Güneş
+++
Soru: Erdoğan’ın çılgın projesi nasıl yorumlanabilir?
Yanıt: “Başbakan, Türkiye’nin tarihinden sonra coğrafyasına da damgasını vurmak istiyor...”  
Haldun Ertem
+++
AHA’nın bildirdiğine göre...
Hani AA, ANKA, DHA, İHA
gibi...
Her konuda mutlaka ve kesinlikle bir görüşü olan AHA (Arınç Haber Ajansı) bildirdi:
 “ÖSYM gibi olayların üst üste ve bilhassa bu seçim dönemine denk gelmesinin altında bir husus var...”
Hımmm...
AKP’ye komplodur(!) o “husus” olsa olsa...

***

19 Mayıs 2010...
Bülent Arınç Manisa’da açıkladı:
 “ÖSS kumar olmaktan çıkmalı... Yeni formül üzerinde çalışıyoruz...”

***

22 Eylül 2010...
Bülent Arınç Ankara’da konuştu:
 “ÖSYM’nin bir değişime ihtiyacı var... Bir değişim yapmamız lazım... Hükümetimiz ve Milli Eğitim Bakanımız ÖSYM’yi yeniden yapılandırıyorlar...”

***

Ve AHA Arınç şimdi:
 “ÖSYM’deki rezaletlerin böyle üst üste, tam da seçim dönemine denk gelmesinin altında bir husus var...”

***

Husus?..
AKP’ye karşı “bir komplo”
demeye getirdiğini anlıyoruz, eşek değiliz ya...
Oysa AHA’yı iyi izlerseniz “AKP, hükümet ve Milli Eğitim Bakanı yeni bir formül üzerinde çalışarak ÖSYM’de değişim” yaptılar...
Tıpkı öbür kurumlar
gibi...
YÖK gibi, TRT gibi, RTÜK gibi, yüzlerce tarafsız olması gereken kamu kurumu gibi...
Bir badem bıyık da oraya
oturttular...
AHA böyle oldu...

***
Ama Allah’ın parmağı vardır, işte en son ALES’te; sen sınav yap, soru kitapçığını unut ALESen...
Salon tamam, öğrenci yerinde, gözlemci var, kalem hazır...
Soru yok...

***

Olanların altındaki “husus” tur
işte...
İlkel zihniyetlerle çağdaş kurumlar ancak bu kadar işler...
Entari ile plaja gitmek gibidir bu...
Suya girince kıçınız gözükür...
AHA...
Bekir Coşkun / Hürriyet
+++
Babalar gibi düşünün!
Olayı örtbas etmeye çalışanlar matematik testine ait 40 sorunun tümünü yapanların geçen yıldan daha az olmasını sınavı aklayan bir gösterge sayıyorlar.
Oysa hatırlamak lâzım: Şifreleme, kopya şüphesi doğurmayacak biçimde düzenlenmiş, kasıtlı olarak bazı sorulara yanlış cevaplar verilmişti.
Ayrıca birkaç yüz adayı kayıran bir sahtekârlık söz konusu ise bunu açığa çıkarmanın daha da zor olacağını düşünenler az değildir.
Dünkü gelişme, milyonlarca insanın taşıdığı şüpheleri gidermemiştir.
Seçime giderken ağır bedeller ödeteceğini bile bile iktidar, bırakın öğrencilerden yana olmayı, tarafsız bile davranamıyor. Suç ortağı gibi davranıyor.
Sorular geç de olsa cevabını bulacaktır.
Ama yine en ağır bedeli, şaibeli birinci sınavın stresi altında ikinci sınava hazırlanamayan öğrenciler ve aileleri ödeyecektir.
İkinci sınavı da güvenilirliği sıfıra inen Ali Demir’e emanet etmek göreve ihanet suçu işlemektir.
İktidar sahipleri hiç değilse bu meseleye evlât sahibi birer baba gibi yaklaşsınlar!
Güngör Mengi / Vatan

27 Nisan 2011 Çarşamba

Fransız uçakları Şam'ı bombalarken!

Suriye işgal mi edilecek? Şam yönetimi, şehir şehir kan akıtıyor, muhalefeti sindirmek için hazmedilemeyecek uygulamalara imza atıyor. Bu yönüyle pusuda bekleyen müdahaleci güçlere zemin hazırlıyor.
ABD, vatandaşlarını, zorunlu olmayan elçilik personelini Suriye'den çıkarıyor. İngiltere, aynı şekilde tahliye yapıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'la ABD Başkanı Barack Obama tam elli dakikalık ağırlıklı olarak Suriye konuşması yapıyor. Ardından Erdoğan mesajları Beşşar Esad'a aktarıyor.
CIA Başkanı Leon Panitta, bu bölgede her işgal, operasyon ve olağanüstü gelişmeler öncesinde olduğu gibi, Ankara'ya geliyor. Türkiye'ye ne dedi, ne istedi henüz belli değil. Suriye'nin "kritik eşikte" olmasının ötesinde, Türkiye'nin uyarılarının ötesinde neler elbette bilmiyoruz.
Ama ABD, özellikle de İngiltere bugünlerde Türkiye'ye şu teklifi ya da ikna edici öneriyi yapıyor olabilir mi: "Gel, Suriye'deki muhaliflere yakın dur, bu ülkede rejimi değiştirelim. Ya da buz bu ülkeye askeri müdahale yapacağız, sen kenarda dur, gölge etme..."
Şu anki harita bu tür ihtimalleri düşündürecek nitelikte.
Afganistan, Taliban ve El Kaide gerekçe gösterilerek işgal edildi. Irak, Saddam Hüseyin gerekçe gösterilerek işgal edildi. Sudan, benzer gerekçelerle parçalandı. Somali, doğalgaz kaynakları için yine istikrarsızlıklar gerekçe gösterilerek saldırılara uğradı. Son olarak Libya, Kaddafi rejimi gerekçe gösterilerek iç savaşa sürüklendi. Hava saldırıları devam ediyor, kara operasyonu hazırlıkları yapılıyor.
Irak işgalinden hemen sonra Suriye'yi işgal edeceklerdi. Irak'ta hesaplar tutmadı, gecikti, bölgesel direncin de tazyikiyle bu işgal engellendi. Suriye Lübnan'dan çıkarıldı. Ardından İsrail Lübnan'a saldırdı. Çünkü ülke tamamen savunmasız bırakılmıştı. Şimdi Suriye'ye yönelik askeri müdahale tartışmaları yeniden başlıyor.
Artık olay, Suriye'de rejim-muhalefet kavgasının ötesine geçti. Esad yönetiminin güvenlik birimleriyle muhalifler ve S. Arabistan/Ürdün'den gelen silahlı birimler arasında kıyasıya çatışmalar yaşanıyor. Tabi bu arada masum insanlara yönelik kitlesel şiddet kontrolden çıkıyor.
Peki bundan sonra ne olur:
Sanırım endişelerimizi aktarmakta başarısız olduk. Olayın vahametini aktaramadık. Bütün bölgeyi karıştıracak "kritik eşikteyiz" gerçekten. Nasıl mı?
Suriye'ye askeri müdahale olursa, Baas rejiminin devrilmesiyle sınırlı olmayabilir. Çok keskin Alevi-Sünni çatışmasına tanık olacağız. Aynı zamanda bir iç savaş yaşanacak ve toplumun bütün kesimlerini içine alacak. Etnik ve mezhep eksenli çatışma Suriye sınırlarına hapsedilemez.
Müdahale başladığı anda Lübnan'da iç savaş çıkacaktır. Yemen'deki olaylar rejimle hesaplaşmadan çıkıp benzer bir kimlik savaşına dönüşecektir. İran'ın etkisiyle Bahreyn'de izlediğimiz Şiilerin ayaklanması, S. Arabistan'ın doğu bölgelerindeki Şiileri etkisine alacak, benzer iç çatışmalar ya da kanlı operasyonlar bu ülkede de yapılacaktır. En önemlisi de, müdahale ihtimali kesinleştiği anda Suriye-Ürdün çatışması hemen başlayabilir.
Çok kötü işaretler alıyoruz. Türkiye'nin güneyini ateş sararsa, buna kim nasıl müdahale edebilecek? Şu an en sıkıntılı başkent Ankara. Suriye'deki her gelişmenin Türkiye için aynı zamanda bir iç güvenlik sorununa dönüşeceğini göreceksiniz. Hele de seçim öncesinde.
Libya'da ne oldu baksanıza. İç savaş ve işgal dışında ne var? Olay adalet, özgürlük mücadelesinden tamamen çıktı. Başka bir hesap görülüyor şimdi. Bir pazarlık... Açgözlü bir pazarlık.. Uzun süre bu iç savaşı ve işgali izleyeceğiz. Yarın Suriye'de çok daha kötüsü olacak. Bu senaryoya karşı Türkiye'de ülkede sözü olan kimse var mı? Ne diyeceksiniz o zaman? Neye müdahale edip neye karşı çıkacaksınız? O noktaya vardıktan sonra kimin hakkı, özgürlüğü, namusu kalacak? Irak'tan ders almadınız mı?
Bağdat bombalanırken duyduğumuz acı hala yüreğimizde. Şam bombalanırken ne hissedeceğiz...

