30 Haziran 2011 Perşembe

Mekke’den bir soru: Yunanistan neden para basamıyor?

30 Haziran 2011 Perşembe
Dün sabahın çok erken saatleriydi, Mekke’de uyandım... Meclis’in açılış tablosundan, Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümeti kurmakla yeniden görevlendirileceğine, TBMM Başkanlığı nedeniyle ama mevcut siyasal krizi de çözmeye yönelik siyasal partiler arası görüşmelerden, görevdeki bir orgeneralin bir numaralı sanık olduğu İkinci Balyoz Davası İddianamesi’nin kabulüne, IMF’nin yeni kadın başkanına, Afganistan’dan Libya’ya tüm dünyayı izledim ama esas peşinde koştuğum, Yunanistan’da ‘kemer sıkma’ tedbirlerini hayata geçirecek olan kritik oylamanın sonuçlarıydı.
Ve akşamüzeri Yunanistan, beş yıllık kemer sıkma önlemlerinin getirileceği tasarruf planını onayladı...
***
 Yunanistan’daki süreçle ilgili bir yabancı ajans şunları yazıyordu:

Hiç ırgalamaz şeker kardeşim

Yemin etmeyeceksin ama maaşını tıkır tıkır alacaksın...
Yasama çalışmalarına katılmaktan kaçınacaksın ama "kıyak emekliliğin" işleyecek...
Ailen de nemalanacak hem de "özlük haklarından"... Hani şu "karısına prostat ameliyatı, oğluna gebelik testi" yaptırıp parasını meclisten tahsil etmek gibi "sosyal" sağlık hakları...
Halk da bunu görmeyecek, sana kızmayacak, öyle mi?
Peki. Böyle devam et.

Bu sesi duyun istiyorum

ASTANA (Kazakistan)- Siz orada kaç milletvekilinin yemin etmediğini, bunun doğurduğu siyasi sonuçları tartışadurun, Kazakistan'ın başkenti Astana'da biraraya gelen 57 Müslüman ülkenin temsilcileri bugün üçüncü gündür farklı bir gündem üzerinde kafa yoruyor.

Daha katılımcı, insan haklarına saygılı, birbirlerinin olumlu özelliklerinden yararlanan, refaha erişmiş bir İslam Dünyası için...
Bu çabaların gösterildiği zemin olan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Dışişleri Bakanları Toplantısı'na Kazakistan'ın evsahipliği yapması bile önemli.

Bir adım sonrası seçim olursa...

Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) mücadelesini anlayışla karşılıyorum ve bu sorunun halline öncelik verilmesi gereğine inanıyorum. Umarım konu, CHP'lilerin yemin boykotunun gölgesinde kalmaz.
Balbay ve Haberal'dan ziyade, Dicle işini bir an önce çözmek gerekiyor.
1) Dicle, BDP açısından önemli bir şahsiyet; Kürt siyasi hareketine uzun yıllarını vermiş biri. (Balbay ya da özellikle Haberal'ı CHP'nin merkezine oturtabilir misiniz?)

‘İkna Odaları’ndan ‘İkna Meclisi’ne

‘Otoriterlik’ sadece bir devlet veya rejim sorunu değildir. Otoriterlik, her şeyden önce veya her şey bir yana, bir zihniyet meselesidir. Öyle görünüyor ki, Türkiye’nin temel meselesi bu.
Türkiye’de halihazırda iktidar olanlar, otoriter bir devlet ve rejim anlayışının mağduru idiler. Özgürlük talep ettiklerinde, ‘önce biat edin!’ deniliyordu. Önce ‘irticacı olmadığınızı kanıtlayın’, ‘önce yasalara uyun’, ‘önce başınızı açın, sonra konuşun’ deniliyordu. Üniversiteye girmeye hak kazanmış öğrenciler ‘ikna odaları’nda, mevcut anlayışa, mevcut yasalara biat etmeye ‘davet’ ediliyordu. Oysa sorun mevcut yasalarda, ‘irtica tehdidi’ adına kısıtlanan özgürlük anlayışında idi. Hâlâ, bu eşiği bile tam aşmış değiliz. Bu kafada olanlar güçlerini yitirdiler, ama çoğunun kafası değişmiş değil.

Vicdanım o kadar rahat ki

Kürt kökenli milletvekilleri SHP sayesinde Meclis'e girdiğinde Türkiye'den çok uzaktaydım. Çocuktum. Laik ve Cumhuriyetçi değerlerle büyümüş, 'Apo bir bebek katilidir' ve 'Kürtler öcüdür' ezberleri öğretilmiş biri olarak o zamanlar 'Ne işleri var Meclis'te' diyordum.
O yemin törenini bir o zaman izledim, bir de dün.
Zamanla algılar değişiyor, büyüyoruz, dünyaya bakışımız da bundan nasibini alıyor.
Belleğimde kalan görüntülerle üzerinden zaman geçtikten sonra izlediğim aynı töreni algılama biçimim de değişti. Çok çocuksu ve utanç verici milliyetçilik duygularım olayların akışını net bir şekilde görmemi engellemiş.

Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu kurtaracak mı?

30 Haziran 2011 Perşembe
CHP’nin Meclis’i boykot kararının üzerinden 24 saat geçmeden ortaya çıkan tablo sonu düşünülmeden atılan coşkulu adımların siyasetçinin başına nasıl belalar açabileceğini fazla fazla gösteriyor.

Türkiye, kıran kırana bir seçimin ardından, rekor seçmen katılım ve rekor temsil oranıyla yeni parlamentosunu oluşturdu. Bir Meclis ancak bu kadar kaliteli bir temsil seviyesi yakalayabilirdi, bu oldu.

Ne var ki, bu temsilde nisbi olarak en yüksek payı alan BDP boykot kararı aldı. Ardından da ana muhalefet partisi..

Türk ve Kürt ulusalcıların gönülsüz ittifakı

Dünkü yazıda, "Nasıl oluyor da, 'Türk ulusalcısı' CHP, 'Kürt ulusalcısı' BDP ile ittifak yapıyor" diye sormuştuk.
Hiç kuşku yok ki "ak ve kara", "artı ve eksi" gibi birbirinin mutlak karşıtı olması gereken bu iki güç, "ortak düşmana" karşı işbirliği içinde.
Ortak düşmanın kim olduğunu yazmaya daha gerek yok aslında: Elbette AK Parti.
Vesayet Rejiminin siyasetteki uzantısı olan CHP, halktan aldığı güçle devleti ve ekonomiyi dönüştürmekte olan AKP'ye karşı direniyor.
Ancak başarılı olamıyor. Seçimleri ve referandumları kaybedip duruyor.
Başkan değiştiriyor, strateji ve taktiklerini tazeliyor, Demirelcileri, Ergenekoncuları devreye sokuyor; yine olmuyor!
Peki, bu şartlarda ne yapmalı?

Meclis’e gelemeyen milli irade değil, partilerin iradeleridir!?

Bazen “sorulan soru” veya “alınan cevap” kadar, “sorunun şekli” de önemlidir... Bazı “soru”lar vardır ki; içinde “tuzak” vardır ve insanı “yönlendirir” ve dolayısıyla “cevap” da “istenilen yönde” alınır.
Bunun en güzel misallerinden biri de, fıkra tadındaki şu olaydır:
3 arkadaş, “lokanta”da yemek yerler, garsondan “hesap” isterler.
Garson hesabı getirir;
“25 lira.”
Her üçü de; “ben ödeyeyim” der ama, birbirlerini ikna edemezler...
En sonunda bir “çözüm” bulurlar: “Alman usûlü yapalım.”
Yani, herkes “kendi ücretini” verecektir... Ceplerinden “10’ar lira” çıkarıp, garsona verirler.
Garson da; 25 lirayı alır, “para üstü” olarak “5 lira” verir.. O “5 lira”nın “3 lira”sını geri alıp, “2 lira”sını garsona “bahşiş” verirler.

İki talebe

1968 yılı

1968 yılı... Ankara Ticari İlimler Akademisi... Başkent’in olaylı okullarından biri... Okul devrimcilerin elinde; ama ülkücüler de etkin... Öğrenciler arasında iki genç dikkati çekiyor.
İkisi de 1948 doğumlu... Yani ikisi de 20 yaşında...
Aynı sınıftalar...
Biri Elazığ Ticaret Lisesi’nden gelmiş. Parkalı, pos bıyıklı, kasketli bir devrimci...
Diğeri, liseyi İstanbul’da bitirmiş. Türkeş’in seminerlerini izleyen, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nden gençlere yakın bir ülkücü...

“Sen yine de Tayyip’e o kadar çok vurma be abi”

Zaman zaman gittiğim yerler vardır. Mısır Çarşısı’nda gezmek, Fatih’teki Özurfa Kebapçısı’nda lahmacun yemek, Kavacık’taki Bayramoğlu dönercisinin lezzetini tatmak, Tuzla’ya köfteye koşmak, metroyla, metrobüsle bir hattı başından sonuna gitmek vs. gibi...

Tabii bunların hepsinde kısa kısa da olsa vatandaşlarla sohbet olanağı doğuyor ki, zaten bu gezilerimi de bu nedenle yapıyorum.

Önceki gün hiç beklemediğimiz bir anda aramızdan ayrılan Ertuğrul Ar’ın cenazesine törenine katıldım. Ertuğrul Ar İstanbul’un en eski ayakkabı imalatçılarından. Markalar Türkiye’ye girmeden ünlü isimlerin hepsi mutlaka Ertuğrul Ar’a uğrardı. O tarihlerde ısmarlama ayakkabı çok modaydı. Özellikle gelin ayakkabılarının üstadıydı. Bir dönem de Feriköy’de futbol oynamıştı, İstanbul ligi zamanında. Çok üzüldük erken ve vakitsiz ölümüne.

Cenazeden çıkıp gazeteye Aksaray yolundan gittim. Aksaray’a varınca da aklıma geldi, Horhor’un bittiği noktadaki ciğercilere uğrayayayım dedim.

Silivri’yi bırak önce kendini kurtar

Kızmayın ama “adamınız” yaptığı blöfün altında kaldı. Tabir-i amiyane ile, şişti...

Nasıl toparlayacak?

Toparlayamayacak... İktidar partisinin el atmasını bekleyecek... “Hadi gelin yemininizi edin, yaparız bir güzellik” şeklinde bir işaret alırsa, inadını kırıp tıpış tıpış Meclis’e gidecek, “resmi kutsallar” üzerine yeminini edip, geleneksel “Kemal Bey” formatında yoluna devam edecek.

Budur.

Bundan ötesini beklemeyin kendisinden.

CHP’nin beklentisi boşa çıktı

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, önceki gün hukukçu arkadaşlarının çalıştığını ve Oktay Ekşi vasıtasıyla Meclis’e bir yasa teklifi vereceklerini açıklamıştı.
Aynı gün akşam saatlerinde CHP’nin hukukçu kadrosunun yasa teklifi vermenin doğru olmayacağı sonucuna vardıkları ve bunu Kılıçdaroğlu’na ilettikleri anlaşıldı. Önceki gün yasa teklifi vereceğiz diyen Kılıçdaroğlu, dün, “Arkadaşlar değerlendiriyorlar” demekle yetindi.

14. Ağır Ceza’yı beklediler

O İKİ YARGIÇ

 
Tufan Türenç, mahkemeyi 1’e karşı 2 oyla verdiği kararda ideolojik ve politik davranmakla suçluyor.. Yargıçların “İdeolojik ve militanca karar verdiklerini” söylüyor. Peki itiraz üzerine verilen 2. karar ne oluyor? Bunların hepsi kıdemli yargıçlar değil mi? HSYK daha yeni değişmedi mi?
CHP’lilerin tavrı belli. En iyi bildikleri şeyi yapıyorlar. Kriz çıkartıyorlar.. Aslında bu kişileri aday gösterirken bunun böyle olacağı belli idi. Kriz çıksın istiyorlardı, başardılar.
Peki, daha önce Erdoğan şiir okudu diye (Darbe yapmak, çete oluşturmak değil) mahkum edip “artık muhtar bile olamayacak” diye zil takıp oynayanlar kimdi..

Oynama şıkıdım şıkıdım…

Vallahi bize helal olsun. Votka küpüne düşüp, hiç bir şey olmamış gibi ayağa kalkan Rusları bile dize getirdik…
Kolay para kazanma hırsımızla altın yumurtlayan tavuğu kestik. Vladimir İlyiç Lenin’e hep hak verdim de; Vladimir Jirinovski’ye hak vereceğim aklımdan bile geçmezdi.
Jirinovski, Rusların Bodrum’da kaçak içkiden zehirlenmesinden sonra güvenlik nedeniyle Türkiye’ye gitmelerinin yasaklanması önerisi getirmiş.

ABD’ye verilen kesin söz!

Cambaza bak oyunu devam ediyor! Büyük fotoğrafı görmeyip resmin içindeki mini detayları  tartışıyoruz.
Gelin hep beraber bir muhakeme yapalım.
Yüzde 50 oy alan Tayyip Erdoğan işin içinde kesin bir hedef ya da proje olmasa bu şekilde gerginliği tırmandırır mı?
Esir alınan general sayısı 34’ü bulmuşken yeni bir tutuklama kararı daha verildi ki sayı onlarla beraber 40’ı aşacak.
Soruyorum bu normal bir gelişme mi?
Sakın kimse bana bu yargı kararıdır demesin zira her şey ortadadır yani hızlandırılan general tutuklamaları hedeflenen projenin finaline gelindiğini gösteriyor.
Dolayısı ile yargının bir kesimi belki bilerek belki bilmeyerek o esrarengiz projeye taşeronluk yapıyor!
Aynı şekilde Haberal’dan Balbay ve Engin Alan Paşa’ya kadar milletvekili seçilen isimlerin serbest bırakılmaması bu planın bir diğer boyutudur.
Amaç kaosu derinleştirmek ve kamuoyunu bir karara hazırlamaktır!
Peki ne midir bu?
Daha önce de yazdık, yeni Anayasa ve genel aftır.
Evet Tayyip Erdoğan, devlete karşı işlenmiş suçlar için genel affın peşindedir ve bu yönde Öcalan ile ABD’ye taahhütleri vardır.
Başbakan’a gölgesi kadar yakın olan Sanayi Bakanı Nihat Ergün’ün birkaç gün önce Meclis’de kayıt yaptırırken ettiği devlete karşı işlenen suçlarda af düşünülebilir sözü, bu bağlamda değerlendirilmelidir.
AKP gibi, söz söylemenin lider buyruğuna bağlı olduğu bir siyasi yapıda, PKK’ya af gibi bir konuda Nihat Ergün’ün kendi başına öyle bir beyanda bulunması düşünülemez.
Belli ki o mesaj Ergün’e Tayyip Erdoğan tarafından verdirtilmiştir.

