24 Ağustos 2011 Çarşamba

Çekici erkek olmanın 5 yolu


Yurdumun en iyi erkek dergisi Esquire'ın elebaşı, sevgili arkadaşım Okan Can Yantır, her Çarşamba GÜNAYDIN'da erkek sayfası hazırlıyor.
Ben de zevkle okuyorum, çünkü Okan işini çok iyi biliyor.
Üstelik kendisi kadın dünyasından fazlasıyla haberdar bir karşı cins.
Dünkü sayfasında 'Daha Çekici Erkek Olmanın 5 Yolu'nu yazmış Okan.
Özetle; "Kendinize güvenin, güzel giyinin, bedeninize iyi bakın, okuyun ve esprili olun" buyuruyor.
İyi de yetmez Okancığım, yetmez paşam.

UEFA Fener'i söndürdü!


25.08.2011

TFF: "Gerek F.Bahçe'nin ağır disiplin yaptırımları gerekse federasyonumuzun yani ülkemizin maruz kalabileceği disiplin yaptırımları göz önünde bulundurularak, F.Bahçe Avrupa'dan men edilmiştir."

Fenerbahçe'nin Avrupa serüveni dün akşam sona erdi. UEFA Başmüfettişi Cornu'nun İstanbul'a gelmesi ve Soruşturma Savcısı Mehmet Berk ile görüşmesi sürecin keskin virajıydı. Hafife alınan bu gelişmenin ardından lastik dün patladı ve UEFA noktayı koydu: "Fenerbahçe Avrupa'ya gelmesin.. Aksi takdirde Türkiye Futbol Federasyonu da, Fenerbahçe de ağır ceza alabilir." Türk futbolunun 8 yıl men cezasıyla karşı karşıya kaldığı sürecin ardından Türkiye Futbol Federasyonu akşam saatlerinde Türkiye'ye gerçeği açıkladı:

İŞTE O TARİHİ AÇIKLAMA
UEFA, 23 Ağustos 2011'de Türkiye Futbol Federasyonuna gönderdiği yazıda, ülkemizde sürmekte olan şike soruşturması çerçevesinde, Fenerbahçe Spor Kulübünün bu sezon Şampiyonlar Ligi'ne katılmaktan çekilme kararı vermesi gerektiğini, kulüp bu yola gitmeyecek olursa Türkiye Futbol Federasyonunun Fenerbahçe'yi 2011-2012 sezonunda Şampiyonlar Ligi'ne katılmaktan men etmesi gerektiğini, bu iki yoldan herhangi birisi benimsenmeyecek olursa UEFA'nın kendi disiplin soruşturmasını başlatabileceğini ve Türkiye Futbol Federasyonu, yani ülkemiz aleyhine disiplin yaptırımları uygulama yoluna gideceğini bildirmiştir.

Generaller de öfkelenir...


25 Ağustos 2011 Perşembe

Şaşkınlık sürüyor. Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli Org. Işık Koşaner’in bir iç değerlendirme toplantısında yaptığı iddia edilen konuşma şaşkınlığa sebep oldu. Söyledikleri yanlış olduğu için değil, TSK mensuplarından işitmeye alışık olmadığımız türden bir özeleştiri olduğu için bu şaşkınlık...

O şaşkınlığı yaşayanlardan biriyim. İlk gün gözlerime inanamadım ve yalanlanmasını bekledim. Metnin manşetlere çekildiği dün de ilgilisinden ses çıkmayınca, şaşkınlığımın yerini sevinç aldı.

İtiraz etmeden önce neden sevindiğimi anlatmama müsaade edin...

Bir gazete, dün, Org. Koşaner’in ‘özeleştiri’ mahiyetindeki tespitlerini şu ara başlıklarla sundu okurlarına: “Kontrolsüz mayın döşedik... / Emir komuta birliği zaten yok... / Tim komutanım mevziden kaçarsa... / Kendi erimizi alnından vurduk... / Karakollar hatalı, Hantepe de öyle... / Halimiz tam bir kepazelik...”

Hayli ileri eleştiriler bunlar... Daha önceleri, bundan daha yumuşak eleştirileri dillendirenleri mahkemeye sevk ediyordu TSK... Genelkurmay Başkanlığı internet sitesi, daha masum eleştirilere kurum adına verilen olağanüstü sert açıklamalarla dolu...

Somalili madenciler


25 Ağustos 2011 Perşembe

Bundan iki yılı aşkın bir süre önce, ‘Başbakanla trende sohbet’ başlıklı yazımda, hızlı trenin Ankara-Eskişehir etabından izlenimler yazmıştım

Yazının ilk satırları şöyleydi:

“Ve hızlı tren yola koyuluyor...