Gandhi’den ana avrat açılımı!...

Ulan helâl olsun size!...

Seks kasedinin himmetiyle koltuğa oturmuş adamı köpürtmekten cilalamaktan asla vazgeçmediniz...

Adamın devirdiği çamları, ağzından çıkan gafları yazsan 3 ciltlik kitap olur!...

Ama siz yılmadınız!.. Herşeye rağmen köpürtmeye, parlatmaya devam ettiniz..

SSK’yı batırmış adama ‘büyük kurtarıcı’ muamelesi yaptınız... Statükonun bekası için tek umudunuzdu Gandhi... Memleketin batıp batmaması o kadar da önemli değildi..

‘Yeni CHP’ martavalına siz de inanmadınız ama ‘Ergenekon’ aşkına desteklediniz!...

Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ahlâkından girdi Haliç’ten çıktı sizin Gandhi!..

‘Hukukun Haliç bölümünde yaşıyor, kokulara alıştı..’ diyerek Haşim Kılıç’a hakaret etti..

Siz ne dediniz?..

‘Aman ne kadar efendi adam!..’

Adam gaza geldi bir kere.. Başbakan’a; ‘Senin maskeni düşüreceğim.. O koltuktan indireceğim..’ dedi..

Siz ne diyordunuz o zaman?..

‘Aman ne sâkin adam.. Siyasete sükûnet, hoşgörü getirdi Gandhi..’

‘Kalpazan Başbakan.., Omurgasız Başbakan..’ dediğinde de çok memnundunuz Gandhi’den..

‘Aman ne kadar dingin bir üslûbu var.. Ne kadar yumuşak huylu.. İnsana dokunmayı seven, kucaklayıcı, sevecen bir adam..’ diyordunuz..

Evet, utanmadan sıkılmadan bunları söylemeye devam ettiniz..

Gandhi çark etti, siz de peşinden çark ettiniz..

Sözünden döndü adam defalarca.. Ondan daha hızlı çıktınız, dönüşlerde tur bindirdiniz adama..

Bu sefer durumu nasıl kıvıracaksınız, çok merak ediyorum..

Ne diyor hoşgörülü, kibar, dürüst, dingin siyasetçi?!..

‘...benim adımı yolsuzlukla anarsan; ananı.., ana..a..., gerisini söylemeyeyim!.. ‘

Evet, gerisini söylemiyor.. Sadece hafiften sırıtıyor..

Ardından şu cümle ile devam ediyor; ‘Biz temiz siyaset istiyoruz..’

Biz de bir şey anlamıyoruz tabi!.. Zira ‘ananı.., ana..a...,’ ile temiz siyaset arasında nasıl bir bağ var onu bulamıyoruz!..

Haklı olarak bir gazeteci, merak ediyor lafın gerisini..

Ve orada soruyor; ‘..ananı.., ana..a...,’ dediniz, gerisini söylemediniz.. Ne diyecektiniz?..’

Kibar, dürüst, kucaklayıcı, dingin ve de temiz siyasetçi cevap veriyor;

‘Aslında daha sert bir ifade kullanacaktım ama doğru olmayacağını düşündüm ve orada kestim!..

Biz o an yine şüpheye düşüyoruz.. ‘Ananı.., ana..a..., sert bir ifadenin başı mıydı, yoksa temiz siyasetin özü müydü?!!...

Neyse ki dün lafın gerisini getirdi de, aklımızda soru işareti kalmadı!..

‘Herkes daha dikkatli olmalı, ayağını denk almalı..’ sözcüğünü kullanmak istemedim, orada kestim..’

Bizim de içimiz fesat!..

Meğer ‘Ananı.., ana..a..., diye takılırken, ‘ayağını’ demek istiyormuş.. Ama birden bu sözün (ayağını denk almalı) sert olabileceğini düşünmüş ve söylemekten vazgeçmiş..

( Doğru, çok sert olurdu.. Yoksa kalpazan, omurgasız, yürüttüğün paralar, Haliç’in pis kokularına alışmış..vs, gibi ifadelerde bir sorun yok!..)

‘Ananı.., ana..a..., dedikten sonra gevrek gevrek gülmesinin sebebi de ortamı yumuşatmak içindi herhalde!..

Herneyse, gereksiz polemikler bunlar..

Ne kadar çok başkalarını anarsan, onlar da seni anar..

Yani ananı, anarlar!..

Hadi bakalım Babıâli’nin ‘bit yavrusu’ yazarları.. ( Aslında ‘yavşaklar’ diyecektim ama sert bir ifade kullanmak istemedim!..’ )

Gandhi’yi bu durumdan da kurtarın..
Biz de şaşıralım, ‘vayy anassını yav..’ deyip şapa oturalım!...

Nuh Tufanı ne ki... Nemrut’lara bir sivrisinek yeter!