29 Haziran 2011 Çarşamba

Sinan Çetin'in yanıtı tokat gibi

Bugün köşemi yönetmen Sinan Çetin kapattı.
Mahkeme kararı ile değil ama... Hatta Sinan'a kocaman bir teşekkür borcum var. Sanki Tuna Kiremitçi'ye gönderdiği bu yanıtı ben arkadaşlarıma yazdım. Duygu ve düşüncelerimi o kadar güzel anlatıyor ki. Gerçekleri göremeyen, beni anlayamayan ama kendini gerçek aydın sanan arkadaşlarıma ithaf ediyorum. Aynen Sinan gibi... Bu tiplere aldırma be Sinan... Onlar ölene dek eski kocası olarak anılmaya mahkûm kişiler. Barlarda gitar çalsınlar, kızlardan alkış alıp mutlu olsunlar. Sen de yolunda yürümeye devam et...

Kürtlü kıtalar atlası

29/06/2011

Bir gemi dolusu insanın umudunun, hayalinin dev dalgalara kurban gitmesine ramak kalıyor. Dün gemide yine isyan vardı.


Dün de Diyarbakır’dan denize açılamadılar. Oysa geçmişten geleceğe kalkan bir geminin mürettebatıydı onlar. Bir ülkenin içindeki bir iç limandan bir başka iç limana yol alan sahipsiz bir geminin kimsesiz yolcularının hayallerini, umutlarını güvenli bir şekilde götürmeye çabalıyorlar. Kolay iş değil yüzyıllarca kart kurt diye itip kakılmış bir halkın bindiği geminin dümenini tutmak. Gerçi o mürettebatın güvenli limana varmak için inançları tam, ancak gelin görün ki o yolu nasıl gidecekleri konusunda ellerinde ne bir harita var ne de rüzgârları, akıntıları gösterecek bir atlas... Gemideki tek yol gösterici pusula ise sabitlenmiş, uzakta bir adayı gösteriyor.
Geminin dümeninde olması gereken kaptan, koskoca bir adanın tek mahkûmu! Ara sıra ulaklarla ulaştırdığı haberler, dümen tutanlara gidilecek yolu tarif ediyor olsa da işleri kolay değil, biliyorlar. Herkes için zorlu bir yol bu.. Uzak dağlardan esen sert rüzgârlar denizcilerin yelkenlerini fırtına olarak dolduruyor. Bir gemi dolusu insanın umudunun, hayalinin dev dalgalara kurban gitmesine ramak kalıyor. Dün gemide yine isyan vardı. ‘Bu kaçıncı’ diye saymaya üşendiler ecinniler. Mürettebatın bir kısmı tutsak düşünce, gemiye o gemicilere destek vermek için girenler de denizcilerin kutsal yeminini etmekten vazgeçti. İsyan bayrağını bir kez daha direğe çekti... ‘Anakara’ya doğru yola bile çıkamadı hayal gemisi.

Başbakan bir şey yapsın

29 Haziran 2011 Çarşamba
Başbakan ne yapsın? Ağır Ceza Mahkemesi’ne “tutukluları salıverin” diye ültimatom mu göndersin? “Yanlış ve haksız kararlar rekortmeni” YSK’yı hizaya mı soksun? HSYK üzerinde baskı mı kursun?

Ne yapsın?

Başbakan bir jest yaparsa imiş, hava yumuşarmış, CHP’liler de Meclis’e girip güzel güzel yeminlerini ederlermiş. Problem de çözülürmüş.

Pardon, problem neydi ki?

Problem, “Ergenekon sanıklarının” salıverilmemesi ya da salıverilmemesi değil miydi?

Problemi siz yaratmamış mıydınız?

Yeterrrrrrrrrrrrrr!

Ortalık çok karışık 367 krizi geçsin bakarız.
Önümüz seçim, ortalık karışık, bir geçsin bakarız.

Dolarda bir kıpırdanma var, geçsin bir bakarız.

Ayışığı nedeniyle ortalık karışık, geçsin bakarız.

Balyoz nedeniyle ortalık karışık geçsin bakarız.

Amerikan meclisinde Ermeni tasarısı bir onaylansın bakarız.

Yerel seçimler nedeniyle ortalık gergin hemen bakarız.

Çözüm yeri Hakkâri değil, Diyarbakır

29/06/2011

Hakkâri yerine 11 milletvekili çıkaran Diyarbakır'ın 11 milletvekili istifa etsin, ara seçim için. Var mısınız?


Sen yakın tarihin en başarılı seçimini gerçekleştir, yüzde 87’lik bir katılım olsun, seçmenin yüzde 95’i parlamentoya yansımış olsun ve TBMM’yi tarihinde görülmemiş bir açılışla yüz yüze bırak.
Bu, bir “kriz” halidir.
Böyle açılan, daha doğrusu “doğuştan sakat” duruma düşmüş bir parlamento, yasama görevini yerine getirebilir mi? Bu parlamento, anayasa yapabilir mi?

Oktay Ekşi, TBMM Başkanlığı ve CHP

Bu yazıyı yazmaya başladığım saatlerde bütün Türkiye saat 15.00’de toplanacak ama nasıl toplanacağı belirsiz TBMM’ye odaklanmış durumda.

CHP TBMM’ye girecek mi?

Şayet girerse, milletvekilleri yemin edecekler mi?

BDP’liler ne yapacaklar?

Mahkemeler, önlerindeki itirazları nasıl değerlendirecekler?

Bu yazı sizlere ulaştığında aslında bu soruların cevapları bir biçimde verilmiş olacak.

Ancak, bir konu değişmeyecek, bunu biliyoruz.

Salı günü (dün) 15.00’de toplanmış olacak TBMM’ye en yaşlı, sayın Oktay Ekşi’nin deyimiyle en erken doğmuş olan milletvekili başkanlık edecek.

Hürriyet gazetesi eski başyazarı Sayın Ekşi TBMM’ye muhtemelen bir hafta, on gün başkanlık edecek.

Yani söz konusu olan yarı-sembolik bir TBMM başkanlığı ama yine de bugün (dün) Sayın Ekşi’yi frakıyla TBMM Başkanı olarak göreceğiz.

Kuvvetler ayrılığı ülkesi önemlidir, çağdaş trend yargının güçlenmesidir falan ama demokrasilerde en önemli kurum hiç kuşkusuz seçilmiş milletvekillerinden oluşan parlamentolardır (bizde de TBMM), buna pek kuşku yok.

TBMM gerektiğinde, evrensel hukuka bağlı olarak, güçler arasındaki dengeleri de değiştirebiliyor, yeni anayasalar yapabiliyor.

Böyle bir kuruma geçici olarak da olsa, sembolik olarak da olsa, başkanlık yapmak çok önemli.

Sayın Oktay Ekşi de 12 Haziran günü oy kullanan yaklaşık kırk dört milyon seçmenin seçtiği milletvekillerine başkanlık yapacak, bu sembolik olarak da olsa çok önemli.

Bendenizin kötü bir huyu var, küçük bilgisayarımda küçük bir arşiv oluşturdum, böyle durumlarda adı öne çıkan türk büyüklerinin yakın, çok yakın tarihlerde ne gibi açıklamalar yaptıklarına bir bakıveriyorum.

Sayın Oktay Ekşi’nin yakın dönem açıklamalarına bir göz attığımda da karşıma TBMM’nin geçici başkanının 27 Nisan muhtırası hemen sonrası, 28 Nisan 2007 günü başyazarlık yaptığı kendi gazetesine, Hürriyet’e verdiği bir demeç çıkıyor.

Bilindiği gibi 27 Nisan muhtırası, TBMM’ye, TBMM’den güvenoyu almış bir iktidara verilmiş anti-demokratik, hukuk dışı bir askeri muhtıra.

İsteyen HALA Genelkurmay sitesinde duran muhtıraya www.tsk.tr’den (27 Nisan 2007) ulaşabilir.

Beşiktaş görüşmelerinin içeriğini bilmememiz, Sayın Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde 27 Nisan muhtırasına ilişkin ilginç (!) bir açıklama yapmış olması durumu zerrece değiştirmiyor.

Sayın Ekşi’nin 28 Nisan 2007 günü yani muhtıradan bir gün sonra Hürriyet gazetesine verdiği demeç aynen şöyle: Oktay Ekşi: Bu tablo içinde Genelkurmay Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığına “sözde değil özde” Cumhuriyet ilkelerine bağlı bir kişinin gelmesini istemiştir. Bu açıklama bir talepten gelmiştir. Konunun muhatapları bunu iyi algılamaladır. Onların algılamaları önemlidir.

Bugün TBMM’ye başkanlık yapacak Sayın Ekşi’nin çok değil dört sene önce TBMM’ye yönelik bir askeri muhtıraya yaklaşımı aynen budur.

Ne güzel, ne öğretici değil mi?

Demokrasi muhteşem bir rejim; demokrasiye ihanet edenleri de, gün geliyor, baştacı ediyor.

Bu açıklamanın sahibi Sayın Ekşi’nin TBMM’ye CHP sıralarından girdiğini de unutmayalım.

Davalının akılsızı derdini mübaşire anlatır...

Eski Yeniköy'de İskele'ye yakın görkemli bir yalı vardı.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte servetini koruyabilen bir ailenin yalısıydı bu.
Ailenin babası ölünce tüm varlığı ve o yalı, aklı biraz kıt olan oğluna miras kalmıştı.
Yaşı 40'ları aşmış bu mirasyedi, garip davranışlarıyla Yeniköylülerin alay konusuydu.
Bu mirasyediye bir bahar günü İstinye'nin kıyısından denize derin derin bakarken rastladım...
Sordum,
- Bir şey mi düşürdünüz denize, ne arıyorsunuz?
Denize eğik başını kaldırmadan cevap verdi:

Karne

Ahmet Hakan'ın çok sevilip okunduğunu bilirdim ama dün bu 'çok'un çok daha fazla olduğunu anladım. Çünkü dün hiç ummadığım insanlardan 'Ahmet Hakan seni yazmış' türünden telefonlar aldım. Ahmet Hakan son dönem bana saldırmayı moda edinen 'bazı' 'İslamcı' dostları kızdırırcasına önce duygularını sonra bildiklerini yazmış. Beni anladığı için kadim dostum Ahmet'i arayıp teşekkür ettim. Ama yine de Sevgili Ahmet Hakan izin verirse beni bu hallere düşüren(!) ABD'ye 'kahrolası' demek yerine böyle bir Amerika'ya güvenen ve onunla ilişkide kendi geçici çıkarlarını görenlere bazı hatırlatmalarda bulunayım.

Ha boykot, ha protesto...

CHP-BDP el ele Kandil’e!Meclis Başkanlığı’nın davetlisi olarak, dün “yemin töreni”ni izlemek üzere Meclis Genel Kurulu’ndaydım...
Ankara Temsilcimiz Yener Dönmez’le birlikte Meclis’in her yanını dolaşma, karşılaştığımız “bakan” ve “milletvekilleri”ne “hayırlı olsun” deme imkanı bulduk...
Bu arada Meclis muhabirimiz Ali Eyvaz’ı da “Akit’in Meclis Bürosu”nda ziyaret edip, çayını içtik...
Kendileriyle görüşme fırsatı bulduğumuz bakan ve milletvekillerinin yüzünde “buruk bir sevinç” vardı...
Öyle ya; bir “demokrasi şöleni” olması gereken “yemin töreni”, bir yandan BDP’li milletvekillerinin “boykot”u, bir yandan da CHP’li milletvekillerinin “protesto”su ile gölgelenmişti.
KILIÇDAROĞLU’NUN FİKRİNİ BAYKAL DEĞİŞTİRMİŞ

Yemini kaldırmayı niçin kimse akıl edemiyor?

Başbakanın anasına küfür ettiği için işinden kovulmuş bir adamı Sihirbaz Mandrake kılığında meclis kürsüsüne oturtunca mutlu olan Kılıçdaroğlu...
Birtakım faşistleri bile bile aday gösterdiği için başına ne tür bir bela almış olduğunu da belki zamanla anlayacaktır!
Fakat bu işin magazini de ilginçtir: Bu adamlar niçin silindir şapka ve frakla dolanırlar, karikatür gibi?
Atatürk devrinde moda bu olduğu için... "Batılı" görünmek için. Batılılara "bakın ne kadar size benzedik" diyebilmek için.

Tutulmayacak yemin edilse ne olur

29 Haziran 2011 Çarşamba
Birkaç gündür yaşanan komedi dün nihayete erdi.
Eden etti, etmeyen etmedi.
Türkiye’nin en önemli ve “tutulmayan” yeminini.
Milletvekili yemini şöyledir:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Sizce milletvekillerinden kaçı bu yemine “sadık” kalır.

Ya erken seçime gidilirse?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, milletvekillerinin yemin etmeyeceğini açıkladı. Bu kararın, kamuoyunda destek bulacağını hiç sanmıyorum. Sebebi açık:
1) 3 Haziran 2011'de, Kanal Türk'te, Adem Yavuz Arslan'ın sorusuna cevap verirken, yetkinin mahkemelerde olduğunu söylememiş miydi? "Tutuklu adaylar vekil oldukları takdirde çıkmayabilirler. Bunu daha önce de Sabih Kanadoğlu açıklamıştı. Sonuçta yargının takdirine bağlı... Cezaevinden çıkması için yargıcın kararı lâzım. Herhangi bir sorun yok..."

İşte özlenen Kılıçdaroğlu!

CHP’nin Meclis’teki yemine katılmama kararı tam isabettir. Kılıçdaroğlu dün verdiği bu kararla gerektiğinde tavır alabileceğini ve hatta meydan okuyabileceğini gösterdi ki bu özelliği lider olabilmenin ön şartıdır.
Evet Kılıçdaroğlu her yanına gelene sen de haklısın deme tavrından vazgeçip köşeli olmaya, yani ilkesel davranmaya başlıyor ki bu sadece CHP için değil, lider sıkıntısı çeken Türkiye muhalefeti için de kazançtır.
CHP’nin aldığı boykot kararında beni en çok sevindiren husus, Kılıçdaroğlu CHP’sinin Paxamericana’ya ram olduğu yakıştırmalarını da bir ölçüde olsun bertaraf etmiş olmasıdır.
Öyle, çünkü artık herkes biliyor ki yaşananlar ayrıntılara kadar ABD projesidir.
Dolayısı ile de CHP’nin emperyalizme figüran olmaması takdire şâyândır.
Diyeceksiniz ki kararı Kılıçdaroğlu değil, CHP’nin gövdesi aldı!