Yirmi yıl önce öğrenciyken, Fransa’da büyük sürat yapan ‘hızlı tren’ ile Dijon’a bir gösteri seferinin yolcusu olarak gittiğimi hala anımsıyorum...

Hızlı tren beni sadece Ankara’dan Eskişehir’e değil, otuz yıl önceki o günlere de götürdü.”

Aynı yazının sonu ise şöyleydi:

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la hızlı tren seyahatinde demiryollarındaki modernleşme atılımlarını, Nisan başındaki G-20 toplantısını ve seçimin hemen ertesinde yapacağını söylediği anayasa değişiminin kapsamını da konuştuk.

Ama benim aklım...

Fazla bel bağlamayın demiştim


Kürt politikacıları, son derece yanlış bir yoldan gittikleri, başbakanla oturup çatır çatır pazarlık etmek yerine başbakana düşmanlık gütmeyi tercih ettikleri için, "yeni anayasayı etkileme güçlerini" kaybettiler.
Ne Apo kurtulacak, ne de federasyon olacak!
Arkadaşımız Zübeyde Yalçın'ın haberine göre, eski anayasanın ilk üç maddesi değişmeyecekmiş.
Yani "devletin Atatürk milliyetçiliğine bağlı olduğu" keyfiyeti aynen kalıyor!
Dil de Türkçe.

Atatürk 9 Kasım'da mı öldü?

Siz Muammer Kaddafi'yle uğraşadurun, benim önümde çok daha ilginç bir konu var. "Profesyonel" açıdan daha uygun düşerdi ama kasım ayını bekleyemeyeceğim, kimse kusura bakmasın.
Latife Hanım'ın kızkardeşinin torunu Mehmet Sadık Öke, Atatürk'ün 9 Kasım'da öldüğünü söylemiş. ("Atatürk ölmedi, içimizde yaşıyor" diyecekler bu yazıyı hiç zahmet edip okumasınlar.) Sayın Öke 44 yaşında. Bu iddia, birinci elden tanıklık değil, aile içinde konuşulanlardan ve herhalde Latife Hanım'ın kızkardeşi, anneannesi Vecihe Hanım'dan duyduğu bir şey...

Şimdi sıra kimde!


Libya halkı Kaddafi diktatörlüğünden kurtuldu. Bu Ramazan iki bayramı birlikte kutlayacaklar.. Kronolojik olarak sırada Yemen var ve ardından Suriye.. İki bayram arasında iki devrim.. Bu gerçek olur mu bilmiyorum, ama mümkün. Kurban Bayramı’na daha 3 ay var. 6-9 Kasım’a kadar bu iş sürer mi bilmiyorum.. İran sanırım artık gerçeği görmeye başladı. Suriye’de yaşananlar İran için bile artık savunulamaz düzeyde.. Esad bütün kredisini tüketti.. Artık çok geç. Bir şekilde yakalanacak ve eğer o zamana kadar hayatta kalmayı başarırsa, o da Lahey’de hakim karşısına çıkacak ve ülkesinde işlenen cinayetlerin ve yolsuzlukların hesabını verecek.. Bütün darbeciler, diktatörler ve terör örgütlerinin şefleri aynı yanlışı yapıyor.. Esad da onlardan biri.. Keşke Ürdün kralı da sıranın kendisine gelmeden yapması gerekenleri görüp yapsa.

Afrika, Arap Baharı ve Batı'nın sonbaharı!

Biafra diye bir ülke yok.
Oysa vardı. Karnı açlıktan davul gibi şişmiş siyahi çocukların, yüzünü kaplayan sinekleri kovamayacak kadar halsiz babaların, sütü kurumuş annelerin varlığını ilk öyle öğrenmiştik!
Çok iyi hatırlıyorum.
Ergenlik çağındaydım. Hüzün burcundaydım yani...
Her sabah gazetelerde çıkan "Biafra'da kıtlık" fotoğraflarına saatlerce bakar, haberleri son satırına kadar okurdum. Sonra geceleri o çocukların görüntüleri gözümün önünden gitmezdi. Okuduğum yazıların, kitapların hümanizma masalları bir türlü avutmazdı beni. Uyuyamazdım.

***

Kaddafi: ‘Türkleri sevmem...