 
“Bilmemek” ayıp değil... Öyle ya; bir insan, “her şeyi bilmek” mecburiyetinde değil... Ama, “sorup da öğrenmemek” ayıpların en büyüğü... Öğrenip de yapmamak ise, “küstahlık”tır!..
Hem “bilmemek”, hem “sorup öğrenmemek” ve hem de “ahkâm” kesmeye kalkmak, tek kelimeyle “cahil insan” işidir!.. Böyle insanlara, “çizmeden yukarı çıkma” derler ki; “insan” olan, haddini bilir ve daha ileri gitmez!..
Kimi “özür” dileyip kapatır meseleyi, kimi de “susarak!”
Ama, bazıları da vardır ki; “özrü kabahatinden büyük” lâflar edip, temelli çıkmaza girer!..
HURŞİT GÜNEŞ, UMUTSUZ VAK’A!
Biliyorsunuz; Zonguldak’taki “küfürlü” konuşmasından önce “Cuma Namazı saatinde seçim bildirgesi” açıkladığı için büyük “eleştiri” alan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yaptığı yanlışın farkına varıp; “Kabahat bizde” demişti; “Cuma vaktini hesap edemedik!”
Özür diledi, sıyrıldı işin içinden!..
CHP Genel Başkan Yardımcısı Hurşit Güneş ise; “bildirge”nin açıklandığı toplantıya katıldıkları için “Cuma Namazı kılamayan CHP’li arkadaşları”nın boşuna yakındıklarını söyleyip; “N’oolacak ki, onlar da kaza etsinler!.. Cuma Namazı kaza edilmez diye bir kural yok ki; her namaz gibi Cuma Namazı da kaza edilebilir!!!” diyerek; “ekonomist” eliyle “ilâhiyatçı”ların işine burnunu soktu!..
Epey “uyarı” aldı, tabii!..
Ona dediler ki;
“Cuma Namazı’nın kazası olmaz!”
Ne cevap verdi, biliyor musunuz;
“Ben de biliyorum Cuma Namazı’nın kazasının olmadığını!.. Ama yine de kaza etsinler!”
İşte buna;
“Özrü kabahatinden büyük lâf” etmek denir!.. Hem “yanlış” biliyor, hem de “doğru”su söylenince “yanlışta ısrar” ediyor!..
“Cahil cesareti” dedikleri, böyle bir şey olsa gerek!.. Adam, gerçeği öğrendiği halde, hâlâ “odunum” demeye devam ediyorsa, daha ne diyeceksin?..
Doktorlar bu gibi “ümitsiz vak’a”larda öyle derler ya;
“Bırak, ne yerse yesin!”
CHP’li Hurşit Güneş de;
Böyle bir “ümitsiz vak’a”dır!..
Bırakalım;
Ne konuşursa konuşsun!.. Gitsin; “Kucağına oturtacak adam” arasın!..
MHP’LİLER DERS ALMADI MI?
Aslında, ben “CHP’lileri” pek fazla da yadırgamıyorum...
Çünkü CHP’liler, taa ötelerden bu yana “dinden kopuk”turlar!..
“CHP iktidarları” döneminde, “dinî kitap”ları ve hattâ “Kur’an-ı Kerim”leri bile toplatmışlar, gazetelerde “dinî tefrika” yayınlanmasını yasaklamışlardır!..
İşte, bir defa daha gördük;
“Dinî hassasiyet” konusunda, “Eski CHP” ile Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP”si arasında hiçbir fark yoktur!..
“Eski CHP”de “dine mesafeli”ydi, Bay Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP”si de!..
Dedim ya;
CHP’de değişen hiçbir şey yok!..
“Katranı eritsen de, olmaz şeker,
Cinsini sevdiğim, cinsine çeker!”
Ama, ne yalan söyleyeyim;
“MHP’li kurmaylar”ın, “dini yaşamak” konusunda değilse bile, hiç olmazsa “dine saygı” konusunda “hassas” olduklarını sanıyordum...
Hiç olmazsa “dinî kavram”ları bilirler, meselâ; “Allah’a isyan”ın ne gibi sonuçlarının olacağını aklederler diye düşünüyordum!..
Kaldı ki;
“Dine aykırı bir söylem”in, MHP’nin başına ne “gaile”ler açtığı da tecrübeyle sabit!..
Biliyorsunuz;
Bir zamanlar Nusret Demiral adlı bir eski DGM savcısı, “MHP’den milletvekili adayı” olmuştu da, “Ezan Türkçe okunsun!” deyince, MHP, 1994 yılında “barajın altında” kalmıştı!..
Daha sonraki seçimlerde, bu defa Gündüz Aktan diye biri çıkmış, o da “başörtülü” hanımlara “sıkmaş” diyerek hakaret etmişti!..
Bununla da yetinmeyip;
“Kadere iman” etmenin “ahlâklı olmaya engel”, Kur’an-ı Kerim’deki bazı “ayet”lerin de “laikliğe aykırı” olduğunu söylemişti!..
MHP, bunun da bedelini ödemişti.
1999 seçimlerinde, “ürkeklere değil, erkeklere oy verin” çağrılarıyla yüzde 18 oy almışlar, ancak Nesrin Ünal olayında “ürkek” davrandıkları için, 2002 seçimlerinde yüzde 8 oy alarak “barajın altında” kalmışlardı!..
2007’de aldıkları oy ise,
Sadece yüzde 14’tü!..
Bugünlerde, yine bir “baraj sorunu” yaşadıkları, herkesin dilinde!..
Hani, herkes bir yana da;
“Din ve itikada aykırı” söylemlerin bedelini ağır ödeyen bir MHP’nin, “çok daha hassas” olması gerekmez mi?..
Ama, görüyorsunuz;
Hiç “ders” almamışlar!..
Geçmişte Nusret Demiral’ların, Gündüz Aktan’ların “cehalet”leriyle “baraj sorunu” yaşayan MHP; bana öyle geliyor ki, bu defa da MHP Genel Başkan Yardımcısı Recai Yıldırım’dan dolayı sıkıntı yaşayacak!..
CEMAATLERE DİL UZATIRSAN!
Olayı biliyorsunuz...
CHP Genel Başkan Yardımcısı Hurşit Güneş’in, “Cuma Namazı’nın da kazası olur” şeklindeki, Fatih Altaylı’nın da; “Öğle namazı Şafiilere göre 4, Hanefilere göre 5 rekâttır” fetva(!)sından sonra; Recai Yıldırım da, “MHP’yi Nuh Tufanı bile yıkamaz!!!” demiş!..
Nerede söylemiş bunu?..
Adana’da yayın yapan, yerel Akdeniz Televizyonu’nda... “MHP’nin barajı geçemeyeceği” şeklindeki iddialara cevap verip, demiş ki;
“Milliyetçi Hareket Partisi’ni,
Nuh Tufanı bile yıkamaz!!!”
Ardından, “dinî cemaatler” üzerinden AK Parti’ye vurup, demiş ki;
“Bu iktidarın; birkaç tane Menzil, birkaç Fethullah, birkaç bilmem hangi cemaatin bakanlarının oluşturduğu iktidar olduğunu Türkiye’de herkes biliyor.”
Şu hâle bakın;
“9 Işık”tan birinin de “Ahlâkçılık” olduğu bir partinin genel başkan yardımcısı, kalkmış; bu toplumun “ahlâk” ve “maneviyat”ında önemli roller üstlenen “cemaat önderleri”ne dil uzatıyor!..
Adama sorarlar;
AK Parti, “Menzil” ve “Fethullah Gülen camiası”ndan “oy” alıyor da, MHP niye alamıyor?..
Siz de “oy” alın,
Siz de “bakan” yapın!..
Ne yani;
“Başörtülüleri fişleyen” bir adamı, evet “Ergenekon sanığı Engin Alan’ı milletvekili adayı” yapıyorsunuz da, bu ülkenin “manevi dinamikleri”ne niye dil uzatıyorsunuz?..
Sizin gözünüzde, “Menzil cemaati”nin, ya da “Gülen Camiası”nın “Ergenekon sanıkları” kadar da mı değeri yok?..
Her neyse...
MHP; bu “dil uzatma”nın, bu “cür’et”in bedelini elbette ödeyecektir!..
ÖYLE BİR TUFAN Kİ!
Ama, benim asıl takıldığım, şu “Nuh Tufanı” meselesi oldu.
Yüce Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’i, ya da “Kur’an meali”ni bir kerecik olsun eline alıp okuyanlar bilir ki, Nuh Tufanı, asla “hafife alınacak” bir gazap değildir...
Öyle bir “tufan”dır ki;
“Denizlerin kabardığını” göre göre, “dağın zirvesi”ne çıkıp “kurtulacağını” zanneden Hz. Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu bile, “babasının çağrısı”na uymamış, “helâk” olup gitmiştir!..