27 Haziran 2011 Pazartesi

İran'a savaş ilan edelim!

Libya tam yüz gündür bombalanıyor. Bugüne kadar 5 bin hava saldırısı düzenlenen ülkede, özellikle elli hedef sürekli vuruluyor. Gerekçesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin hakkında tutuklama kararı çıkarttığı Kaddafi'ye karşı muhalefetin önünü açmak olan NATO saldırıları, bir ülkenin işgalinin, yıkımının amaçlandığını ortaya koyar nitelikte.

Şehirler, kasabalar, altyapı tesisleri, ülkenin kaynakları bombalanıyor, tam bir yıkım uygulanıyor. Kara saldırısı hazırlığı gizlenmiyor bile. Bir süre sonra işgal "zorunluluk" haline gelir ve muhalefetin kuracağı Libya yıllar sonraya ertelenebilir. Biz o zaman bir ülkenin daha kurban edilişini izlemiş oluruz. Kaddafi'ye karşı özgürlük isterken acaba bugünleri hiç düşündük mü? Sesimiz soluğumuz yüz günde kesiliverdi ve bizler şu an Libya için hiçbir şey söyleyemez hale geldik.

Fatih Altaylı şakası

Fatih Altaylı, Serdar Turgut'a öykünüp mizah yazarı olmaya soyundu anlaşılan. Öyle bir Ertuğrul Özkök yazısı döktürdü ki pazar günü... Epeydir bu kadar gülmemiştim! Özkök'ün kişiliğini analiz etmeye girişip, Ahmet Kaya'nın mezarını ziyaret edişini eleştiriyor yazıda. Utanmadan sıkılmadan, absürt komedi örneği ortaya koymak için olsa gerek Özkök'ün fotoğrafına 'utanç fotoğrafı' diyor!
***
Sayın Altaylı, bir ironiye imza atmak istemişsiniz de... Biraz da gerçek dünyaya dönelim. Herhalde şu koskocaaa medyada o ziyaretle ilgili en son kalem oynatacak kişi zat-ı aliniz. Zamanında Kaya'ya demediğinizi bırakmamışsınız, onu linç edenlerin başında yer almışsınız. Şunları bile yazmışsınız onun hakkında: 'Kaya yalancı haysiyetsizin biridir. Avantayı nereden buluyorsa ona göre bağırır. Bugün PKK'nın para dağıttığını görünce PKK'lı, yarın travestiler dağıtsın, onlardan.'

Ahmedinejad ve Nasrallah'a Açık Mektup

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

İran Cumhurbaşkanı Muhterem Mahmud Ahmedinejad,

Lübnan Hizbullahı Genel Sekreteri Muhterem Hasan Nasrallah,

Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Siyasal söylem

Siyasal söylem, siyasetçilerin ve siyasi partilerin, desteğini kazanmak istedikleri kitlelere kendi düşünce ve eylem planlarını ifade biçimleridir.
Rekabetçidir. Sürece birçok aktör katılır. Reklam da çok aktörlü bir etkileme sürecidir ama ticaridir. Bir de propaganda vardır. Tek aktörlü, tek merkezli, tek yönlü, rekabetçi olmayan bir etkileme sürecidir. Biraz ihtiyaçlara biraz da korkulara hitap eder. Propaganda daha çok otoriter siyasal yapılarda görülür.

İşlem tamam kurultay kapıda

Bile bile lades
Şaka gibi
Sorumlusu kim?
önceki haber
sonraki haber
CHP'de görevden alınan 20'ye yakın il başkanı bugün-yarın bir basın toplantısı düzenleyecek. Kamuoyuna, olağanüstü kurultay için "yeterli imza alındı" açıklamasını yapacak.
Toplanan imza sayısı, şimdiden 603'ü buldu.
630'a ulaşınca işlem tamam olacak. İstanbul'un 140 delegesinden 74'ünün imzası alındı. Ankara'daki 56 delegeden 50'si olağanüstü kurultay için imza verdi. Kemal Anadol'un yaptığı çalışma sonunda 48 İzmir delegesinden 30'u imza için notere götürüldü.
Bunların içinde önemli isimler de var.

‘Kürt isyanı’ mı?

Geçtiğimiz hafta sonu, Cengiz Çandar’ın TESEV için kaleme aldığı ‘Dağdan İniş, PKK nasıl silah bırakır’ raporu, iki gün süren bir toplantılar dizisi çerçevesinde tartışıldı. Çok önemsememe ve çok istememe rağmen, üniversitede dönem sonu yoğunluğuna rastladığı için, maalesef bu toplantılara katılamadım, tartışmaları basından izlemek durumunda kaldım.

Canım okumak istemiyor..

"Bugün canım yazı yazmak istemiyor" demişti, Çetin Ağabey.. Beş kelimeyle beş yüz sayfaya sığmaz eleştiri yaparak ve basın tarihimize geçmişti. En özlü ve en anlamlı köşe yazısının sahibi olarak..
Hafta sonu Ankara'daydık, tüm aile.. Serpil'in oğlu Ömer'le eşi Başak yıllardır, adeta elleriyle bir ev yapıyorlardı Ümit Köy'de.. Nihayet bitirdiler ve tüm kardeşleri davet ettiler.. Öcal Ağbimler İzmir'den, ben İstanbul'dan.. Serpiller ve Kemaller zaten Ankara'da..

İki gün evden çıkmadım.. Ara sıra televizyona, ama sadece Wimbledon'a baktım.. Ağbim zaman zaman olup biteni merak edip bir haber kanalına döndüğünde, bahçeye çıktım, alt yazıları dahi görmeye tahammül edemediğim için..
Ömer benim okuma merakımı biliyor.. Çıkan bütün gazeteleri aldırıyordu sabah erkenden.. Birini açıp bakmak içimden gelmedi..
Ülkemle ilgili bir tek haber duymak, bir satır haber okumak istemiyorum..
İşte o an anladım, "Bugün canım yazı yazmak istemiyor" diyen Çetin Ağabey'in yıllar önce makale yazmadığını, sadece ruh halini anlattığını..
İnsanın haber dinlemeye, haber okumaya, haber tartışmaya tahammülü olmaması..
Niye peki?..

***

Anayasa Mahkemesi'nin AKP ile ilgili kararı hukuk tarihimize geçti. Çünkü "Hukuki" değil, "Siyasi" bir karardı. Hukuki karar, AKP'nin kapatılması olurdu. Sadece içerde bizler değil, dışarda dünya da nefeslerini kesip bekledi. AKP'nin kapatılması içerde onulması mümkün olmayan yaralar açar, dışarda Türkiye'nin itibarını nerdeyse sıfırlardı..
Halkın oyunu her defasında daha fazla alan bir iktidar partisini kapatmanın "Demokratik" olduğunu dünyaya nasıl anlatırdık ki..
Anayasa Mahkemesi, hukuki kararın feci sonuçlarını çok iyi görerek ve dikkate alarak, çok özel, çok önemli ve çok anlamlı bir siyasi karar çıkardı..
Bugün bu ülkedeki iki seçmenden birinin oyunu alacak düzeye gelen AKP, bu kararla hayatta kaldı.. Türkiye demokrasi yolunda çok önemli bir adım attı. Dünya, Anayasa Mahkemesi'nin kararını alkışla karşıladı.
Ne var ki ayni Anayasa Mahkemesi, bir başka parti DTP hakkında, hukuki karar almakta hiç bir mahzur görmedi. Ahmet Türk gibi bir güvercinin milletvekilliğini de iptal ederek, partiyi kapadı.
Bu karar, demokrasi ve barış yolunda çok önemli rol oynayabilecek bir doğal lider Türk'ü şahin olmaya iterken, kapatılan DTP'nin yerine kurulan BDP'yi de, daha da sert politikalara itti.

Bölgesel rol

Arap alemi karışmasaydı geçtiğimiz mayıs ayında İstanbul'da önemli bir toplantı gerçekleşecekti. Toplantıya Türkiye, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak liderleri katılacak ve belki de Avrupa Birliği benzeri bir oluşuma doğru ilk adımlarını atacaklardı. Olmadı. Bu olmadığı gibi Türkiye'nin vize kaldırdığı ülkelerle de işleri karıştı. Örneğin Suriye, Ürdün, Libya, Lübnan... Bu ülkelerle ekonomik ilişkiler ve turizm hareketliliği de durma noktasına doğru hızla ilerliyor. Göreceli olarak sakin görünen Mısır ve Tunus'ta ise ekonomik ilişkilerde göreceli hareketlilik gözlenmesine rağmen Türkiye'nin bu iki ülkedeki çıkarları 7-8 ay öncesiyle karşılaştırıldığında oldukça ekside. Geneline bakıldığında ise Türkiye'nin siyasal ve ekonomik çıkarlarının yanı sıra psikolojik avantaj ve üstünlüğü de zarar görmüştür.

Sabah akşam pataklamak!

Sizi gidi şakacılar!
Çok mutluyum, dede oldum
Dişleri köpükten, dudakları gök
önceki haber
sonraki haber
"Doğru zaman…
Zamanın eğri olmadığı andır."
Bu büyük düşünür sözü…
Acizane tarafımdan geliştirilmiştir.
Patenti bana aittir.
Sabahlar erken saatler güzeldir… Kuşlar öter…
Akşamlar gün batımının…
Doyumsuz keyfini sunar bize…
Taner'i izledim Pazar akşamı.
Acun ve Hülya Avşar'ın karşısında.
Hani "Vay be Taner diyoruz" ya…
Genç kızlarımız da hayranmış ona…
Okuduğu üniversitede…
Durduk yerde… "Pat" diye öğretmeni öpmüş…

Her şey gibi milletvekili yemini de değişir...

Ne kadar çok "Yemin" var insanların hayatında, hiç düşündünüz mü? Bir kabahati inkâr etmek için çocukluktan başlayan "İki gözüm kör olsun ki" diye başlayan yeminlerle adım atarız yaşama.
Derken milletvekili oluruz ve Anayasa'da yazılı olan yemini, içeriğini fazla irdelemeden tekrarlarız TBMM kürsüsünden.
Ama yaşam gibi yeminler de değişir.
Örneğin Osmanlı sonrasındaki ilk Anayasa'mızda (1921) bir yemin metni yokken, 1924 Anayasası'na şu yemin (tahlif) metni girmiş:

Derdiniz Silivri’yi boşaltmak mı?

Çözüm yeri Meclis’se, Meclis’e gireceksin...

Derdin meşruiyetse, kararlarında “meşruiyet çizgisini” gözeteceksin...

Rakip partiler hakkında kapatma davası açıldığında “hukukun gereği yerine getirilmeli” diyorsan, işin ucu sana değdiğinde de “hukuk” diyeceksin.

Dokunulmazlıkların kaldırılması gerektiğini savunuyorsan, darbe sanıklarına dokunulmazlık kovalamayacaksın.

Halkçıysan, halkçı olacaksın.

Demokratsan, demokrat olacaksın.

Darbelere karşıysan, darbe soruşturmalarının altını boşaltmayacaksın.

Hem “Biz Yeni CHP’yiz” deyip eskinin bütün hastalıklarını sahipleneceksin, hem de siyaseten sıkıştığında “eski”yle “yeni” arasında slalom yapıp müşteri kazıklayacaksın...

Ne olacağına, ne yapacağına karar ver artık.

Eski misin, yeni misin?

CHP-BDP İttifakı

Hayatın böyle dayatmaları var işte.

Yıllarca Kürt gerçeğine sırtını dönen, her türlü demokratik açılımın önünü tıkayan, sabıka dosyasında Kürtlere ilişkin epey kayıt olan CHP, bugün Kürtlerin siyasi temsilcisi BDP ile aynı safta.

‘’Terör örgütü üyesi’’ olmakla suçlanan KCK sanıklarıyla, ‘’darbe hazırlamak’’ iddiasıyla yargılanan Ergenekon sanıklarının önü yargı tarafından kesildi çünkü.

Yargı yüzde 100 CHP zihniyetinin denetimindeyken ‘’Şeriatın kestiği parmak acımaz’’ diyenler, bugün ‘’Parmağım acıyor’’ diye kıyamet koparıyorlar.

160 yargıçtan nasıl tek fire olmaz?

Bu fotoğraf beni çok ürkütüyor.
Hatırlayacaksınız kısa bir süre önce Yargıtay Başkanlığı için seçim yapılmıştı.
Toplam 5 adayın yarıştığı seçimde Nazım Kaynak iktidarın desteklediği aday olarak öne çıkmıştı.
Seçim yapıldı ve Nazım Kaynak’ın dışındaki 4 aday oyların bir bölümünü paylaştı!
Peki Nazım Kaynak mı?
O ilk turda tamı tamına 160 oy aldı ve seçildi.
Bu ne anlama mı geliyor?
160 sayısı Yargıtay’a kısa bir süre önce apar-topar atanan yargıç yekûnudur.
Belli ki atananlar blok olarak AKP’nin desteklediği Nazım Kaynak’a oy verdiler!
Ne yani yargıçlar AKP birini destekliyor diye ona oy veremez mi diyebilirsiniz!
Haklısınız verebilirler.
Buna kimsenin itirazı da olamaz!
Ancak....

26 Haziran 2011 Pazar

TEMEL’iN YERi

Dursun gurbetten dönmüş... Onu havaalanında kardeşi Temel karşılamış...
Hoş beşten sonra, “Benim güzel köpeğim Keleş ne alemde” diye sormuş Dursun;
-Ona iyi baktın değil mi?...
Temel “Senin köpeğin öldü” deyince Dursun kilitlenip kalmış... Bir süre sonra kendine gelince;
“Ne kalpsiz adamsın” demiş;
-İnsan önce ‘Pamuk bir gün çatıya çıktı... Oradan indiremeyince itfaiyeye haber verdik... İtfaiye geldi ama Pamuk kendini aşağı attı’ gibi şeyler söyler... Çok mu zor böyle anlatmak?...
“-Kusura bakma abi...”
-Neyse... Sen nasılsın, annem babam nasıllar?...
“-Ben iyiyim... Annem de iyi... Babam bir gün çatıya çıktı...”