MEHMET Barlas, Kaddafi ile ilk konuşan gazetecilerden biridir.
Belki de ilki...
Pazartesi gecesi Bodrum’da “kadim dostlar” buluşmuştuk.
O keyifli anlatımından alıntılar yansıtayım:
1970’lerin başıydı.
O zaman çalışmakta olduğum Cumhuriyet’in sahibi Nadir Nadi (merhum) beni çağırdı.
“Libya’ya gideceksin, Kaddafi’yle röportaj yapacaksın” dedi.
İdareden 800 dolar verdirtti.
Bu arada Ortadoğu’dan iki liderle daha konuşmak görevini de ekledi 800 dolarlık harcırahımın içine.
O iki liderle konuşmak hiç zor olmadı.
Kaddafi’ye gelince sonu gelmez beklentiler ve boş çıkan randevularla günler geçiyordu.
Bana -gerçekleşmese de- randevu sağlayan müsteşar ile tercümeleri yapması için anlaşmıştık.
Ama...

PKK'nın 'Şia' taşeronu olması Kürtçüleri üzer

Hükümet ve AK Parti cenahından gelen bazı açıklamalar üzerine düşünmek gerek. Örneğin BDP'ye karşı sert ve dışlayıcı tavır...
Bir başka pencereden bakıldığında, şu sıralar bir "fırsat" var. Anlatmaya çalışayım...
PKK'nın hegemonyası altındaki bir parti BDP... Son kertede Kandil'in dediğini yapıyorlar.
Ne zaman BDP'ye, "Kendini PKK'dan ayır" dense... Şöyle bir cevap geldi: "Bu bir işe yaramaz...
Çünkü tabanımız aynı..."

Ve UEFA duruma el koydu...

 24 Ağustos 2011

Takvim gazetesinde ilk yazım 11 Temmuz Pazartesi günü yayınlandı... Yazımın başlığı şuydu "UEFA DURUMA EL KOYABİLİR"...
Ve iki gün önce 22 Ağustos Pazartesi günü benim uyarımdan 6 hafta sonra UEFA DURUMA EL KOYDU!! Bakın o zaman ne yazmıştım o yazıda...
"UEFA DURUMA EL KOYABİLİR
Mehmet Ali Aydınlar ne yapacak?
Herkes şu an bu soruyu soruyor... Bir yönüyle bakarsanız şu an her şey Aydınlar'ın elinde ama başka yandan da bakarsanız Aydınlar'ın şu an elinde olan tek şey federasyon başkanlığındaki KENDİ GELECEĞİ...
Çünkü, eğer Aydınlar idare-i maslahat yaparsa, halk tabiriyle eyyam yaparsa, aman herkesi tatmin edeyim, durumu idare edeyim derse çok açıkça yazıyorum UEFA DURUMA EL KOYABİLİR...
TFF ne karar verirse versin son tahlilde enternasyonal karar verici UEFA'dır... Ve şu an UEFA yetkilileri doğrudan Türk emniyet ve adliye yetkilileriyle temas içinde.

Silahını bırakıp kaçan komutan!

Şayet Ahmet Kaya'nın "Abin bir gün dağdan döner /Sarılırsın yavrucuğum" dizesiyle anlattığı çocukların dağları bekleyen göz bebeklerini aklımdan çıkarabilsem...

Şayet şehit çocuklarının boynu bükük fotoğraflarına bakmayı becerebilsem...

Şayet Kürt ve Türk analarının o kar beyaz yaşmaklarını çözüp için için ağladığını bilmesem şu "Kürt sorunu" hakkında tek kelime etmem.

Dillerim lal olsun bir kelime söylersem!

Bu kadar "netameli" konu olmaz.

Geçenlerde "PKK'nın duyulmasını istemediği sözler" (18 Ağustos 2011, Yeni Şafak) başlıklı bir yazı yazdım, öyle mailler aldım ki şaştım kaldım.

Ha PKK, ha KCK ve BDP...

Yok birbirlerinden farkı! Bilenler bilir... “Mantık”ta, “yargıya ulaşma”nın ya da “ulaşılan yargının doğruluğunun ispatlanması”nın iki yolu vardır!.. “Tümevarım... Tümdengelim.” Tümevarım; gözlenen “tek tek olgular”dan yola çıkarak “genel yargılar”a ulaşma yöntemidir... Bir başka deyişle; tümevarım, özelden genele giden bir akıl yürütme türüdür. Tümdengelim ise; gerek akıl, gerekse gözlem ve deney yoluyla elde edilmiş genel bir “yargı”yı, ayrı ayrı olaylara uygulamaktır... Başka bir deyişle; “özelin bilgisini, genel yargılardan çıkarmak”tır. Meselâ, şu örnek: “Toplumsal değişmenin çok hızlı olduğu dönemlerde suç oranı artar. İstanbul’un toplumsal değişme hızı çok fazladır. O halde İstanbul’da suç oranı artar.” Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi tümdengelim yöntemi, bize yeni bir bilgi vermez.