Demek oluyor ki;
MHP Genel Başkan Yardımcısı koltuğunda oturan Recai Yıldırım, bunu bile bilmiyor!..
Eğer eline bir Kur’an-ı Kerim veya “meal” alsaydı, “Cenab-ı Hakk’ın gazabı”nın ne büyük olduğunu anlar, bu olayı, bu kadar basite almazdı!..
Allah korusun;
Böyle bir tufan; sadece MHP’yi değil, dünyayı bile yıkar!..
Ve tabiî;
Recai Yıldırım da nasibini alır ve “helâk” olmaktan asla kurtulamaz!..
CHALLENGER’İ BİLİR MİSİNİZ?
Atalarımız; “Büyük lokma yut, büyük lâf etme” diye uyarırlar insanları!.. Peki, “büyük lâf” edince ne olur?..
Hiiç, ne olacak; Challenger’ın başına ne geldiyse, o olur!..
Bilirsiniz “Challenger Faciası”nı!..
Bir kış günü, tarihler 28 Ocak 1986’yı gösterirken, Kennedy semaları, “Challenger uzay mekiğinin parçaları” ile aydınlanmıştı...
Çünkü Challenger;
Kalkışından “sadece 72 saniye sonra” paramparça olmuş, tam bir “alev topu”na dönmüştü!.. Ve tabiî, “Challenger Uzay Mekiği”nde bulunan “7 mürettebat” da, cayır cayır yanarak ölmüştü!..
Peki, bu olayın “ilâhî” boyutu ne?..
Hemen söyleyelim;
Challenger kelimesinin Türkçe karşılığı, “meydan okuyan” ya da “meydan okuyucu” demektir...
Amerikalılar, uzay mekiğine “Challenger” ismini vermekle, hâşâ, “Allah’a meydan okuma” eblehliğini göstermişler ama “belâ”larını da bulmuşlardır!..
TİTANİC DE BATMIŞTI!
MHP’li Recai Yıldırım’a bu “ibret” yetmediyse, bir de “Titanic Faciası”nı hatırlatalım.
Olayı biliyor olmalısınız...
1912 yılının 14 Nisan günü; üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nun övünç kaynağı, asrın teknoloji harikası Titanic gemisinin Amerika’ya ilk seferini yapacağı gündür.
İngiltere’nin Southampton limanında hareketli bir gün yaşanmaktadır. Avrupa’nın en zengin aileleri gemide yerlerini alırken rıhtımda yapımcı firma White Star’ın bandosu, valsler çalmaktadır.
Gazeteciler şirket yetkilisinden geminin; o zamana kadar görülmemiş harika özelliklerini dinlerken gemi kaptanı Edward Smith bir gazetecinin, “Bu gemi için batmaz diyorlar; doğru mu?” sorusu üzerine birden coşarak, der ki;
“Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz.”
Edward Smith adlı kaptan; geminin batıp-batmadığını da gördü, anasının hörekesini de!..
Titanic, limandan hareketinden bir süre sonra, bir “buzdağı”na çarptı ve battı!..
Ölenlerin sayısı 1523’tür!..”
Sen misin;
“Tanrı bile batıramaz” diyen,
Çek bakalım “isyan”ının cezasını!..
SİVRİSİNEĞE YENİLEN CEBERRUT!
Recai Yıldırım beyefendiyi bu “örnek” de kesmediyse, kendisine; “Nuh Tufanı”nın da anlatıldığı Kur’an-ı Kerim’den bir “kıssa” aktaralım.
“İlâhlık” taslayan ve sırf bu yüzden “Rabbim Allah” diyen Hz. İbrahim (as)’ı ateşe attıran Nemrut’un başı, bir “sivrisinek”le derttedir.
Her nereye gitse sinek de onunla birlikte gidiyor, burnuna, yüzüne gözüne konuyor, hortumunu vücuduna saplayıp, kaçıyordu!.. Ne kadar çalışmışsa, sineği yakalayamamıştı... Bütün saray seferber olmuştu. Herkes sineğin peşindeydi... Fakat hiç kimse tutamıyordu!..
Kapıları, pencereleri sıkı sıkıya kapatıyorlar, fakat sinek ne yapıp ediyor, içeri girmeye muvaffak oluyordu. Nemrut’un gözüne günlerdir uyku girmemişti.
İlahlık dâvâsı güden Nemrut bir ufacık sinek yüzünden ne hallere düşmüştü.
Nemrut; artık sarayda odadan odaya kaçıyor, “sivrisinek”ten kurtulmak için türlü türlü yollara başvuruyordu. Fakat sinek bir türlü kendisinden ayrılmıyordu...
Bütün hizmetkârları Nemrut’un etrafında pervane olmuşlar, onu sivrisineğe karşı korumaya çalışıyorlardı... Fakat bütün tedbirlere rağmen hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir şey olmuş, sivrisinek Nemrut’un burnundan içeri girivermişti... Nemrut’un burnundan giren sinek, gidebildiği yere kadar gitmiş ve orada dolaşmaya başlamıştı.
O andan itibaren Nemrut’ta müthiş bir baş ağrısı başlamıştı... Beyninde dolaşan sinek onu müthiş rahatsız ediyordu. Son çare olarak, başını tokmaklattırmaya başladı.
“Vurun! Vurun!” diyor, sineğin beynine verdiği ızdıraptan, tokmağın acısını duymuyordu.
Başına tokmağın her inişinde o;
“Daha hızlı vurun!.. Daha hızlı” diyordu.
Başından kanlar akmaya başlamıştı, fakat o aldırış etmiyor, başını tokmaklatmaya devam ediyordu. Bir yandan da başını duvarlara çarpıyordu!..
Hiçbir şey kâr etmemişti.
Nemrut, başına yediği “tokmak”larla kendinden geçmişti.
Sivrisinek ise hâlâ beyninde dönüyordu.
Çok geçmeden çırpına çırpına can verdi!
Uzun lâfın kısası;
Ufacık bir sinek, uluhiyet dâvâsı güden Nemrut’un hayatına son vermeye yetmiş de, artmıştı bile!..
Demek ki, neymiş;
Cenab-ı Allah, bazen “tufan”a bile lüzum bırakmadan, “isyancı kul”larının cezasını, bir küçük “sivrisinek” ile verirmiş!..
Anlayana “sivrisinek” saz,
Anlamayana “baraj” bile az!..
============
Pakistan’a yardım etmek ister misiniz?
Görüyorsunuz; günlerdir “eleştiri” yazıları yazıyoruz... Kâh CHP’yi, kâh MHP’yi, kâh “fetbaz”lıktan “fetvabaz”lığa yönelen “gazeteci”leri eleştiriyoruz... “Bu ülkede hiç mi iyi şeyler olmuyor?” diyecek olanlara, deriz ki; elbette oluyor...
Meselâ TİKA var, İHH var, Kimse Yok Mu derneği var, Cansuyu var, Yardımeli var, Veren El var... Onların “iyilik” ve “yardım faaliyetleri”ni sık sık duyuruyor, okurlarımızı haberdar ediyoruz.
Ama, ne yalan söyleyeyim; Adapazarı’nda faaliyet gösteren Damla Derneği’nden hiç haberim yoktu... Yönetiminde Ali Sofuoğlu’nun da bulunduğu Damla Derneği, sadece Adapazarı’nda değil, uluslararası boyutlarda da hizmetler veriyormuş...
“TİKA ve İHH ile işbirliği” yapıp, yoksul insanlara “balık” vermek yerine “balık tutmayı” öğretiyorlarmış...
Ali Sofuoğlu, aslında “bodur fidan üreticiliği” yapıyormuş...
Önümüzdeki günlerde; bir TIR dolusu bodur fidanı Pakistan’a götürmeyi plânlıyorlar...
Ali Sofuoğlu’nun gönlü; sadece “bodur fidan”la yetinmeyip, fidanla birlikte; Pakistanlı çocuklara “elbise, ilaç ve ciklet” götürmeyi de arzu ediyor... Bunun için, “hayırsever”lerden katkı bekliyor...
“Elbise” ise elbise, “ilaç”sa ilaç, “ciklet”se ciklet, kim ne verirse, onları da götürecek Pakistan’a...
Eğer katkı sağlamak istiyorsanız, Damla Derneği’nin 0535 258 17 21 nolu telefonundan Ali Sofuoğlu’na ulaşıp, “yardım”larınızı gönderebilirsiniz... Ha gayret; çorbada sizin de tuzunuz olsun.