KEMAL’İN YERİ
Eşi demiş ki Kemal Bey’e;
-Kasım’da Aşk Başkadır’a gidelim, çok duygusal bir film...
“-Gideriz... Kasım’a daha çok var...”


CEMAL’İN YERİ...

Attiye Navazish Ali Hanımefendi'ye saygılarımızla...

Biliyorum, 'ecnebi Türk aydınlarımız' bu yazımızdan da hiç haz etmeyecekler... İstanbul'un marka değerine tavan yaptıracak İstanbul Akvaryum için yazdıklarımı da beğenmediler...
1935'lerden bu yana, Türkiye'nin hiçbir işi beceremeyen, az gelişmişliğe mahkum bir ülke, İslamiyet'in de gericiliğin ve geri kalmışlığın baş müsebbibi olduğu tespitiyle büyütülmüşüz... Batı ise her bakımdan bizden üstün ve lider... Biz onlara ne kadar benzersek o kadar adam oluruz.
Bizi itip kakmaları, 'düşün eteğimizden!' diye aşağılamaları hiç önemli değildir; ancak onlar gibi olursak 'kurtulabiliriz'... O nedenle bütün başarılarımız 'tesadüfi', bütün güzellikler (İstanbul caddeleri ve duble yollardaki çiçek şöleni dahil) lüzumsuzdur... Batı'yı hayranlıkla izlemekten başka şansımız yoktur... Doğu'yu keşfetmiş onca Batılı entelektüelden, örneğin lafın gelişi Kant ya da Goethe'den söz edilse kulağımızın üzerine yatarız.

Said Havva ve Buti

 
Bir televizyon konuşmasında Kenan Çamurcu, Fethullah Gülen Hoca’dan bir hatıra aktardı. Kabe’de Altınoluk’un altında Said Havva ile karşılaşan Fethullah Gülen Hoca ondan Hama olaylarını sorar ve Havva’nın cevabı şöyle olur: “Doğrusu bu kadar vahşi ve yıkıcı bir sonuç beklemiyorduk. Tahminlerimizin ötesinde kıyım ve yıkım oldu...” Kenan Çamurcu bu sözleri bir hatanın itirafı olarak okur ve Esat rejimine karşı çıkmanın yanlışlığına delili olarak sunar! Münir Gadban gibi İhvan liderlerine bir kez daha ‘bu itiraf’ bağlamında Hama değerlendirmesini istedim. Gadban, Hama olaylarının ardından cemaatin “meseleyi değerlendirmeye aldığını ve ‘müracaa’ yaptığını ve sonuçta Esat rejimine karşı çıkmanın yanlışlığına değil de hazırlıksız çıkışın yanlışlığına kanaat getirdiğini” söylemiştir. Yani Münir Gadban, Hafız Esat’a karşı çıkmadan dolayı pişman olmadıklarını ve aksine sadece zamansız ve hazırlıksız ve düşmanın tayin ettiği bir zaman ve mekanda eyleme sürüklendikleri için kendilerini affetmediklerini söylemiştir. Kimileri zaten mukabelenin yeri ve zamanı konusunda bir seçenekleri olmadığını ve rejimin kendilerini karşı koymaya ve huruca mecbur ettiğini söylemektedirler. Bununla birlikte, elbette ki Arap dünyasında müracaa yani gözden geçirme ve iç muhasebe yapan sadece İhvan olmamıştır. Hapisteki Cemaat-ı İslamiye liderleri iç muhasebe (müracaa) yapmışlar ve hatalı davrandıklarına dair kendilerinde genel bir kanaat oluşmuştur. Lakin Abud Zümer gibiler hapisten çıktıktan sonra tekrar söylemlerini değiştirmişler ve eylemci miraslarına sahip çıkmışlardır.

Sendikaların ve sendikacıların yüzü...

Türkiye, aralarında Hatip Dicle’nin de bulunduğu KCK davasından tutuklu sanıkların tahliye taleplerinin mahkeme tarafından oy birliğiyle reddedilmesiyle yeniden çok geriliyor. Bu gerginliği nasıl aşabileceğimiz henüz belli değil ama...
Başbakan Erdoğan’ın önceki gün TİM’deki konuşması, bu tür çapraşıklıkları çözebilmek için yeni bir anayasaya olan ihtiyacımızın altını çizdi.
Anayasa çok ciddi bir sorun ama ülkemizde tek sorun anayasa değil... Anayasayı değiştirmeden de çözebileceğimiz, toplum için hayati olmasına rağmen kamuoyunun gündeminde yer almayan ve acil çözüm bekleyen çok ciddi sorunlarımız var.
Ve o sorunların bir kısmında dibe vurmuş vaziyetteyiz...
Örneğin, Uluslararası Çalışma Örgütü, ILO, yüzüncü Uluslararası Çalışma Konferansı’nda, Türkiye’yi sendikal haklar konusunda Afrika ülkeleriyle aynı listeye koydu.
***

Cennette mekan ve seçim sonrası Türkiye

 
Yok, hayır TOKİ evlerinden söz etmeyeceğim.. Umre yazılarına devam..
Demem o ki, çocuğunuzun üniversiteye ya da bir işe girmek için çalıştığı kadar siz cennete girmek için çalışıyor musunuz?
Tabii Allah rızası için ilim tahsil etmek de ibadettir elbette.
Mesela TOKİ evleri için, kira öder gibi ödediğiniz bedel kadar cennete bir köşk almak için bedel ödüyor musunuz?
Bu dünyada yaptıklarımız ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızla, söylediklerimiz ya da söylememiz gerekirken söylemediklerimizle, ya kendi cennetimize sırtımızda tuğla taşıyor olacağız, ya da kendi cehennemimize sırtımızda odun taşıyacağız..
Allah bizi, mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle, artırarak ve eksilterek imtihan edecektir..
TOKİ’den ev alırken bir sözleşme imzalıyorsunuz değil mi, eğer o taahhüde sadık kalırsanız ev sizin. Ama değilse öyle bir hakkınız olmayacaktır.

Eski mağdurlar yeni mağrurlar olmamalıdır...

Siyasal yaşamımızın bir döneminde "Mağdur" konumunda bulunmak ve "Mazlum" olmak, partilere ve görüşlere kitleler nezdinde avantaj sağlardı.
Soğuk Savaş yıllarında "Sol"un her çeşidinin önce karakolluk sonra da adliyelik olduğu dönemleri hatırlayın.
Yasaklı ve "Hain" Nâzım Hikmet'in şiirleri çoğaltılır ve elden ele dolaşırdı.
Veya askeri geçiş dönemlerinde kapatılan partilerin ve yasaklanan siyasetçilerin, kitleler tarafından nasıl sevgi ile kucaklandıklarını ve ilk serbest seçimde nasıl iktidar olduklarını görmedik mi?
"Resmi İdeoloji"nin hem tehlikeli saydığı ve hem de ceza yasaları ile meşru siyasal düzenin dışında tuttuğu iki akım ise mağdur ve mazlum konumda olmalarına karşın, Cumhuriyet rejiminin seçkinleri tarafından pek hesaba alınmadılar.

Sayıları çok, oyları az partiler

12 Haziran 2011 seçimlerinin üzerinde en az durulan, belki de hiç konuşulmayan sonuçları, sayıları çok ama hepsinin aldığı oy birlikte ancak % 4.60 eden partilerin durumudur.
Önce bunun neden böyle olduğunu, bu partilerin neyi temsil ettiğini, iddialarıyla aldıkları oy arasındaki uçurumu nasıl açıklamak gerektiğini, sonra Türkiye'de toplumsal taleplerin neden bu tür partileri bu defa tamamen etkisizleştirdiğini düşünmek ve izah etmek gerekir.
Bu partilerin arasında ünlü DYP ve ANAP'ın birleşmesinden oluşan Demokrat Parti'nin, Erbakan Hoca'nın Saadet Partisi'nin, Ecevit'in DSP'sinin de bulunduğu uzayıp giden listeyi dikkate aldığımızda, gerçekten ilginç bir tabloyla karşı karşıya bulunduğumuz açıktır.
Kutuplaşma süreci
Öncelikle, Türkiye'nin yaşadığı değişim ele alınıp, bu değişimin neden siyasette çok partiye hayatiyet vermediği tartışılmalıdır. Bunun için sadece toplumsal yapıda yaşanan değişimi ele almak yetersiz kalabilir.
Biliyoruz ki, toplumsal hayat toplumsal ilişkiler çoğulculaşıp, farklılaştıkça siyasal bakımdan da hem düşüncelerin hem de eğilimlerin farklılaşması beklenir. Oysa siyasal kültürümüzde, bu eğilimlerin aksine bir kutuplaşma süreci yaşanmaktadır. O halde mesele, Türkiye'nin toplumsal yapısında ortaya çıkan yeni kurumlara, sınıf ve tabakalara, yeni aktörlere, yeni taleplere yani çoğulculaşmaya rağmen, siyasi kültürde iki temel eksen arasındaki kutuplaşmada düğümlenmektedir ve bu kutuplaşma bütün bu çoğulluğu örtecek kadar etkin ve belirleyicidir.

Kadro beklentileri

TRT sözleşmelileri, 2954 sayılı kanunun g bendinde tanımlanan "kadro karşılığı sözleşmeli personel" statüsüne geçmek istiyor.
Ayrıca, belediye ve özel idarede çalışan sözleşmeli personel de kadro bekliyor.
5393 sayılı Belediye Kanunu'nun 49. maddesine göre, her yıl yenilenen sözleşmelerle çalışanlardan gelen talebi ilgililere iletiyorum. Bakın ne diyorlar: "Bizler, Devlet Personel Başkanlığı'nın görüşleri ve yargı kararlarıyla 657 sayılı Kanun'un 4/b maddesi hükümlerine tâbi tutuluyoruz. Son çıkan 632 sayılı kanun hükmündeki kararnameyle (KHK) tüm 4/b çalışanları kadroya geçti; biz KHK'nın dışında kaldık. Sebeb olarak 'Siz 4/c'siniz' dediler. Bugüne kadar bütün özlük haklarımız 4/b'ye göre düzenlendi. Bizler, işgüvencesinden yoksun sözleşmeli personel, bugüne kadar 4/b'li statüsündeyken, KHK'nın dışında tutulmamızı büyük bir haksızlık olarak görüyoruz."
Bu kişiler, mühendis, mimar, avukat, teknisyen, tekniker gibi meslek mensupları... Haksızlığın giderilmesini bekliyorlar. Dedim ya ateş düştüğü yeri yakıyor. Hiç değilse birkaç sağduyulu milletvekili, bu sese kulak verip, onların sorunlarının takipçisi olamaz mı?

1 Ocak ve 35 yaş

AK Parti’nin korkaklığı mı CHP-BDP’nin şirretliği mi?

 
Ergenekon yapılanmasının Türkiye’yi getirdiği yeri görüyor musunuz?
Bu ülkede, 40 bin kişinin katili PKK terör örgütünün değişik versiyonlu yapılanması olduğu ileri sürülen KCK’dan sanık olanlar; sadece sanık değil, ayrıca tutuklu olanlar, milletvekili olmak için aday gösterildiler..
Hatta seçildiler.
Bu ülkede, seçimlerle iş başına gelen hükümetleri devirmeye çalışmak, bunun için kaos çıkartmak, bu yolda provokasyon olaylarına imza atmakla suçlanan örgütün yönetim kadrosundan oldukları ileri sürülen Ergenekon sanıklarından üçü, CHP ve MHP’den aday gösterildiler..
Hatta seçildiler..
Ömür boyu hapis cezası istemi ile yargılanan insanlar, aday gösterilebiliyor ve seçilebiliyor.
Ama ya başörtülüler?
Onları aday gösterecek, seçilecek sıradan aday yapacak kimse çıkmıyor..

Türkiye, Nasrallah'ın durumuna düşmemeli!

Suriye'ye gidenlerin dikkatini çekmiştir.
Hemen her köşe başında, dükkânların, mağazaların en görünen köşesinde Hizbullah'ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın portresi duvarlara asılıdır.
Özellikle Nasrallah'ın gülümseyen portresi vardır, Müslümanların da Hıristiyanların da işyerlerinde...
Bu sevgi, İsrail'e karşı verilen şanlı direniş dolayısıyla oluşmuştu.
Herkesin kahramanı olmuştu, Hasan Nasrallah...
O günleri hatırlayalım:
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah İsrail saldırıları sırasındaki bir konuşmasında, İsrail'e karşı savaşan Hizbullah savaşçılarına seslenmişti.
Nasrallah, "canlarım" diye başladığı konuşmasında direnişçileri övmüştü.
Nasrallah'ın bu sözleri Lübnanlı ünlü Hristiyan sanatçı Julia Boutros'a ilham kaynağı olmuştu.
Sanatçı, Hizbullah lideri Nasrallah'ın sözlerini şark

Beceriksizlik devam ediyor

Galatasaray yöneticilerini kutlamak istiyorum.
Spor sayfalarında bizi rezil etmeye devam ediyorlar. Yok Bülent Tulun tek başına Ujfalusi'nin imza törenini yapmış, yok Adidas'la anlaşma bitmişmiş, yok Adidaslı formayla imza töreni yapılmış, yok Ali Dürüst Florya'yı boykot ediyormuş.
Ne oluyoruz Ünal Aysal?
Ne bu rezillik?
Yönetemiyor musun?
İletişimi mi?
Yoksa kulübü mü?
Gerçi her ikisi de aynı kapıya çıkar. Kendi iletişimini bile yönetemeyen birinin Galatasaray'ı yönetip yönetemeyeceğini seçimden önce sorgulamıştım. Gördüğünüz gibi haklı çıktım, yönetemiyor.
Bu yönetememe durumu bana bu sezonun da Galatasaraylılar için hüsran olacağını müjdeliyor. Yine de merakla Süper Lig'in ilk üç haftasını bekliyorum.
İlk üç hafta sonunda "Biraz daha sabır" laflarını duyarsam yazılarım asla bu kadar "uslu çocuk" modunda olmaz ona göre.

Size bir iyi, bir de kötü haberimiz var!