İktidar alternatifi muhalefeti de AK Parti mi yaratmalıdır?

Vatikan Afrika'daki bir yamyam kabilesinin mensuplarını Katolik olmaya ikna etmek için bir misyoner göndermiş. Aradan geçen bir süre sonunda misyonerden gelen haberler kesilmiş.
Vatikan bu defa da misyoneri bulmakla görevli bir başka misyoneri göndermiş yamyam kabilesine.
İkinci misyoner kabilenin yaşadığı topraklara ulaşınca, kabilenin reisine gitmiş.
-Geçen yıl bir misyoner gelmişti kabilenize, şimdi nerede o, diye sormuş.
Yamyam kabilesinin reisi gülümsemiş,
-Çok nasihat vermeye başlayınca bıktık ve yedik onu, demiş.

Etkisiz medya ve muhalefet

Silivri’den çıkamıyor ki!

24 Ağustos 2011 Çarşamba
Dikkat ettim, kaç gündür Kemal Bey’in yapıp ettiklerini yazmıyorum.

Daha doğrusu, yazamıyorum.

Çünkü yok...

Kendini yazdırmayan bir siyasetçiyle karşı karşıyayız.

Kendini yazdırmadığı için de, “yok” sayılıyor, “etkisiz eleman” muamelesi görüyor.

Pardon, geçenlerde gündeme gelmişti.

Eleştirinin kutsallığı ve ordu düşmanlığı

24 Ağustos 2011 Çarşamba
Dün internete Genelkurmay eski Başkanı Org. Işık Koşaner’e ait olduğu iddia edilen bir ses kaydı düştü.
Ses kaydındaki konuşulan eleştirel konu başlıkları çok çarpıcıydı:

‘1. Her yere kontrolsüz mayın döşedik.

2. Emir komuta birliğini sağlayamıyoruz.

3. Çatışma anında tim komutanlarımız mevziiye silahını bırakıp kaçıyor.

4. Eğitim zafiyeti nedeniyle terörist diye masum erimizi kendimiz vurduk.

5. Sınır karakollarımız hatalı yapılmış, Hantepe de hatalı. Halimiz tam bir kepazelik.

6. İHA skandalında, teşkilat yapımızın yanlış olduğu anlaşıldı.

7. Terörle mücadelede hiç kimsenin talimatına ihtiyacımız yok.

8. Operasyonlarda artık son bir yıldır mantıklı iş yapmaya karar verdik.

9. Artık her şeyi yasal zemine oturtmak zorundayız. Herkesin gözü üzerimizde.

10. Elimizdeki teknik imkânları kullanamıyoruz, eğitim ve tatbikatımız zayıf.’

Aslında...

Genelkurmay'da 'Kepazelik durum'

24/08/2011
Böyle bir konuşmanın içeriği, kaydedilmesi, sızdırılması, internete düşmesine karşı 'kepazelik' hayli hafif bir kelime.

Dün eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in komutanlarla yaptığı ayrıntılı bir terör değerlendirmesini dinledim. Ayrıntılı derken bayağı bir ayrıntıdan bahsediyorum. Karakol baskınlarında askerin aldığı yanlış tutum, silahını bırakıp kaçan komutana olan kızgınlık, siviller ne derse desin Genelkurmay’ın terörle mücadelede kendi bildiğini okuyacağı, insansız hava araçlarının (İHA) hangi olaylarda nasıl kullanıldığı, saha denetimlerinin nasıl yapılacağı ve daha neler neler… Üstelik dinlediğim sıradan bir telefon konuşması değildi. Muhtemelen sadece general düzeyinde komutanlarla kozmik bir odada yapılan kritik ve resmi bir strateji konuşmasıydı. Kayıt muhtemelen ortam dinlemesi olarak odadaki biri tarafından yapılmıştı. Belki içinde biz sıradan dinleyenler için şaşırtıcı bir şey yoktu ancak terörle mücadelenin öbür ucu için (yani PKK) ‘askeriyede değişen taktikler’le ilgili pek çok ayrıntı mevcuttu. Üstelik bu kayıt kaydedilip sızdırılmakla kalmamış dünyada herkesin ulaşabileceği bir internet sitesinde yayımlanıyordu. Yani anlayacağınız dört dörtlük bir ‘vay anasına sayın seyirciler!’ durumu. Eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner kaydedilen bu gizli konuşmanın bir yerinde terörle mücadelede Türk ordusunu tarif ederken “Durumumuz kepazelik” diyordu. Böyle bir konuşmanın içeriğini, kaydedilmesini, sızdırılmasını yetmezmiş gibi bir sosyal paylaşım sitesinde yayımlanmasını düşünürseniz ‘kepazelik’ hayli hafif bir kelime…
Neyse ki komşu bir ülke ile savaşta değiliz!
Karargâh elek olmuş haberimiz yok.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Mogadişu cehenneminden bildiriyorum