CHP'ye oy vermemek için "tek" neden!

Yaklaşık 30.000 twitdaşla anket çalışmalarım devam ediyor.
Bu seçimde belki de AK Parti'den daha fazla CHP'nin kaç oy alacağı merak konusu. Özellikle de Kılıçdaroğlu'nun performansı... Bildiğiniz üzere 2007 seçimlerinde CHP %20.8 oy alabilmişti.
Twitter'da CHP ile ilgili sorduğum soru şuydu: "Bana 2007 seçimlerinde CHP'ye oy veren birinin bu seçimde vermemesi için bir neden söyleyin?"
İşte gelen yanıtlardan bazılar:
Poetliht: "Kılıçdaroğlu kemikleşen CHP'lileri ayıklayıp, gerçek sosyal-demokrat kişileri katıyor o partiye..."
Berkantsev: "CHP'nin eskiye göre bu kadar pozitifleştiği bir seçimde oy vermemek için mal olmak lazım."
Ondokuz19: "Şimdi moda CHP yazın bir kenara 12 Haziran'da şoka girmeyin."
Notredamedesion (Nazlı Ilıcak): "Ülke bütünlüğüne ve laikliğe Baykal kadar özen göstermiyor. Yanlış anlaşılmasın CHP'ye geçen seçimde oy verenler açısından yazdım."
Engn5: "Bir muhabir kadın ve şantajcı odatv bile CHP'yi ne hale getirdi. Soner Yalçın ne dediyse onu yaptılar. Çok etkili bu adam CHP'de."
Selmanertürk: "Kılıçdaroğlu'nun Demirelvari asılsız vaatleri..."
Bsametkoc: "Baykal'a yapılan aşağılık komplo nedeniyle oy verilmez."
Topraksenci: "Yapacaklarından çok hâlâ kavga etmesi, inandırıcılığını yitirmesi ve kendi içinde bile birlik olamaması..."
Aaxoy: "2007'de darbecilerin yanındaydı, şimdi de yanındayız."
Esin Ünal: " Bedelli askerlik projesi saçmalığı..."
Battal37: "Baykal bile atarken ayarını tutturuyordu K.K ayar falan bırakmadı 600 TL maaş her doğan çocuğa altın mama, süt..."
Fromego: "Şakacıktan demokratlaşması, cezaevlerinde milletvekili devşirmesi, içi boş vaatler vermesi..."
Rbyvs: "Haberal, Cihaner, Baykal-baytok, KK, AYM, ana..."
Volkanabur: "Kılıçdaroğlu Sezen Aksu'ya geçmiş olsun telefonu açtığı için CHP'ye oy vermeyeceğini söyleyen bir teyze gördüm."
Deryadenizayan: "Vermemek için yok vermek için var..."
Rahimparlar: "Gözünün içine baka baka yalan söylemeleri, devletçiliği savunmaları, ekonomik vizyonlarının olmayışı..."
Atangal: "Geçen seçimde CHP'ye oy veren biri olarak ben bir sebep bulamıyorum. Sanırım boş oy atacağım..."
Ebruzdy: "Kılıçdaroğlu'nun kendisi..."
Makro_romano: "CHP'nin Atatürkçülük'ten, ulusalcılıktan sosyalizme kaydığını düşünüyorum. Oyumu Hepar'a kaydırıyorum."
Gördüğünüz üzere geçen seçimde CHP'ye oy verenlerden bazıları "Baykal'a yapılanlar" bazıları da "CHP'nin eksen kayması" nedeniyle CHP'ye oy vermeyebilirler.
Küçük bir grup da "Kılıçdaroğlu"nu beğenmedikleri için. Geri kalanlar AK Parti seçmenlerinin CHP seçmeni hakkında düşündükleri. CHP'ye oy kaybettirmez.
Bu nedenle CHP'nin oyunun % 20.8'in altına düşmeyeceğini düşünüyorum. Kılıçdaroğlu'nun yeniliği, söylemi, denenmemişliği kesinlikle CHP oylarını bu rakamın üzerine çıkaracaktır. Ancak muhafazakâr-dindar-sağ seçmenin CHP'ye geçmesi için henüz neden yok. Sadece daha önce 8'lere ulaşan CHP-MHP ağırlıklı Genç Parti'nin seçmeni CHP'ye yönelebilir. CHP'nin maksimum alacağı oy %28-%30 bandında olur. Gelişmeler bu köşede. Bizi izlemeye devam edin.
Çekirgelik
Belirsiz olanı eninde sonunda görüyoruz. Bariz olanı görmekse daha uzun sürüyor sanki. E. MURROW

İyi ki ağzını bozmamış

Bir sayın genel başkan, (ismini yazının sonunda açıklayacağım, biraz merakta kalın) SSK Genel Müdürlüğü dönemindeki ihmallerini eleştiren rakibine cevap verirken, “Bundan sonra ismimi yolsuzlukla anarsan ana... nı...” deyip kesti ve taraftarlarına doğru sempatik bir gülücük fırlattı.

Sözünü niçin “ana... nı...” diye noktaladığını da, parti olarak nicedir alıştırmalarını yaptıkları “temiz siyasetle” açıkladı.

Daha ağırını söyleyecekmiş de... Neyse!

Herhalde terbiyesi elvermemiştir.

Hemen Hulki Aktunç’un argo sözlüğünü açıyoruz ve “ana...nı” diye başlayan
ifadelere bakıyoruz.

Durum hiç de iç açıcı değil.

Sayın genel başkanın “temiz siyaset” düsturunca ucunu açık bıraktığı ifadenin arkasına getirilecek sözcük grupları içinde, “daha ağırı nasıl olur acaba” dedirtecek hafiflikte bir “deyiş” yok.

Mümkün olsa da, sözlükteki örnekleri aktarabilsem buraya...

Mümkün değil...

Hepsi de RTÜK’lük ve “ahlak zabıtasının” ilgi alanına girecek nezahette ifadeler. Nasıl derler, “mahalle kahvesinde söylesen, cinayet nedenidir...” O derece ağır.

Sayın genel başkanı bu kadar celallen
diren ve “temiz siyaset” doğrultusunda tepkiler vermesine neden olan iddialar, “iddia” olarak yıllardır söylenip duruyor. Bir bölümünü ben de bu köşede dile

getirmiştim.

Küfretmeyecekse, “temiz siyasetinden örnekler sunmayacaksa” tekrarlamak isterim.

SSK Genel Müdürlüğü döneminde, iki yaşındaki torunu, SSK üyesi gösteriliyor. Sayın genel başkan, “Benim haberim olmadı. Zaten hemen iptal ettirdim” diye savunuyor kendini, hak da veriyoruz ama “büyükbaba nüfuzu” olmadan hangi bürokrat yeltenebilir bu işe?

Bir şey daha yapıyor sayın genel başkan... Ya da “durumdan vazife çı
karan” bürokratları yapıyor.

İki evladı Ankara’da öğrenciyken, İstanbul’da bilmem ne şirketinde SSK çalışanı gösteriliyor. “Baba nüfuzu” olmadan hangi bürokrat ya da hangi şirket sahibi “tamam” diyebilir bu işe?

Doğrudur, ortada büyütülecek bir yolsuzluk yok ama apaçık bir “nüfuz suiistimali” var.

Bir şey daha:

Sayın genel başkan çok başarılı bir SSK Genel Müdürü olduğunu iddia ediyor...

Başarısız olduğu söylenince de hemen gardını alıyor ve o dönemin siyasi iktidarını suç ortağı olarak gösteriyor.

Başarıyı da, başarısızlığı da ölçen rakamlardır.
Hemen rakamlara bakıyoruz ve sayın genel başkanın sıfır zararla devraldığı SSK’yı, “ağır bir zararla” devrettiğini görüyoruz.

Bu sayın genel başkan, bir konuşmasında, iktidara geldiklerinde medyaya çeki düzen vereceklerini; iktidarı destekleyen “yandaş basını”, destekledikleri iktidar partisiyle birlikte Yüce Divan’a göndereceklerini söylemişti.

Sanki bir iktidar programını desteklemek suç, ayıp ya da yüz kızartıcı bir fiilmiş gibi.

Müstakbel “Yüce Divan yolcusu” olarak yazıyorum bu satırları.

Diyorum ki, Allah bu milleti sizin iktidarınızdan korusun Sayın Kılıçdaroğlu...

Bize yapacaklarınızın limitini bilmiyoruz.

Sizden önce o koltukta oturanların başkalarına ne yaptığını...

Sözgelimi Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Eşref Edip, Necip Fazıl ve Arif Oruç’a hangi akıbeti reva gördüğünü...

Liberal fikirler öne süren Zekeriya Sertel’i nasıl caydırdığını çok iyi biliyoruz.

Dolayısıyla, “düzeyli siyasetinizden” korkuyoruz...

Kılıçdaroğlu yüzde 35 alırsa şaşırmayın!