 
Hani, bazıları, birisiyle konuşmaya başlamadan önce; “Sana bir iyi, bir de kötü haberim var” derler de, muhatabı “Önce iyi haberi söyle” deyince iyi haberi verirler ya...
Meselâ, şöyle:
Hastasına telefon eden doktor; “Sana bir iyi, bir de kötü haberim var... İyi haber şu: 24 saatlik ömrün kaldı!”
Hasta çılgına döner:
“Sen kafayı mı yedin doktor...
Bunun neresi iyi haber?..
Bundan daha kötüsü ne olabilir ki?”
Doktor, kötü haberi açıklar:
“Nerelerdesin Allah aşkına; dünden beri sana ulaşmaya çalışıyorum!”
AKİT OKURLARI UMRE’DE

Sıfır sorun iflas mı etti?

Başbakan Tayyip Erdoğan, Davos’taki tarihi ‘One minute!’ çıkışını yaptığında, memleketimiz sınırlarında feryatlar yükselmeye başlamıştı.
Erdoğan’ın İsrail’e olan tepkisini sıcağı sıcağına ekranlarda değerlendiren kimi emekli büyükelçiler, elleri kalplerine koyarak konuşuyordu:
‘Aman Allah’ım! Türkiye bunu İsrail’e nasıl yapar? Bunları da mı görecektik? Bunun bedelini bize çok ağır ödetirler.’
O sıralarda Arap sokağında yüzbinlerce insan, Tayyip Erdoğan posterleriyle sevgi gösterisinde bulunuyordu.
***
Türkiye bugünlere nasıl geldi. ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü’ diye coğrafyaya sırtını dönen bir ülke, nasıl oldu da ‘Şam’ın şekerini, ağzının tadı’ olarak görmeye başladı.
Hikaye uzun, ama kısaca anlatmak mümkün. Dün kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla, değerlerini askıya alarak varlığını koruyan bir ülkeydik. Şartların zorlaması, dayatmalar ve diğer etkenler; bunların önemi yok. Sonuçta, kendi değerlerini, ‘devlet aklı’ndan uzak tutan, daha açık ifadeyle İslam’a ve Müslümanlara karşı ‘perhiz’ yapan bir anlayış hakim oldu bu topraklarda.
Bugün; kaybettiğini, unuttuğunu, yok saydığını arayan, hatırlayan, yeniden inşa etmeye çalışan bir gayret var. Belki çok eksik, entelektüel olarak takatsiz, hatta bir hayli cesaretsiz bile sayılabilir. Ama kesinlikle çok samimi.

Çözmeyiveririz!

Kürt kardeşlerimiz mecliste yemin etmemeye, yani meclis çalışmalarına "fiilen" katılmamaya hazırlanıyorlar.
Maaşları işleyecek, milletvekili olmanın haklarından yararlanacaklar, fakat görevlerinden kaçınacaklar.
Cumhurbaşkanımız "çözüm yeri meclistir" diyor ama Apo kulak asmıyor galiba...
Öte yandan, bazı faşist eğilimli elemanları bir türlü kodesten çıkarılmayan CHP saflarında da benzer bir boykot eğilimi belirdi.
Eh, kendileri bilirler.
MHP de benzer bir şekilde mağdur oldu ama o boykot etmeyecek.
Yani, meclisin tablosu, iki muhalefet partisi katılmasa bile, toplanmaya da yeterlidir, kanun yapmaya da. (İnanmıyorsanız, bu işlerin uzmanı olan "367 Sabih"e sorunuz.)
Ne olur? CHP kurultaylarına, BDP dağlarına döner, bir yandan basın ukalalık eder, öbür yandan da meclis tıkır tıkır çalışır, yeni anayasayı bile yapar. (Erken seçim isteyecekler avuçlarını yalarlar.)
Böylece Kürt meselesi de "PKK'nın istediği yönde" çözülmemiş olur!
Bize göre hava hoş kardeşim, biz o meseleyle doksan yıldır yaşıyoruz, siz düşünün.

Beterini gördük Sevilay

AKP, neden darbecileri destekliyor?

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın, İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’e mektup göndererek  “Suriye’nin artık Türkiye ve Katar’a karşı hiçbir yükümlülüğü kalmamıştır. Birkaç ay önce Suriye’nin yakın dostu olan ülkelerin maskeleri düştü. Bu ülkeler, Batı’yı mutlu etmek için her şeyi yapar”  diye yazması, İsrail istihbaratına yakın Debkafile adlı İnternet sitesinin,  “Suriye sorununun, 21 Haziran’da yapılan Barack Obama-Tayyip Erdoğan görüşmesinde ABD -Türkiye ortaklığıyla çözülmesi kararına varıldı. İki lider, Esad’ın 4 ila 6 ay içerisinde düşeceği kanısına vardı. Ortaklaşa hazırlanan planda Türkiye’ye düşen esas rol ise Suriye ile ’askeri gerilimi tırmandırıcı’ adımlar atmak olarak belirlendi”  iddiasında bulunması, Türkiye’yi yönetenlerin, ABD adına Orta Doğu’da nasıl bir taşeronluk üstlendiğini bir defa daha gösterdi.

En büyük milliyetçi Fethullah Hoca


Türkiye'deki en önemli milliyetçi kuruluş; MHP gibi görünse bile bu biraz aldatıcıdır. Çünkü; MHP; siyasal milliyetçidir. Halbuki kültür milliyetçiliği; modern devletleri oluşturan ana damardır. İşte o kültürü yeniden yaratan ve taşıyan güç de dildir.  
Bugün Avrupa havzasında var olan modern devletler ile Birleşik Amerika; belli bir dili temel alarak kurulmuş devletlerdir. Çünkü dil; bir milletin bütün manevi değerlerini geçmişten geleceğe aktararak toplumu bir arada tutar. Fransa,  Almanya, İngiltere, İspanya, İtalya gibi büyük devletleri; bu milletlerin dilleri yaratmıştır. Fransa, 6 etnik dili tek dil haline getirerek devletleşebilmiştir. 
Millet olmak, milli varlığı sürdürmek o milletin dilini kuvvetlendirmekle mümkündür. 
TÜRKÇE MÜCAHİDİ

Sorunun sebebi Meclis değil ki...

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) kararını vermiş görünüyor: Destekleriyle seçilmiş 35 milletvekilinin Meclis çalışmalarına katılmasına izin vermeyecek; 36. arkadaşlarının milletvekilliği Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından iptal edildiği için...

Yerinde kullanıldığında bazen sonuç alabilen bir yöntemdir boykot; ancak boykota sebep olan eylemi yapanla boykot edilenin birbirinden bu denli farklı olduğu bir durumla galiba ilk kez karşılaşılıyor.
Boykot kararının alınmasına sebep YSK'nın kararı, BDP'liler ise Meclis'i boykot ediyorlar...
Eğer iki milletvekilinin Meclis çalışmalarına katılmasına mahkemeler izin vermediği için aynı yönteme başvurursa, aynı garip çelişkiye CHP de düşmüş olacak...
Oysa yapılması gereken bunun tam tersidir: Yani, YSK ile mahkeme kararlarının yanlışlığına Meclis'le birlikte karşı çıkmak... Gelir Meclis'te yemin edersin, önleri kesilmiş milletvekillerinin durumlarının değiştirilmesi için ortak bir cephe oluşturmaya ve kısa sürede onların da yerlerini almalarını sağlamaya çalışırsın... Milletvekili olma hakkı YSK tarafından engellenmiş olan Hatip Dicle'nin mutlaka Meclis'e girmesini istiyorsan, ona bu yolu açmak için diğer partilerden destek devşirme çabası gösterirsin...
Tıpkı Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasaklı olduğu için Meclis'e girmesinin engellenmesi üzerine Ak Parti'nin vaktiyle yaptığı gibi...

CHP'nin Milli Mücadele'den kaçan başbakanı kimdi?

Bundan 65 yıl önce de, 2 milletvekilinin mazbatası iptal edilmişti. Asıl bomba bundan sonra patlamış ve bir CHP'li başbakanın asker kaçağı olduğu ortaya çıkmıştı. Bu başbakan, özellikle Fenerbahçelilerin yakından tanıdığı bir isimdir.

"Geçmiş, bugüne öylesine benzer ki, bunun yanında suyun suya benzerliği hafif kalır" sözünü İbn Haldun günümüz Türkiye'si için söylemiş olmalı. Nitekim 65 yıl önce, yine bir seçim sonrasında ülke öylesine hararetli bir tartışmanın kucağına yuvarlanmıştı ki, çıkan yangını ancak 1950 seçimleri söndürebilecektir.
Demokrasi tarihimize "lekeli seçim" olarak geçen 1946 seçimleri Tek Parti döneminin çürümüşlüğünü bir ayna gibi yansıtan; ama aynı zamanda çeyrek asırdır ülkeyi keyfince yöneten, hesap sorulamayan elit bir kadronun iktidarı elde tutabilmek uğruna ne tür zorbalıklara başvuracağını gösteren çarpıcı bir örnek olmuştu. Halkın oylarına devlet zoruyla el konulmuş, DP'nin çoğunluğu aldığı yerlerde oylar CHP'ye 'transfer edilmiş' ve gayri meşru bir 4 yıllık iktidar dönemi kıra döke açılmıştı.
İşte 1946'dan masamıza düşen aşina fotoğraflar.
1946'NIN "HATİP DİCLE"Sİ FENER'İN GOL KRALIYDI

"Bu da geçer Ya Hu"

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yiyecek ve kalacak yer verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler, Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini söylerler. Şakir, bölgenin en zengin kişilerinden biridir. Gene çok zengin olan Haddad isimli çiftlik sahibi ile komşudur. Şakir, dervişi çok iyi karşılar; birlikte yiyip içerler. Nihayet ayrılmak vakti gelir. Derviş, Şakir'e, "Böyle zengin olduğun için şükretmeyi unutma" der.
Şakir, "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..." cevabını verir.

Şeytana uymayalım

Hiç uzatmadan hemen konuya girelim. ‘Şeytan detayda gizlidir’ derler. Biz şeytana uymayalım. Aslında bu tabir, ‘detayları atlamayalım, bazı olayların en önemli unsuru bazen detayda gizlidir’ anlamında kullanılır. Ancak, son YSK kararlarına ilişkin olarak, biz tam tersini yapmalıyız, çünkü artık hiçbir detayın anlamı ve önemi kalmadı, her şey gün gibi ortada. Bu durumda ‘detay’ apaçık olanın üstünü örtmek, ‘göz boyamak’ için devreye giriyor.

Key(fimiz kaçtı)

Deveye sormuşlar boynun neden eğri diye, demiş ki “nerem doğru” Yansıtılan pembe tablolar bir yana hakikaten her yanımız eğri.
Laf satalatalarına karnımız tok da; salatasız da yapamıyoruz.

Vatandaşların konut sahibi olmasına yardımcı olmak üzere 1986 yılında çıkarılan kanun ile başlatılan ve daha sonra bir sorun haline gelen KEY hesaplarının tasfiyesinde yine sorun yaşanmış.

Olmadı!!!

Geçen hafta, çok konuşulan POPSAV Şarkı Günü yapıldı...  İlk gecesinde sahne Deniz Seki ve Rafet El Roman'ındı. Ama yeteri kadar satış olmadığı için ilk gece organizasyonu iptal edildi. Birçok ünlü ismin olduğu ikinci gece güzel geçmiş.
Sanırım artık POPSAV'ın algılanmasında sorun var. Hatırlıyorum da bundan 17 - 18 sene önce Yedikule Zindanları'nda geceler yaparlardı. Her ünlü orada olmak için çaba harcardı. Nurlar içinde yatsın Osman Yağmurdereli, Erol Evgin güzel işlere imza attı...
Hakan Peker bu piyasada sevdiğim saygı duyduğum ünlüler arasındadır. Ama inancım POPSAV için artık yeterli değil. POPSAV daha atak daha çok şeyler yapmalı. Marka değeri olan böylesi bir kuruluşun daha çok yaptırımı olmalı.
Bu konserlerin basın toplantısında Hakan Peker'in Ajda Pekkan için söyledikleri beni çok rahatsız etti.  Bahsettiği kişi Ajda Pekkan'dı yani kendisi gibi ünlü bir sanatçı... 'Yaşlı' kelimesini kullandı ve bunun üzerinden gecenin reklamını yaptı. Basında yer almak adına güzel bir malzemeydi. Bir de Pekkan için 'Hayvanlar için organizasyonlara katılıyor, insanlar için olanlara da katılmalı' gibi bir şeyler söyledi. Bu sözler,  yönetim kurulu için de rahatsızlık vericiydi. POPSAV Başkan Yardımcısı Metin Özülkü, bu söylemin yanlış olduğunu güzel bir açıklamayla dile getirdi. Yönetim kurulu üyelerinden Yaşar istifa etti...
Her sanatçının kendi belirlediği sosyal sorumluluk alanı vardır. Ona hizmet eder, bu gönülden gelen bir şeydir, zorla olmaz. Bu sözler Ajda Pekkan'ı küstürebilir ve bir daha hiçbir organizasyona katılmaz. Onun etkisi, onun kitlesi her zaman lazım bir kitledir.
Keşke herkes onun yaşında olsa...  O yaşta konserleri ağzına kadar doldursa ve ikinci gecesine istek alsa. Hatta her yaz çıkardığı şarkıları dillere marş olsa.
Podyumdan ben de geçtim

25 Haziran 2011 Cumartesi

CHP, MHP, BDP... ORTAK KADER!..

 
Bir vekil “düşük”, diğerleri “örgüt” işinden hapiste...

“Millet adına karar verme” iddiasındaki yargıdan, bu “tuhaf vekillere” şimdilik geçit yok!..

MHP ve CHP’nin “örgütlü sanıkları” ile BDP’nin “örgüt destekçisi” vekillerine dair “yargı” kararları tartışıladursun...
Ben işin mesaj tarafındayım...
Ey ahali; CHP’liler, BDP’liler ve MHP’liler...
Ne yazık ki, “aynı çatı” altında buluştunuz; davanız bir, talebiniz bir!..
Her biriniz, “küçümsediğiniz” milli iradeyi şimdilerde hatırlar ve “Milletin kararları yargı kararları ile hükümsüz kılınamaz” der oldunuz!..
Mustafa Balbay mesela;
Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklılığa uğradığı günlerde, “Milletin oyu her şey değildir. Yargı kararları da milli iradenin tecellisidir. Yargı, kararlarını millet adına verir” yollu yazılar döktürüyordu.
Şimdilerde, partisi CHP, “milli irade” adına “Meclis’i boykot” tehdidinde bulunuyor.

Salıverdi!

Dolores İbarruri'yi bildiniz mi? "La Pasionaria" namıyla maruftur, "tutkuların kadını"...
İspanyol komünistlerinin önde gelenlerindendir ve hatta onların simgesidir.
İç savaş sırasında Madrid radyosunda yaptığı konuşmaları ünlüdür. Hani Nâzım Hikmet, o sıralar yazdığı bir şiirinde "o sesi duymak bir saadettir, anama küfür etse bile" demişti...
Cerbezeli kadındı, bizim eskilerin "zabit karı" dediklerinden. (Önceki hafta yitirdiğimiz Jorge Semprun'a sorun da anlatsın, "parti çizgisinden saptı" diye onu partiden attırmıştı... İyi ki de öyle olmuş, çünkü Semprun bunun üzerine yazar olmaya karar vermiş!)
İç savaşta yenilince bütün politbüro üyeleri gibi Sovyetler Birliği'ne kaçtı. Moskova'da sürgün olarak kırk yıl kadar yaşadı, bir oğlunu da Stalingrad cephesinde şehit verdi.
Franco'nun ölümünden sonra İspanya'ya döndü, başta kral olmak üzere dost düşman herkesten saygı gördü ve vatanında öldü.

Muhteşem Süleyman da mahkemeye el koymuştu


Seçimler bitti; Türkiye rahatlar derken ortalık daha da gerildi. Çünkü; sandıktan çıkan halk iradesine; mahkemeler el koydular.  Özel yetkili mahkemeler; halkın oyu ile seçilen üç  vekilin görev yapmasına engel olacak bir karara imza attı. Prof. Mehmet Haberal, Mustafa Balbay ve Engin Alan'ı  tutuklu bıraktı.
Bu isimleri, seçim sürecinde AKP Lideri ve Başbakan Sayın Erdoğan çete üyesi gibi göstermiş; bunları aday yapan CHP'ye ve MHP'ye de demediğini bırakmamıştı. Sonuçta; mahkemelerden bu hususta çıkan karar ile devleti yöneten kişinin düşünceleri aynı noktada buluşmuş oldu.
Şimdi konuşulan şudur: Acaba bu mahkemeler; Başbakan'dan gelen işarete göre mi karar verdiler?
Ne yazık ki Osmanlı zamanından beri bizde; devlet başkanlarının mahkemelere ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak el attıkları bilinen bir gerçektir.
Şunu belirtelim ki Osmanlı Devleti zamanında geçerli olan şeriat mahkemeleri de bağımsız idiler.  Padişahlar bile bu sisteme karışamazlardı. Ama eğer iş devleti ilgilendirir hale gelmişse; o zaman Topkapı Sarayı'ndaki yüce irade yasaları çiğneyerek mahkemeye yön verebiliyordu. Bu durumu gösteren çok ilginç bir yargılama olmuştur. İşte onu; size; 'Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler' adlı kitabımızdan aktarıyoruz.

İSA MUHAMMET'TEN ÜSTÜN DİYEN BİR MOLLA

Gözünü sevdiğim milli irade

Bazen şerden hayır doğar ya...
Biz de, şu yaşadığımız kaos ortamında bir şeyi kazandık.
Bazı çevrelerin milli irade diye bir şeyi keşfetmelerini...
Bu, az buz bir şey değil.
Bu memlekette yargı marifetiyle halktan yüzde 47 oy almış bir siyasi parti hakkında kapatma davası açıldığında, etekleri zil çalan anlı şanlı ana muhalefet partilerimiz vardı.
O zaman "Canım, suçları olmasa kapatma davası açılmazdı" gibi gerekçeler ağızların sakızı idi. "Şeriatın kestiği parmak acımaz" öz deyişi, alınmış "Laik düzenin kestiği parmak acımaz" haline getirilmişti. (Nazlı Ilıcak dün, Sabah'taki yazısında Balbay'ın AK Parti'nin kapatılması davasında nasıl "Yargı da millet adına karar verir" serenadında bulunduğuna dair müthiş örnekler sıraladı.)
Şimdi ne oldu?
Ergenekon, Balyoz ve KCK sanıklarını kurtarmak için, "Milli irade", bir kilit açıcı unsur haline getirildi.
Varsa yoksa milli iade.
Eh, bu da demokrasimiz açısından küçük bir ilerleme sayılmaz. (Bundan sonra milli irade adına bir şeyler talep edildiğinde umarım birileri "O kadar da milli irade olmaz" gibi tepkiler vermez.)
Yalnız bu arada, hukukun da canına okumamak lazım.
Evet, hukuk hata yapabilir.

İstanbul'da hâkimler var

Masumiyet karinesine beraat kararı muamelesi yapanlar, asrın davasına kılıç çektiler ve yine kaybettiler.
"Saraydan kız kaçırma" operasyonu fiyaskoyla sonuçlandı.
Adalet duygusu bir kez daha siyasal manipülasyon ve manevraların narından kurtuldu.
Çünkü İstanbul'da savcılar ve hâkimler var.
Gözaltı ve tutukluluk sevdalısı bir talihsiz değilim.
Her daim liberal bir bakışla, devlet karşısında bireyin, yasaklar karşısında özgürlüklerin yanında oldum.
Ama dikkatinizi çekerim ki, özgürlüklerin ve millet iradesinin ırzına geçenlerin yargılandığına ilk kez şahit oluyor bu millet.
"Millet iradesi" kavramının millet iradesini linç etmekten yargılananlar için kullanıldığını daha önce görmüş müydünüz?
Bu zamana kadar "millet iradesi"ni hiçe sayanlar, "parlamento her şey değildir, millet egemenlik hakkını devletin yetkili organları vasıtasıyla kullanır" diyenler, adliyenin eskiden olduğu gibi kendilerine imtiyazlı bir karar vermesini bekliyorlardı.
Cezaevinden çıkarmak istedikleri adamları milletvekili bile yaptılar.
Ama mahkemeler yemedi bu numarayı.
Milletvekili seçilmek, bu tür davalarda dokunulmazlık sağlamadığına göre, normal vatandaş statüsünde yargılama söz konusu olacaktı.
O halde delillerin karartılması riskini ve kuvvetli suç şüphesini siyasiler değil, işin erbabı mahkemeler takdir edecekti.

İsrail’den Türkiye’ye ‘kanlı’ zeytin dalı

Son günlerde İsrail’in ilişkileri düzeltmek için yaptığı ‘şirinlikler’ arka arkaya geliyor. Önce İsrail Başbakanı Netenyahu 12 Haziran Genel Seçimleri’ndeki başarısı nedeniyle Başbakan Erdoğan’a bir kutlama mesajı gönderdi ve “işbirliğimizi yeniden kuralım, dostluk ruhunu tazeleyelim” dedi. Aynı şekilde İsrail Parlamentosu adına Erdoğan’a mesaj gönderen Robert Tiviaev de “yakın geçmişin kinlerini gömelim, ilişkilerde yeni bir sayfa açalım” mesajını gönderdi. Bu mesajlarla eş zamanlı olarak Tel Aviv yönetimi gazetelere Türk ve İsrailli yetkililerin gizlice görüştüğü, ABD’nin de bu gizli görüşmeleri desteklediği haberlerini sızdırmaya başladı.
İsrail, ataklarını ülkeye davet ettiği bir grup Türk gazeteciye verdiği mesajlarla sürdürüyor. Mikrofon uzatılan her yetkili “gelin her şeyi unutalım” türünden mesajlar veriyor. Oysa ki arada kan var. Ağır hakarete ve zarara uğrayan ülke İsrail değil Türkiye. Burada saldırgan olan, uluslararası sularda hiçbir yasal dayanağı olmaksızın katliam yapan ülke de İsrail. Kısacası İsrailli yetkililerin gülümseyerek “gelin olanları unutalım” demeçleri ilişkilerin düzelmesine katkı sağlamaktan ziyade Türk tarafında sinirleri daha çok bozuyor.
Şaka gibi bir devlet

Bu elbise dar geliyor

Mal ve hizmetlerin internet üzerinden gerçekleştiği bir dünyada ticaret hayatını 1930’lardan kalma yasayla düzenleyemezsiniz. Türk Ticaret Kanunu o nedenle yenilendi, çağın gereklerine uygun hale geldi.
İş dünyasının önde gelen kurumları, temsilcileri aracılığıyla değişim ihtiyacını, yasaya muhalefet eden CHP ve MHP’ye anlattı.
İki parti ikna oldu ve normal koşullarda Meclis’ten geçmesi bir yılı bulacak yasa, değişim ihtiyacının açıkça kendini göstermesi sonucu 5 gün gibi kısa zamanda görüşülüp kabul edildi.
Türkiye’de ticaret hayatının günün gerçeğine uygun şekilde yoluna devam etmesi, dünyayla rekabet etmesi için bu değişiklik kaçınılmazdı.
Siyaset kurumu bu gerçeği gördü ve gereğini yaptı.
Bugün başta Anayasa olmak üzere, gerek siyaseti gerekse hak ve özgürlüklerin kullanımını düzenleyen yasalarda günün koşullarına uygun düzenlemeler yapılması, yeni metinler hazırlanması gerekiyor.
Ticaret Kanunu nasıl ticaret erbabının ilgilendiriyorsa, bu yasalar da tek tek yurttaşları ilgilendiriyor, onlar da her fırsatta değişim talebini gündeme getiriyor.
Siyaset kurumu da bu değişim talebini görüyor ancak taraflar henüz bu amaçla biraraya gelebilmiş değil.
Kabul etmek gerekir ki, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun buradaki tutumu olumlu ve yapıcı.
Seçim sonrası ortaya çıkan tablo, gelecek adına umut veren bir durumu yansıtıyordu.
Türkiye’nin tüm siyasi renklerini yansıtan bir Meclis ortaya çıkmıştı.
Ancak Yüksek Seçim Kurulu’nun Hatip Dicle, ağır ceza mahkemelerinin tutuklu vekiller ile ilgili kararları bu tabloyu gölgeledi.

Türbanlı gerilla ha!

Doğrudur...
12 Haziran seçim süreci ve sonrası Kürt sorununda yeni bir döneme girildi.
Seçim öncesi bölgede yaşanan gelişmeler:
Alternatif cuma namazları...
Kürtçe ezan olayı...
Sabah namazında imamların öldürülmesi...
İmam hatipli çocukların ve yurtlarının yakılması...
Zerdüştlük tartışmaları...
Marksist-Leninist dinsiz kanlı örgüt PKK'nın Müslüman Kürt halkının bütününü temsil etmediğini ortaya çıkardı.
Çünkü bu atmosferde seçim yapıldıktan sonra görüldü ki, AK Parti'nin Kürt seçmenden aldığı oy, üstelik 'Biz olsak Apo'yu asardık' söylemine rağmen PKK destekli bağımsızlardan daha fazla oldu.
AK Parti'den milletvekili seçilen Kürtler'in sayısı yüz civarında.
PKK destekli bağımsızlar ise 36'da kaldı.
PKK destekli bağımsızların bir önceki seçime göre sayılarını artırmaları bu gerçeği değiştirmez.
Demek ki PKK Kürt halkının tek temsilcisi değildir, 12 Haziran sonuçları bunu kesinleştirmiştir.
Ama ortada bir PKK terör tehdidi vardır ve bütünüyle ülke bu tehdide boyun eğdirilmek istenmektedir.

Birand’a göre Öcalan ev hapsine çıkmalıymış!

Mehmet Ali Birand önceki gün yazdığı bir yazıda ülke içi barışın sağlanması, PKK’nın dağdan inmesi, BDP’nin mecliste yerini alması için Öcalan’ın ev hapsine çıkması gerektiğini belirtiyor. Neyse, ben Birand’ın yazısını iyi niyetli olarak kabul ediyorum. Ama Öcalan ev hapsine geçerse PKK’nın dağdan ineceğini düşünmesi saflıktır, en azından. Fransa’da yargılanan PKK’nın Avrupa sorumluları, Türkiye üzerinden geçerek dünyaya dağılan uyuşturucunun yüzde 80’ine yakın bir bölümünün,  PKK tarafından denetlendiğini açıkladı. Bu, PKK’nın Columbia’da kurulu en büyük uyuşturucu dağıtım örgütü Maddelin ve Meksika’daki Beltran-Leyva’dan sonra, dünyanın üçüncü dev uyuşturucu karteli olduğu gerçeğini kanıtlıyor. Uyuşturucu muhafızlığı yılda milyarlarca dolar demektir ki, PKK’nın böylesi bir geliri bırakıp, çiftçiliğe, esnaflığa geçiş yapacağını düşünebiliyor musunuz? Buna kargalar bile güler yahu!
Öte yandan, bağımsız milletvekili seçilen Aysel Tuğluk, Apo isterse meclise gireceklerini söylüyor açıkça. Yani BDP’lilerin ağzından çıkan demokrasi, özgürlük lafları salt Öcalan için. Gelin görün ki, Apo boykotu desteklediğini açıklıyor ve kargaşaya açıyor kapıyı, ardına kadar!
Bakınız, YSK ve mahkeme kararlarını eleştirebilir, yanlış gördüklerinizi dile getirebilirsiniz. Ama şantaja boyun eğmesini kimse isteyemez devletin!  PKK adlı korku filminin başoyuncusu Öcalan, figüranıysa BDP’dir. Apo ağanın amacı, Türkiye’nin güneydoğusunda belirli il ve ilçeleri kapsayan bir Kürdistan Özerk Bölgesi kurmak. Bunu yaparken Kürt kökenli vatandaşlar falan yok aklında. Eroin var, kokain var, esrar var, milyarlarca dolar ve euro var!
Diline hakim olacaksın!

Büyük sehtekarlığın sonuna geldik!