Mübalağa etmiyorum Kemal Kılıçdaroğlu’nun müthiş bir rüzgârı var.
Kılıçdaroğlu eğer referandum sürecinde Tunceli meydanında ettiği PKK’ya af sözü benzeri yeni bir gaf yapmazsa, emin olun büyük bir sürpriz yapacak.
Sakın bana anketler tersini gösteriyor demeyin!
Yayınlanan anketleri iki şekilde okumak gerekiyor.
Birincisi tamamına yakını yapay yani masa başıdır ve yönlendirme amaçlıdır.
İkinci husus ise insanların korkudan kendilerini gizlemeleridir!
Olmaz demeyin oluyor, yani toplumun bilinç altında müthiş bir ürkeklik var ve kendini ifade etmeye bile çekiniyor.
İşte size canlı bir örnek:
Herkesin yaptığı gibi bendeniz de bindiğim taksi şöförüne siyasi havayı sordum.
Dikiz aynasından bana bakan şoför soruma soruyla karşılık vererek şöyle bir diyaloga girdik:
- “Siz TGRT’den misiniz?
-On küsur sene oradaydım ama şimdi orada değilim.
-Ben de epey bir zamandır gece çalışıyorum. Bu zaman zarfında gazete okuyamıyor, televizyon seyredemiyorum.
-Siyasi havayı sormuştum, AKP hâlâ revaçta mı?
-Şeyyyy... Öyle diyorlar!
-Hâlâ mı AKP diyorlar?
-Pardon beyefendi siz TGRT’de çalıştınız AKP’li değil misiniz?
-Allah korusun!
-Öyle desene ağbi yaaaaa... Ne yalan söyliyeyim plakamı alırlar, başımıza dert açarlar diye korkuyoruz... Ahhh ağabey bu AKP var ya bu AKP?
-Evet...
-Benim gül gibi işimi elimden aldı, iflas ettim, yuvamı yıktı... Sana yemin ediyorum herkes burnundan soluyor ama korkusundan rengini belli edemiyor ama şunu iyi bil gazeteci ağabey; AKP sandığa gömülecek!
Evet sadece bu fotoğraf bile anketlerin neden yanıltıcı olduğunu gözler önüne seriyor ki hatırlayın 1989 seçimlerinde de Bedrettin Dalan anketlerde yüzde 60 görünürken seçimi
kaybetmişti.
Gelelim somut gözlemlerime:
AKP’nin en güçlü olduğu bölgeler İç Anadolu, Karadeniz ve Güneydoğu idi.
İlk verilere göre AKP Güneydoğu’da zorda, keza Karadeniz’de de erozyon içinde!
İşte size bir Karadenizli olarak yaptığım gözlemler sonrasındaki raporum:
Uçtan başlayalım:
Artvin’in iki mebusundan biri banko CHP, ikincisi ortada.
Rize’nin üç mebusundan biri ilk kez kesin CHP’de.
Trabzon’da bir olan CHP’nin ikisi
garanti.
Giresun’da bir olan CHP’nin ikisi
garanti.
Ordu’da bir olan CHP’de ikisi banko, üçüncü zorlanıyor.
Samsun’da iki olan CHP üç banko, dört hedefleniyor.
Milletvekili sayısı iki olan Sinop’ta CHP’nin bir banko ikinci bile çıkabilir.
Bir olan Zonguldak’da da iki
bankodur.
Tekrar ediyorum; aktardıklarım asla temenni değil, bölgenin nabzını çok iyi tutan kanaat önderleri ile görüşmelerim ve araştırma sonuçlarının yansımalarıdır.
Görüldüğü gibi CHP zafiyet içinde olduğu Karadeniz’de bile tabir yerinde ise şahlanmıştır ki Samsun ve Zonguldak mitingleri bunun net göstergesidir.
Karadeniz böyle ise siz Marmara,Trakya, Ege, Akdeniz ve metropolleri göz önüne getirin.
Altını çizerek yazıyorum; CHP yüzde 35’lere erişirse kimse şaşırmasın!
Peki bunun anlamı ne midir?
AKP’nin alaşağı olmasıdır!

MIZRAK-ÇUVAL
ÖSYM’yi artık savunamıyorlar!
Biliyorsunuz rezillik KPSS ile başladı.
Peşi sıra TUS imtihanında da aynı
şeyler oldu.
Ardından Polis Kolejine girişte yine benzer iddialar.
Öyle ki buradaki kopyayı rapor eden MİT elemanlarının başka bir suç icat edilerek gözaltına alındığı Erzincan Cumhuriyet eski Başsavcısının iddiasıdır.
Bitmedi, kısa zaman diliminde skandallara YGS eklendi ve 1 milyon 750 bin öğrencinin istikballeri çalındı.
Son olarak da iki gün önce Ales’teki malum yanlışlar!
Soruyorum bütün bunlar tesadüf
olabilir mi?
Belli ki sadece devletin kurumlarını değil, oraları fert fert ele geçirmek için kural ve ahlak tanımadan eleman istihdam ediyorlar!
Ama artık mızrak çuvala sığmıyor!
Dün YGS için kefilim diyen Cumhurbaşkanı Gül bile pes etmiş durumda!
Sadece o mu?
Bülent Arınç da aynı tepkileri veriyor!
Ve heyhat buna rağmen Tayyip Bey bu ÖSYM Başkanını hala yerinde tutuyor!

HODRİ MEYDAN
Kaçma, ekrana gel!
Kılıçdaroğlu meydan okuyor!
Kime mi?
Recep Tayyip Erdoğan’a!
Niçin ve nasıl mı?
Seçim öncesi ekranda tartışalım diye!
Peki Tayyip Erdoğan ne mi yapıyor?
Kaçıyor; çünkü ekrana çıksa biteceğini görüyor!
İyi ama bu nasıl demokrasi, bakın çağdaş çoğulcu sistemlerde ekran düellosu en temel yarışma yani kitleler oradaki performansa göre oy veriyor!
Realite bu, lakin Tayyip Erdoğan açısından demokrasi zaten amaç değil araç olduğu için o bu tür şeyleri takmıyor.
Peki niye mi kaçıyor?
Kendisine yani birikimine, icraatlarına ve söylemlerine güvenmiyor da ondan!
Öyle ya kendisine güvenen kaçmaz, çıkar ekrana karşısındakinin haddini bildirir!
Bir de Kasımpaşalılıktan dem vurarak sanal efelikler yapmaz mı?
Yüreğin yetiyorsa ekrana gel Tayyip Bey!

YORUM SERBEST
Jöleli, Ergenekon’un Doğan Grubu sorumlusu muydu?
İddia sahibi ben değilim Prof.Yalçın Küçük’tür.
O kim mi?
Ergenekon’un önderi olmak suçuyla halen tutuklu olan isimdir.
Yalçın Küçük Jöleli namıyla bilinen Yiğit Bulut için şunları söylüyor:
-” Bulut’la zihnen ve fikren beraberdik!
-Yemekli-yemeksiz toplantılarımıza katılırdı.
-Doğan Grubundaki bütün sırları ve son bilgileri ondan alırdık.
-Tutuklanacağını anlayınca saf değiştirdi. “
Peki Prof. Küçük bunları nerede ve ne zaman mı söyledi?
Birkaç gün önce Silivri’daki mahkemede... Medya’da çıkan haberlerin özeti bu şekilde!
Tabloyu sunuyor ve yorumu siz sevgili okurlarıma bırakıyorum...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Cami ile genelev

Cevaplandırılması gereken soru şu:
- Cami ile genelev bir arada ve iç içe olur mu?
Hemen "Olur mu öyle saçma şey" diye cevap vermeyin. Türkiye burası; burada her şey olur!
Yıllar önce Tercüman'ın Ankara Temsilciliğini yaptığım dönemde, gazetenin altında bir bar vardı. İçeride kadın pazarlaması yapılıyordu. Barın sahibi, mekânı yabancı kadınlarla doldurmuştu.
Gelen müşteriler fuhuş amacıyla pazarlık yapıyor, anlaştıkları kadını alıp götürüyorlardı.
Bir gün bar el değiştirdi...
Mekânın yeni sahibi, dualar eşliğinde kurban kesti. Hayvanın kanı da barın kapısındaki şarkıcı kadının afişinin alnına sürüldü. O afiş, orada ve o şekilde günlerce kaldı. İlginçtir, barı devir alıp dualar eşliğinde kurban keserek "Bismillah" diyen kişi de aynı işi yapmaya devam etti.
Kurban keserek işe "Besmele" ile başladı, alkollü içki ve kadın sattı!