ABD ve AB’den gelen haberler hiç iç açıcı değil. ABD’nin üç temel alandaki açıklarını ve giderek artan durgunluk tehlikesini, AB’nin kriziyle birleştirirseniz işin ciddiyeti ortaya çıkar.  IMF, ABD’nin kamu borcunun, GSYİH’ya oranının 2012’de ise yüzde 102,3’ü bulacağını vurguladı. Üstelik ABD’nin 14,3 trilyon dolar olan borçlanma limiti 2 Ağustos’ta doluyor. Yani Kongre, bu tarihe kadar, ABD Hazinesi’ne borçlanma limitini artırma yetkisi vermezse ABD, Yunanistan’dan önce temerrüde düşebilir.
Artık, ABD için ‘dolar basar borçlarını öder’ diyemiyoruz. Dolar basarak dünyaya kendini finanse ettirme stratejisi,  2008 kriziyle geride kalan bir dönemi anlatıyor. Aşağıdaki grafikte ABD’nin 2. Savaştan itibaren sürdürdüğü ‘bu düzenin’ hikâyesi var. ABD’nin nasıl ‘büyüdüğünü’ görüyorsunuz değil mi... Yetmişli yılların başında, hem büyüme hem de borçlanma parelel olarak artmaya başlamış. İşte bu tarih, Nixon’ın, doların altına olan bağımlığını kaldırdığı ve Vietnam’a yaptığını dünyaya yaparak, ABD merkezli bir sistem kuracağını sandığı tarihtir. ABD, Vietnam’da yenildi ama bunu münferit bir gelişme saydı.
Bu tarihten sonra ABD, dünya parası olan doları çağaltarak- borçlananak büyüyor ama aynı oranda artan militarist ve siyasi gücü sayesinde karşılıksız çoğalttığı dolarlar, kendisine ‘bunların karşılığını ver’ diye geri dönmüyordu.
ABD ve ona sırtını dayamış Avrupa’dan ibaret ‘gelişmiş dünya’ bundan çok memnundu.  Ancak seksenli yıllardan itibaren sistem kırmızı alarm vermeye başladı. Batı’da kar oranları düşüyor, sistem kendini yenileyemiyor, pazarlar yetersiz kalıyordu. Sovyetlerin varlığı ve Avrupa’nın daha önce yaşadığı deneyimler sorunu, savaşla çözmenin önünü tıkıyordu.
O zaman yapılacak ‘şey,’ daha fazla gaza basıp düşen kar oranlarını, karşılıksız kaydi paraya dayanan ‘kirli finansallaşmayla’ karşılamaktı.  Ama ABD borçlanırken aynı zamanda büyüyor ve dünyayı da büyütmüyor adeta ‘şişiriyordu.’ İşte bu balon, 2008’de patladı. Bu arada Doğu’da da üretime dayalı bir büyüme öne çıkıyordu.
Dosya:http://91.93.103.35/icerik/110626-012353-cemil.jpgTam şimdi Batı, bu inanılmaz tarihsel sehtekarlığın sonuna geldi. ABD’nin pomlaladığı bu kalpazanca büyüme, şimdi Avrupa’nın güneyinde patlıyor. Ağustosta ABD’de de patlayacak. Kongre, çaresiz borçlanma tavanını yükseltecek, ABD Hazinesi borçlanmaya devam edecek ama aynı zamanda faizler çıkmasın diye de FED bin takla atacak. Çünkü faizlerde bir puanlık oynama bile ABD’nin borç yükünü trilyonlarca dolar artırır. Şimdi Kongre, grafikte gördüldüğü gibi, ABD’nin borçlanma limitini 16 trilyon dolara çıkartırsa bu dünyanın göreceği son küresel kalpazanlık olur. Ama bunu yapmak zorundalar. Burada Çin’i ikna etmek önemli.  Amaç, doları daha da değersizleştirip, Çin’in elindeki rezervleri AB kaynaklı kâğıtlarla takas etmesini sağlamak. Sonuçta, Ağustos ayında yeni bir kur dengesi göreceğiz ama,şu sıralar, hiçbir fiyat doğru fiyat değildir. Başta altın olmak üzere, bütün temel emtia fiyatları şişik olacak ve bu durum, yeni bir para sistemi kurulana kadar devam edecek.  

Doğu’dan başlayarak yeni bir dünya kuruluyor
Dün Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) olağan genel kurulu vardı.
Tim Başkanı Büyükekşi, Yeni Anayasa ile birlikte üretime ve ihracata dönük yeni bir ekonomi programına geçilmesi gerektiğini söyledi. Bunu, aslında yeni bir ekonomi programından ziyade yeni bir ekonomik ve siyasi paradigma diye de anlatabiliriz.
Çünkü Türkiye’de, kendisini TİM’de ifade eden, devlete ve buradan kaynaklı yağma sistemine dayanmayan yeni bir burjuva sınıfı, sürece ağırlığını koyuyor. Başbakan Erdoğan da, yaptığı konuşmada, Türkiye’de ihracata ve üretime dönük büyümeyle demokrasi arasında birebir ilişki bulunduğunu, demokratik bir Anayasa ile Türkiye’nin büyük bir ekonomiye ve refaha ulaşacağını vurguladı. Sonuç olarak şunu söyleyelim,
Batı’nın sanayi devrimi ile doruğa çıkan hâkimiyeti bitti. Yeni bir dünya kuruluyor...
Türkiye’nin bugün yaşadığı bütün bu siyasi kaosu, bu yeni dünyada hiç şansı olmayanların,12 Eylül kurumları üzerinden ürettiği ise çok açık değil mi...  

Bütün bunlar Öcalan'a af için zemin inşası!

Neymiş efendim, bu balkon konuşması sahici imiş!
Bundan sonra gerginlik olmayacakmış!
Dün bir, bugün iki!
Gerginliğin âlâsı
eşikte!
Sandıktan çıkıyorsunuz, birileri dur diyor!
Hani milletin iradesi en üstün iradeydi!
Böyle demiyor muydu Tayyip Erdoğan?
Nerede şimdi, niye susuyor?..
Üzülerek yazıyorum; ama seçim öncesi dediklerim bir bir çıkıyor.
İşte Tayyip Erdoğan artık sultan ve kraldan bile öte, çünkü onlar en azından sistemlerindeki yargıya  karışmazlar; oysa  bugünün Türkiyesindeki yargı, devletteki dönüşümün bizzat mühendisliğini yapıyor!
Mesela hangisi mi?

Ne olacak?

Dünkü yazımda gelişmelerin bir projenin ürünü olması ihtimalinden söz etmiştim. Genel bir değerlendirme yaptığımızda şunların gerçekleştiğini görüyoruz. Bağımsız altı, CHP’li iki MHP’li bir kişi seçildiği halde , benzer iddialarla yargılandıkları için Meclis’e giremiyorlar. Muhalif üç partiden kişilerin benzer bir sonuçla karşılaşması büyük bir tesadüf. Bunun planın bir parçası olduğunu söylersem komplo teorisi yapmakla suçlanacağını biliyorum ve bir tesadüf olduğunu söylüyorum. Sorunlarımızı her eğilimdeki kişiler için farklı biçimde çözmek mümkün olmadığı için çıkarılacak kanun hepsine birden uygulanacaktır. İtiraz eden olursa kendi adamını da harcamış olacağı için çözümü desteklemeseler bile sessiz kalmaları beklenir. Böylece ortak bir çözümün alt yapısı hazırlanmış oldu.Bunları süreci bulandırmak için söylemiyorum. Ancak böyle bir ortam yaratılmadan çözüm aransaydı CHP ve MHP şiddetle karşı çıkar, biri Cumhuriyet’in temel ilkelerinin göz ardı edildiğini söyler diğeri en büyük kozu olan bölücülük suçlamasını tekrarlardı. Tek hedefleri iktidarı yıpratmak olan ve her şeyi bu amaçla kullanan muhalefetler ancak bu yolla sağduyuya davet edilebilirdi.

Dul kadınlar Pazarları nasıl geçirir?

Hint asıllı ünlü kadın yönetmen Deepa Mehta’nın yönettiği, ‘Ateş’ ve ‘Toprak’ filmleriyle başlayan üçlemesinin son filmi olan ve bizim televizyonlarda da oynatılan ‘Su’yu görmüş müydünüz? Film, Hindistan’da 1930’ların sonunda ‘ashram’ denen bir dullar evinde yaşamak zorunda kalan kadınların öyküsünü anlatır.
Hindistan’daki kırk milyon dulun kötü kaderi bugün de maalesef değişmiş değil; Hindular, dul olmanın etraftakilere de kötü şans getireceğine inanarak dulları sefalet içinde bir yalnızlığa terk etmeye devam ediyor...
***
Sadece Hindistan mı?

Niçin aldınız paşam?

Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya sesleniyorum... Gerçi bazı bürokratlar Atatürk demeyince kızıyorlar, sanki gerçek adı Mustafa Kemal Paşa değildi de, Ahmet Selahattin Paşa'ydı...
Olsun, artık o bürokratları kimse ciddiye almıyor (bazıları da kodeste)... Ben de otuzlu yılların Atatürk'üne değil, cumhuriyeti kuran Gazi Paşa'ya birkaç şey sormak istiyorum.
Birileri onu kaldırıp yeniden Samsun'a götürmeyi ciddi olarak düşünebiliyorlar da, ben niçin kendisine soru yöneltemeyecekmişim, değil mi efendim?
Paşam, sizin bir "düşünce sisteminiz" olduğu söyleniyor.
Böyle bir sistem yok, "ilkeleriniz" var, onları sonradan bir sisteme oturtup kalıplaştırmak, dondurmak istemişler.

İsrail fantezileri

1996-1997 döneminde Türkiye'nin Şam ile ilişkileri gergin iken Ankara, Tel Aviv ile bildik askeri işbirliği anlaşmalarını imzaladı. Bu anlaşmaların 28 Şubat süreci dahil Türkiye'nin iç Ve dış politikasında neleri etkilediğini sonraki yıllarda hep birlikte gördük. Ancak 1998 yazında Öcalan'ı barındırdığı gerekçesiyle Şam'ı uyaran Ankara istediğini alınca güney komşusu ile yeni bir sayfa açtı. Cumhurbaşkanı Sezer'in Haziran 2000'de Hafız Esad'ın cenaze törenine katılmasıyla başlıkları atılan bu yeni sayfa ile ilişkilerde inanılmaz gelişmeler yaşandı ve buna paralel olarak Türk-İsrail ilişkilerinde doğal sarsıntılar gerçekleşti. Bu sarsıntıların fay hattında ise hep İsrail'in tetiklediği dinamikler vardı.

‘Sorun Apo’da değil bizde, hâlâ tek devlet haline gelemedik!’

‘Devletin yüksek bir şahsiyeti’ Cengiz Çandar’a diyor ki: “Devlet 1999’dan beri görüşüyor Öcalan’la. Onda bir sorun yok, sorun bizde... Biz hâlâ tek devlet haline gelemedik.”


Önümde TESEV’in yeni raporu, Cengiz Çandar imzasını taşıyor. Uzun bir adı var:
“Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması...”
On aylık bir saha çalışmasının ürünü olan yüz sayfalık bir rapor.
Cengiz Çandar’ın bu süre içinde nasıl çalıştığını iyi biliyorum.
Kandil’den Irak Kürdistan’ına, Bağdat’a, Brüksel ve Washington’a, Almanya’daki değişik duraklara, elbette Ankara’ya, hükümetle devlete, Diyarbakır’la Hakkâri’ye uzanan yolculuklarda şekillenmiş bir rapor.
Bir masa başı gazetecisi olmayan Cengiz Çandar, Kürt sorununu kitaplardan değil, hayatın içinden bilen ender kişilerden biridir.
Gazetecilik heyecanı tükenmez. Kendi kendisiyle yarışı da hiç bitmez.
Bu arada güncel gerçeğin peşinden koşarken, hem tarihi ve coğrafi, hem de akademik referansları yazı ve röportajlarından hiç eksik etmez.
“PKK nasıl silah bırakır?” raporu da Cengiz Çandar’ın kırk yıldır süren bu gazetecilik maratonunda yeni ve güzel bir aşama.

Aslında müstahak olduğumuzu yaşıyoruz

Türkiye, kazasız belasız atlattığı bir genel seçim ertesinde içinde bulunduğu duruma düşmeye layık bir ülke mi? Tabii ki değil...
Sağlıklı bir ülkede olmayacak skandallara neden muhatap kalıyoruz?
Örneğin, Türkiye’yi derinden sarsmaya aday Hatip Dicle konusunu ele alalım...
Hatip Dicle neden terör suçlusu sayılıyor?
2007 yılında söylediği tek bir cümleden...
Ne demiş?
“Ordunun operasyonları durmadığı takdirde, onlar da meşru müdafaa haklarını kullanırlar.” Bu cümleyi terör suçu sayan Türk yargı sistemi, dün Eser Karakaş’ın çok isabetle hatırlattığı gibi, iki yıl önce Bolu’daki bir gazetede yayınlanan ‘öldürülen her asker için beş Kürt öldürelim’ cümlesini ‘fikir suçu’ sayabiliyor...
Hukuktan ziyade tam bir keyfe keder durum...

21 milyon ve Kürt empatisi

Dün Gülay Göktürk köşesinde "asarız, keseriz" diyen Kürt liderlere "Kabadayılığı bırakın, Türk tarafını kazanın" diye seslenmiş.
Şu satırlarla da yazısını bitirmiş:
"...Eğer bu sorun çözülecekse; örneğin Anayasa'nın başlangıç bölümü değişecekse; değiştirilemez maddeler olmayacaksa; vatandaşlık tanımı değişecekse; anadilde eğitimin yolu açılacaksa; nasıl bir özerklik sorusu rahatça tartışılabilecekse; siyasi bir af gündeme gelecekse; bütün bunlar ancak ve ancak toplumun ana gövdesini oluşturan geniş milliyetçi muhafazakâr kitlelerin sessiz onayıyla gerçekleşecek. Bu tabana dayanan siyasi partiler ancak bu sessiz onayı hissettikleri zaman çözüm için radikal adımlar atma cesaretini bulabilecek."
Bu görüş dün benim köşemde yazdığım "Önce BDP'ye oy veren 3 milyon seçmeni normal kabul edin" görüşüyle tamamen zıt bir görüş.

Bu iş yatar

Alacakları şimdiden söyleyeyim: “Stockholm sendromu şakacısı” Kemal Bey (meğer şaka yapmış), önüne gelen “altın fırsatı” kullanacak, tahliye edilmeyen “iki adamını” gerekçe göstererek bütün uzlaşma görüşmelerinden çekilecek.
Zaten niye söz vermişti ki?
Baykal gibi, “Bu anayasa değişikliği de nerden çıktı?” deyip, topu taca atabilirdi.
Gaza geldi.
Tuttu, “yeni anayasa, yeni vatandaşlık tanımı, AB’nin şart koştuğu yerel özerklik” dedi ve bir anlamda kendini bağladı.
Haa, geleneksel çark uyarınca, sözünü yiyebilir, mazeretler üretebilir, “unuttum” ayaklarına yatabilir...
Bunun bir müeyyidesi yok nasılsa...
Salla gitsin...

Tayyip Bey çıkamazlar dedi, çıkamadılar!

Sadece siyasi kişiliği ile değil, hukukçu kimliği ile de tartışılmaz şekilde duayen olan Hüsamettin Cindoruk’un, Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay’ın tahliye edilmemelerine yorumu aynen
şöyle:
- “Hatırlayalım, Tayyip Bey kısa bir süre önce seçilirseler de çıkamazlar dedi ve çıkamadılar. Hadise bundan ibarettir.”
Cindoruk’un söyledikleri sadece algıdan ibaret olsa dahi  tablo fevkalade dramatiktir.
Başbakan’ın Ergenekon yargısı ile bu denli özdeşleştirilmesi efsane bile olsa yeni bir vesayet rejimi değil midir?
Keza Haberal ve Balbay kararına şerh koyan mahkeme Başkanı Köksal Şengün’ün dosyaya düştüğü şu not hukukumuzun siyasallaştığını gösteren en temel belge değil midir?
- “Prof. Mehmet Haberal ile Mustafa Balbay’ın milletvekili seçilmeleri sonrasındaki tahliye taleplerinde 2007’de PKK davasından tutuklu iken serbest bırakılan Sabahat Tuncel emsal olarak alınmalıdır.”
Bakın bu kaydı sıradan biri düşmüyor, kararı veren üç üyeli mahkemenin en kıdemlisi
söylüyor.

Bir kasaba hikâyesi…



Tekirdağ Saray’dan liseli okurlarım bir mektup yazmış. Öğretmenleri için savaş veren öğrenciler. Hak yiyeni değil hak savunanın yanında oldum her daim. Ve Bir kasaba hikâyesi gibi görünen “Kadrolaşmanın Hikâyesi”ni kaleme alan öğrencileri birer birer alınlarından öpüyorum.

Sibel A. Öğretmenin hikâyesi İlçe Emniyet Müdürü Emine Z. İle bir törende protokolde önde durma yüzünden çıkar kriz; Sibel öğretmenin Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne kadar sürüklemiş. Emniyet Müdürü’nün eşi olduğu için diğer öğretmenlerden önde geldiğini söylediği iddia edilen Emine Z., “Biz bu müdüre boşa mı eş olduk” diyerek Sibel öğretmenin açığını kollar. Bir gün derkse geç gelen öğretmeni şikayet eder, bununla da yetinmeyerek ailece görüştükleri savcı eşlerini dolduruşa getirir. Kocasının sıkı dostu olan savcılar aracılığıyla dava açar; savcı talimatı ile sirenler çalarak okula gelen polis otoları olaya tanık olan öğrencileri ifade için götürülerek ifadeleri alınır. Soruşturma tamamlanır dava açılır ve Sibel A 2010/154 esas nolu Saray Sulh Ceza Mahkemesi’nin kararı ile 20 ay 11 gün ceza alır… Bu arada Sibel A. Müdürlük sınavlarına girer sınavı kazanır ve atanmak için Eğitim-Bir Sendikası’na üye olur. Sibel A. Saray Anaokulu’na Müdür olarak atanır atanmasına da Emniyet Müdürü’nün eşi olayı hazm edemez.

23 Haziran 2011 Perşembe

Suriye ile savaş zamanı: Hizbullah İsrail'i vurursa!

Suriye tankları Türkiye sınırında. Karşılıklı askeri hareketlilik bütün dünyanın dikkatini çekiyor. Gelişme, sınırdan geçişleri önlemeye mi yönelik yoksa Şam, Türkiye'den gelecek tehdide karşı önlem mi alıyor? İkinci ihtimal gerçekse, vahim gelişmeler olacak demektir. İki ülke birbirini tehdit olarak görüyor anlamına gelir bu ve bundan sonra karşılıklı tehdit algılamalarına göre hareket edileceğine işaret eder. Daha bir yıl önce, birlikte bütün bölgeyi değiştirmeye çalışırken iki ülkenin savaşın eşiğine geliyor görüntüsü nasıl açıklanabilir? Dün akşam Suriye Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı ve uyarıldı. Sınırdaki hareketlilik, PKK yüzünden savaşın eşiğine geldiğimiz dönemden çok daha ciddi.
İpler kopmuştu ama kopmanın ötesine geçilmiş olmalıki, tanklar sınıra yığılmaya başladı. Bu aşamadan sonra saat saat her gelişmeyi dikkatle izlemek gerekiyor. Çünkü saat saat her şey değişebilir. Türkiye-Suriye savaşın eşiğine gelmişse, Türkiye-İran ilişkileri de sert bir rüzgara teslim olacak, Lübnan'da fırtına esecek demektir.
Ama öyle görünüyor ki, uluslararası irade Baas rejimini devirecek. Geri sayım başladı. Ne zamana kadar dayanırlar elbette bilemeyiz ama ortada bir Kaddafi örneği var. Baas direnecek, direndikçe krizin yayılma haritası genişleyecek.

Suriye’ye Fransız kalmak

Dünyanın neresinde demokratik talepler üzerinden bir ayaklanma yaşansa, gözler bir şekilde Suriye’ye çevrilir. Romanya’da Çavuşesku’nun devrilmesinin ardından Şam’daki duvarlara ‘Esadescu’ yazıldığı söylenir. O duvara bunu yazanların kafasında neler vardı bilinmez. Ama sıra bir gün Esad’a da gelecek diye düşündükleri aşikar.
Suriye’de yakın tarihe kadar hak ve özgürlük talebiyle gerçekleşen her ayaklanma ya da hareketlilik, ‘demir yumruk’la bastırıldı.
Peki bu durum Suriye’yi hep bir istisna mı kılacak? Şam’ın egemenleri, hep bir takım manevralarla işin içinden sıyrılacak mı?
***
Suriye’de olaylar başladığı andan itibaren bir noktaya hep dikkat çektim. Türkiye’de Şam’daki azınlık rejiminin devamını isteyen, hatta onun yıkılmamasını, kendisi açısından adeta varlık nedeni olarak gören bir kesim var.

Mahallebaşı kriterleri

ERZURUM
Mahallebaşı... Erzurum'un "Kürt göçü" alan bölgesi... Kars'tan, Ağrı'dan, Van'dan, Hakkâri' den göç almış.
Ayrıca, Erzurum'un "Güney ilçelerinden."
Hınıs,
Tekman, Karayazı, Karaçoban'dan.
Evet, Mahallebaşı'ndayız.
Kars-Ağrı istikametinden Erzurum'a girerken "Karskapı'dan" geçersiniz.
Mahallebaşı da işte "Karskapı'da."

Uykusuzluğa övgü!

Doğrudur, uykusuzluk yer bitirir insanı.
Bedeni de, zihni de tüketir.
Uyku nimettir; hatta cennettir.
Ama gecenin bir vakti başımızı yastığa koyduğumuzda bir iç hesaplaşmadan geçmeden; günü dürüstçe temize çekmeden; geleceği dua ederek karşılamadan...
Uykuya dalıp gitmek bir marifet midir?
***
O yüzden işte...

Öcalan, PKK ve BDP üçgeninde karar

24/06/2011
Kürtlerin önlerine çıkarılan bütün engelleri aştığı ve çözümün odak noktasının demokrasiden geçtiğini içselleştirdikleri bu süreçte çabalar boşa mı gitti?

İmralı’ya gidecek motor ‘hava muhalefeti’ne takıldı. Kritik kararın verildiği günlerde Öcalan’la Kürt siyasi hareketinin ilişkisinin kesilmesini nasıl yorumlayabiliriz? (Öcalan bir önceki görüşmede ‘ateşkes kararı’nın uzatılması çağrısında bulunmuştu ve bu çağrı Kandil tarafından da kabul görmüştü.) Öcalan’ın Dicle kararı konusundaki yaklaşımı belki de gerginliği çözebilecek etkiler yapabilirdi.
KCK’nın bir gün önceki çağrısı da durumu anlamak açısından ilginç bulunabilir: “Siyasi olan bu kararı, devlet ve hükümet isterse, yasama-yargı-yürütme organları yoluyla gerekli düzeltmeyi yapma imkânına sahiptir. Devletin, henüz çok geç olmadan, sonuçları halklarımız için ağır olabilecek bu yanlışı düzeltme sorumluluğu göstermesi gerekmektedir.”

Meşrulaşmaya engel

Dolar ve altın fiyatları ne olacak?

Merkez Bankası Para Politikası Kurulu dün politika faizlerini değiştirmedi ve oranı yüzde 6.25 olarak tuttu. Merkez, mayısta fırlayan işlenmemiş gıda fiyatlarının haziran ayında belirgin bir düşüş göstereceğini belirtti. Yani Merkez, bu düşüşün, yıllık enflasyonu, en son beklenti olan yüzde 5.6 ile 8.2 aralığındaki yüzde 6.9'da tutacağını öngörerek faizleri artırmadı.
Merkez Bankası Para Politikası Kurulu "Faizleri artır" baskılarına rağmen faizleri artırmayarak doğru olanı yaptı. Hatta faizleri 0.25 puan indirseydi, belki daha da iyi olurdu.

Bozdağ kapıyı kapadı, çanlar Türkiye için çalıyor!

24/06/2011
TBMM Başkanı Şahin ve Başbakan Yardımcısı Arınç'ın Hatip Dicle'yle ilgili sorunun Meclis'te çözülebileceği sinyalini vermesine rağmen AKP Grup Başkanvekili Bozdağ, bu konuda anayasal ya da yasal bir çözümün olmadığını ileri sürdü.


Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin YSK tarafından düşürülmesiyle ilgili olarak dün Diyarbakır’da yapılan toplantının ardından bağımsız milletvekilleri adına konuşan Şerafettin Elçi, “Parlamento ve iktidar bu haksızlığı giderme ve demokratik siyasetin önünü açarak, çözüm olanaklarını geliştirme yolunda somut bir adamı atıncaya kadar parlamentoya gitmeyeceğiz” dedi.
TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, YSK’nın, beğenilmese de eleştirilse de bir karar verdiğini ve bu kararın kesin olduğunu belirterek, “Siyaset mutlaka TBMM zemininde yapılmalı ve siyasetin alanıyla ilgili sorunlar varsa, bu mutlaka TBMM zemininde çözülmelidir. Başta Anayasa olmak üzere diğer yasalarda değişiklikler yapabiliriz” diye konuştu.

Neden bizde yakışıklı gazeteci yok

Geçenlerde okudum, 'Page One' belgeselini izleyen bir sürü kişi New York Times'daki tanıdıklarına Tim Arango'nun telefonun numarasını sormuş. Tim Arango gazetenin Bağdat temsilcisi. Times'ın hikayesini anlatan belgeselde onu medya servisinde çalışırken görüyoruz. Belgeselin gelişimi içinde yeni bir göreve talip olmasına, Bağdat'a atanmasına, hatta veda partisine de tanık oluyoruz.
Belgeselin de jönü olur mu, demeyin. Arango bir anda aradan sıyrılıyor. Belli ki iyi bir gazeteci. Ama bir başka özelliği daha var: Çok yakışıklı. Öyle böyle de değil, Rob Lowe gibi bir adamdan bahsediyorum.
Belgeseli izlerken karamsarlığa kapıldım. Ne yalan söyleyeyim, bugüne kadar yazılı basın 'çirkin çocukların' da yaşama alanıydı. Karnında mükemmel kası olmayan, kolunun kalınlığı belli bir santimetrenin altında kalan bizim gibi çocuklara da sahneye çıkma fırsatı veren tek yerdi gazeteler.
Hele hele imzalarda genellikle fotoğraf kullanılmayan Amerikan basınında okur hiç tanımadığı isimlerle fiziksel önyargılar söz konusu olmadan iletişim kurabiliyordu.

Mekke’den dünyaya bakmak

 
Geldiğimiz günden beri nefes nefese bir koşuşturmanın içindeyiz.. Salı sabahı sabah namazından hemen sonra çıktık, Mekke-i mükerremeye geldik, tavaf, say derken gece yarısı oldu. Sabah kalktığımızda günün yorgunluğu vardı.. Ama tabi, umre yapmanın heyecanı da..
Yaşlı annesi ve küçük çocuğu ile, eşi ile birlikte umreye gelen baba, diğer umrecilerden 2 kat fazla koşuşturdu. Küçük kız Safa ile Merve arasında koşup gidiyor, yaşlı nine zor hareket ediyor. Baba ikisi arasında koşup duruyor. Sanki iki kat fazla say yaptı bu koşuşturma ile..

Kontrollü kaos ortamı yaratılıyor

Türkiye’yi nasıl bir dönemin beklediğini, YARSAV eski Başkanı, CHP milletvekili Emine Ülker Tarhan, uzun süreden beri net bir şekilde açıklıyor:
Tarhan, daha Anayasa referandumundan önce, “Bizim gibi AB’ye üyelik sürecinde olan Sırbistan’dan, Avrupa Birliği yeni bir anayasa yapılmasını istedi.2006’da Anayasa değişti. 2008’de ise bir yargı tasfiyesi sürecine girildi. Anayasanın ve oradaki Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı değiştirildi ve ardından Sırbistan’daki tüm yargıçların görevleri askıya alındı. Bütün yargıçların dosyası incelendi ve yaklaşık  780 yargıç gizli servis raporlarıyla tasfiye edildi. Ayrıca bu tasfiye süreci yargı denetiminin dışında bırakıldı. Sırbistan’da da sürekli yargı, halk ile karşı karşıya getirilmeye çalışıldı. Biz de gelecekte böyle bir durum ile karşı karşıya kalabileceğimiz endişesini taşıyoruz” 

Beklentileri bozanlar toplumu düğümlüyor!

Toplumumuzda çok sayıda insan günlerdir Merkez Bankası'nın faizleri arttıracağı görüşündeydi. Bazı kardeşlerimiz ise faizlerin düşürüleceği tezini ortaya atıyorlardı. Merkez Bankası ise uzun zamandır, geçen ayki enflasyon zıplamasının haziran ve temmuz aylarında benzer şekilde enflasyon artışı getirmeyebileceğini söyleyip duruyordu. Üstelik Merkez Bankası faiz arttırmanın sıcak para girişini arttıracağını ve bunun paramızın değerlenmesi, likidite artışı ve diğer mahzurları olduğunu vurguluyor, temel politikaya tutunuyordu. Sonunda karar günü geldi ve Para Politikası Kurulu, politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranı ile Merkez Bankası bünyesindeki Bankalararası Para Piyasası ve İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Repo-Ters Repo Pazarı'nda uygulanmakta olan faiz oranlarının sabit tutulmasına karar verdi.