***

Türkiye'nin Güneydoğusunda da bir süredir garip işler oluyor. Bazı gruplar, "sivil itaatsizlik" adı altında camilere girmiyorlar. Sokaklarda namaz kılıyorlar. Bu arada, Abdullah Öcalan ve Kandil Dağı'na selam gönderiyorlar. Yine bazı imamlar, PKK'nın talimatları doğrultusunda vaazlar veriyorlar.
PKK'nın nasıl bir örgüt olduğu da herkesçe malum...
Başlangıçta Marksist-Leninist bir örgüt olarak eylemlere başladı. Uzun süredir de bu görüşler doğrultusunda propaganda yaptı.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra kıblesini kaybetti, bocaladı. Yeni kıbleler aradı, bu süreç içinde batılı ülkelere sırtını dayadı. Buna rağmen, Marksizm ve Leninizm'den kırıntıları halen bünyesinde taşıyor.
Sözün kısası, bu örgüt "din afyondur" diyen bir görüşün temsilcisi olarak ortaya çıktı!
İlk günden bu yana ne dini, ne de ahlaki bir ölçüsü olmadı. Gırtlağına kadar uyuşturucu ticaretinin içine girdi. İnsan ticareti ve kaçakçılığı işinden büyük paralar kazandı. ABD de bu yüzden geçtiğimiz günlerde Kandil'deki üst düzey PKK yöneticilerini "Uluslararası uyuşturucu kaçakçısı" ilan edip tescilledi.
Şimdi, garip bir görüntü ile karşı karşıyayız...
PKK uyuşturucu kaçakçılığı işine devam edip, insanları zehirliyor. Sonra da suret-i haktan görünüp halkın dini duygularını istismar ediyor. Oradan talimat alan bir takım insanlar da halkın karşısına çıkıp din adına ahkâm kesiyor.
Yazının başında durup dururken "Burası Türkiye, burada her şey olur" demedim!
***

Zehir trafiğini yönlendiren PKK'nın uyguladığı tarifeler bile belli...
Akaryakıt kaçakçılığında her katırdan 3 dolar alınıyor. Bir katır şeker için 5, çay ve sigara için de 7 dolar tarife belirlenmiş.
Uyuşturucuda ise, alınan haraç bir anda yükseliyor. Baz morfin ve ham uyuşturucudan kilo başına 25 dolar, insan kaçakçılığında da kelle başına 5 dolar toplanıyor. İşlenmiş uyuşturucuda ise, kilo başı tarife bir anda 65 dolara çıkıyor.
Tabii, bu arada PKK örgüt olarak da Türkiye'ye ve diğer bazı ülkelere büyük miktarlarda uyuşturucu madde sokuyor.
Örgüt, yıllardır "zehir ticareti" yapıyor!
Bu örgütün siyasi kanadı ise, seçimlere bağımsız adaylarla giriyor. Bu defa, seçim öncesi "İslamcı" adı verilen bazı isimleri de yanlarına aldılar. Etnik siyaset alanını daha da genişlettiler. Propaganda stratejilerini, tamamen nefret, düşmanlık, kan ve gözyaşı üzerine inşa ettiler.
Durum bu olunca, yazının başında verdiğim bar örneğinde olduğu gibi, altı minare, üstü şişhane garip bir tablo ortaya çıktı.
Artık, kendisine "İslamcı" adını veren bazı isimler, uyuşturucu tacirleri ile kol kola geziyorlar. Hem din adına ahkâm kesip, hem de bu toplumun arasına nifak tohumları ekiyorlar. Daha düne kadar kendilerini "afyon yutmuş insanlara" benzetenler tarafından da el üstünde tutuluyorlar.
Burası Türkiye...
Baksanıza burada "olmaz" denilenlerin tamamı oluyor. Üstelik kimse tarafından da yadırganmıyor.

Başörtülü hanımlar... Biraz gayret

Başörtü konusu halloldu sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Çünkü bir bakıyorsunuz, "zayıf bir nokta" bulmuş ve gündemdeki yerini yeniden almış. 23 Nisan'da, TBMM'nin bir görevlisi, dinleyici localarında oturan Sayıştay üyesi tesettürlü hanımın yanına gidiyor; -sonradan Mehmet Ali Şahin'in açıklamasına göre- ona davetiye soruyor. Neden başı açık olanın değil de, örtülünün yanlış locada olduğu kanaatini taşıyor bu görevli? Zira başörtülü birisinin Sayıştay üyesi olabilmesini imkânsız görüyor. Öyle ya da böyle, bazen fiiliyatta, bazen de zihnimizde ayrımcılık devam ediyor.
Başörtülü kadının milletvekili adayı gösterilmemesi de zaten, siyasetçilerin, durumun farkında olmasından kaynaklanıyor. Problemi aştık sanmayalım. Meselâ Yeni Şafak'ta Trakya Üniversitesi'ndeki uygulamaya dair bir haber yayınlandı. Böylece, birçok üniversitede sorun olmaktan çıkan başörtüsü yasağının, Trakya Üniversitesi'nde devam ettiğini öğrendik. Rektör Prof. Dr. Enver Duran, Yasama organınca yapılan açık bir düzenleme bulunmadığını ileri sürerek, başörtüyle derslere girenlerin disiplin yönetmeliği gereğince cezalandırılacaklarını açıklamış.
Fiili durumu ve kendilerine sağlanan kısmi özgürlüğü yeterli gören tesettürlü hanımlarımız, genç kızlarımız, suskun bir bekleyiş içinde. Unutmayalım; ağlamayan çocuğa meme verilmez. Mücadele devam etmezse, işte böyle yarım yamalak bir düzelme olur ancak. Üstelik siyasi dengeler değiştiğinde, kazanılan hakları kaybetmek de ihtimal dahilinde. Başörtüsü yasağı, 28 Şubat sürecinde, İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun bir genelge yayınlaması ile başlamadı mı? O güne kadar üniversiteye girmelerine göz yumulan tesettürlü genç kızlar kapı dışarı atıldı. Seçim sonrası anayasa hazırlıkları sırasında, icap ederse eylem yapıp hakları sıkı bir teminata bağlama gayreti gösterilmelidir.
Bu arada gazeteci arkadaşımız Aynur Bayram'ın, Ankara ikinci bölgeden bağımsız aday olduğunu tekrar hatırlatalım. Başı örtülü. Bütün gayretiyle çalışıyor. Kazanmasa da Necip Fazıl'ın dediği gibi "Hedefe varmayan mızrak utansın"...

Mustafa Kemal Vahdettin’in yaveri değil miydi?

İzmir Kitap Fuarı’na katılmadan önce, bir yandan günün ilk çayını Kordon’da Ege’nin ılık güneşi altında içip, diğer yandan da gazetelere göz atıyordum...

Zihnim doğal olarak “ne yazacağımla” meşguldü...Yüz yıldır Türkiye’nin demokratikleşip saydamlaşamadığından çözemediği, bunu başaramadığı için de dünyadaki Ermeni diasporasının varlık nedeni haline gelen 1915 olaylarının yıldönümü olarak gündeme gelen 24 Nisan’dan hala korktuğumuzu düşündüm.

Yaşanan bir facianın gerçeğini yüz yıldır ortaya koyup, konuşamayan bir toplum olur mu? Yaşanan acılar da, bunları hala konuşmamamız da içimi burktu. Biraz da İzmir güneşinin içimi ısıtan ılımanlığının etkisiyle bu kederli konuyu başka zamana erteledim.

***

Aslında gönlümden geçen, hafta içi koşuştururken gördüğüm harikulade bir gelişme üzerinde durmaktı... Oxford Üniversitesi, dünyada konuşan sadece üç kişinin kaldığı Dusner dilini kurtarmak için Endonezya’nın Papua adasına bir bilim ekibi göndermişti...

Papua ormanlarının derinliklerindeki balıkçı köyünde konuşulan Dusner dilini, Oxford “Dil bilimi, Filoloji ve Fonetik Fakültesi” araştırmacıları keşfetmişler ve geçen Ekim’de Dr. Suriel Mofu dili kayıt altına almak için Endonezya’ya gitmişti. Ancak Dr. Mofu’nun gitmesinin akabinde bölgeyi sel suları basmış ve Oxford ekibi Dusner dilini konuşan 60 yaşındaki kadınla 70’lerindeki iki erkeğin hayatta kalıp kalmadığını saptayamamıştı. Dr. Mofu’nun nihayet Dusner dilini konuşan kişilerle temas kurabildiği ve dilin sözlüğünü ve gramerini hazırlama projesinin başlayabileceği belirtiliyordu...

1915 sorununu çözemediğimiz gibi, Kürtçenin ana dil olarak konuşulup öğretilmesini demokratik kanallara aktaramamış olmanın isyanı ile haberi okudum...

Bir yandan da böyle giderse, yapılan tahminlere göre, dünyada bilinen altı bin dilin yarısının gelecek 50 yılda tamamen kaybolacağını anımsadım...

***

Aklımda Dusner dilinin öyküsü vardı ama doğrusu Padişah Vahdettin’in Millî Mücadele’ye verdiği desteğin İngiltere Devlet Arşivi belgelerince de doğrulanması, yakın tarihimizin gerçek yüzü ile resmi propagandası arasındaki uçurumu sergilemesi açısından belki de haftanın en çarpıcı haberiydi...

Doksan yıldır İngiltere Devlet Arşivi’nde bulunan 1921’de İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un kaleme aldığı raporda, Padişah Vahdettin’in Millî Mücadele’ye açıkça destek verdiği anlatılıyor, İstanbul’daki nazırlardan birinin bu süreçte Millî Mücadele güçlerine silah ve cephane tedarikinde bulunduğu belirtiliyordu...

Anadolu’ya asker, savaş malzemesi göndermek için İstanbul’da örgütlerin kurulduğuna da dikkat çekiliyordu... Ayrıca resmî tarihi sarsıcı şu tespitlere yer veriliyordu: “İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede Ankara’dan yana tavır koymuştur... Sadrazam ve Hariciye Nazırı, Ankara hükümeti ile doğrudan ilişkilerinin olmadığını söylese de buna inanmak güçtür... İstanbul hükümeti nazırları Ankara’dan bağımsız görünmekle beraber Ankara’nın görüşlerini göz önünde tutuyorlar...”

***

Resmi tarih ve Kemalist propaganda bize sadece Vahdettin’i hain gibi göstermekle kalmaz, o dönemin süper gücü İngiltere’nin de Kurtuluş Savaşı süresindeki rolünü “yokmuş” varsayar... Ne ki zamana karşı ne yalan, ne de siyasal propaganda başarı kazanabiliyor...

Wikileaks Belgeleri, zamanımızda “propaganda” ile “gerçek” arasındaki farkı ortaya çıkarmak için geçecek sürenin doksan yıldan çok daha kısa olduğunu da ortaya koymakta...

***

Vahdettin’e “hain” damgası vuran Birinci Cumhuriyet propagandasına rağmen Vahdettin’in Mustafa Kemal’e yaptığı yardımlar biliniyordu... Zaten Mustafa Kemal, Vahdettin’in “yaveri” değil miydi? Objektif bir şekilde, resmi propagandanın maktulü olmadan gerçeği araştıranların çoktandır bildiklerini şimdi İngiliz belgeleri de doğruluyor...

Doğrusu, üç kişinin konuştuğu Dusner dili gibi bu gelişmeyi de hiç mi hiç atlamak istemedim...

Suretler yetmez, siret de değişmeli

Yemen'de devlet başkanı Ali Abdullah Salih pazarlığa başlamış; gazeteler böyle yazıyor... 30 gün içinde işleri yardımcısına bırakacak, 60 gün içinde ülkede seçim yapılacakmış; buna karşılık Salih'e 'dokunulmazlık' tanınacakmış...

Daha şimdiden, yorumcular, "Salih halk hareketlerinin emekli ettiği üçüncü lider olacak" demeye başladı bile...
Acaba?
Kuşkumun altında 'Arap baharı' diye adlandırılan heyecan verici sürecin, başlangıçta değişimi desteklediği görüntüsü verenler tarafından sulandırıldığı ve hedefinin değiştirildiği gözlemi yatıyor. 'Barışçı' yollardan ve 'katılımcı' bir yönetim getirecek biçimde gelişen halk hareketleri, Tunus'ta tam da böyle bir sonuca yol açtıktan sonra, farklı bir zemine doğru kaydırılıyor.
Ülkeyi yönetenlere 'sonuna kadar direnme', halka da kan dökücü diktatörlerin elinden kendilerini kurtaran güçlere mutlak itaat dışındaki hemen bütün yollar kapatılarak...
Mısır'da olan tam da budur; Libya'da, Yemen'de ve Suriye'de pişen de...
Libya'yı ele alalım... Libya diktatörü Muammer Kaddafi, 2005 yılından başlayarak, kendisine zorla kabul ettirilecekleri önceden benimseyen bir strateji izledi: ABD'nin ve belli başlı Avrupa ülkelerinin talep ettiği reformlara kapı araladı. Bu süre içerisinde Batılı ünlü politikacıları ülkesinde ağırladı Kaddafi; aynı süreç içerisinde Bernard Lewis ve Francis Fukuyama başta olmak üzere çok sayıda kanaat önderi Libya'yı 'ikinci adres' haline getirdi.
Niyetinin ne olduğunu belli de etti Kaddafi: Batılı eğitim almış çocuklarından birine devredeceği yönetimle ülkeye yeni bir istikamet vermek... Katılımcı bir sistemle hiç tanışmamış ülke için 'geçici' çıkış yolu olabilirdi bu süreç; ancak gördük, yıllarca onu bu yolda teşvik edenler Kaddafi'ye çıkış yolu bırakmadılar.
Ceremeyi Libyalılar çekiyor. Hem Kaddafi'ye sadık güçler, hem de Batılılar tarafından desteklenen isyancı güçler Libya halkı üzerine ölüm yağdırıyor.
Siz Ali Abdullah Salih olsanız, ya da Beşşar Esad, iktidarınızı koruyabileceğiniz ham hayali bir tarafa, 'reform' kapısını açık tutarak canınızı kurtarabileceğinizi düşünür müsünüz? '25 Ocak Devrimi'ni yaşamış Mısır'da erken başlayan Mübarek'i idam sehpasına göndermeyi amaçlayan gelişmeler bile, öteki diktatörleri "Sonuna kadar direnmek şart" noktasına sürüklüyor.
Halkların sokaklara taşarak sağlamaya çalıştığı ve başarma heyecanını tattığı barışçı değişimlerin yolunu tıkayan, onun yerine kanlı yöntemleri dayatan farklı bir süreç bu; sürecin ardından demokrasinin gelmesi nasıl mümkün olacak? Gelse gelse yine güce dayalı bir yeni diktatörlük rejimi gelecektir bu ülkelere...
Birçok yerde sandık meşruiyeti de kazanacağı için ses çıkartılması zorlaşacak bir diktatörlük rejimi...
Meydanlara taşan kitlelerin arzuladıkları ve kendilerine münasip gördükleri yönetim biçimi, suretlerin değiştiği, ama siretin değişmediği başka tür bir diktatörlük ise, ne âlâ... Ancak hakların böyle bir şey istemediği de biliniyor.
"Yemen'de Salih gidecek" diyorlar; bekleyelim bakalım, gerçekten gidecek mi, giderse ne olacak?