20 Ağustos 2011 Cumartesi
Uçak, Hint Okyanusu’nun tirşe rengi sularını yalayarak piste doğru alçalıyor...

Pistin çatlamış zemininde otlar bitmiş. Pistin yanı başında kırılmış bir uçak yatıyor.

Uçağımız duruyor. Resmi üniformalı çelimsiz görevliler ite kaka ineceğimiz merdiveni uçağa yaklaştırıyor.

İniyoruz.

***

Mimari planı çok yetersiz bir şantiye hissi veren havaalanına giriyoruz. İçerisi de dış görüntü gibi. Karmakarışık.

Burası bildiğimiz klasik havaalanlarıyla yakından ya da uzaktan ilgisi olan bir yer değil. Pasaport polisinin gişeleri, bilgisayarlar filan yok... Pasaportlar elden toplanıyor. Bize özenli davrandıkları için pasaportları ve valizleri arkamızdan kalacağımız yere göndereceklerini söyleyen birisi ile muhatap oluyoruz.

İnanmadığımızı görünce kimliğini gösteriyor, protokol şefi... Ama bir de kendisinin vali olduğunu söyleyen ama binaya girerken üstü aranan bir başkası daha var...

Neyse ki epey sonra valizler de pasaportlar da kaldığımız yere geliyor.

Bu Toplum Bu Kadar Ahlaksızlığı Kaldırmaz


20 AĞUSTOS 2011

Müstehcenlik konusunda artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Türkiye bu kadar ahlaksızlığı, edepsizliği, seks serbestliğini, seks provokasyonunu, seks terörünü, fuhşu kaldırmaz.

Bazı günlük gazeteler ve bazı tv'ler genelev yayın organı haline dönüşmüştür.

Bütün hürriyetlerin sınırı vardır.

Müstehcen yayın, seks terörü konusunda medyaya sınırlar konulmalıdır.

Biliyorum, yaygara kopartacaklar ve "Basın hürriyeti kısıtlanıyor, medya gemleniyor!..." diye feryat edeceklerdir.

Müstehcen yayınları kısıtlamak basın hürriyetinin ihlal edilmesi değildir.

Hiçbir gazetenin, tv'nin, derginin seks terörü yapmaya hakkı yoktur.

Müstehcen yayın yapanlar basın hürriyetini kötüye kullanan kötü niyetli kimselerdir.

Türkiye, halkının büyük kısmı Müslüman olan bir ülkedir. Bizim kültür yapımız bu kadar ahlaksızlığı, fuhşu, zinayı, müstehcen yayını, seks kışkırtıcılığını hazmetmez (sindirmez).

AB standartları dediler ve Ceza Kanunundan zina suçunu kaldırdılar.

Karanlığın en koyu anı...

Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu zamandır. Kemal ve zeval noktası zirvede buluşur.

Bakmayın yakın planda birçok şeyin kötüye gider gibi gözüktüğüne.. İyi şeyler de oluyor..
PKK yanlış yaptı, güvenlik güçleri hazırlıklarını tamamlamadan onları üzerine çekmeyi denedi, halkı kışkırtacaklardı. Bir gün sonra MGK vardı. Başbakan cuma günü Somali’ye gidecekti.. Elde bir istihbarat vardı, onu değerlendirmek istediler ama sonuçta kendi oyunlarına geldiler..
Asıl operasyon bayramdan sonra.. Bu ani gelişme, PKK için bir gece baskınına döndü.. Ve süreç erken başladı.

Seviye düşerse


Yeni bir dünya savaşının patlaması için bütün şartlar oluşmuştur... Böyle demişti birkaç yıl önce, ünlü tarihçi Eric Hobsbawm. Kendisi komünisttir, bir ara "Avrupa komünizmi" adı verilen saçmalığı destekliyordu. Yani, öngörülerinin ne kadar "çıktığı" tartışmalıdır.
Başta Marx olmak üzere hepsi için geçerli değil midir bu, tahlil doğru, teşhis ve tedavi nanay...
Şimdi de krizden krize sürüklenen Batı dünyasında "felaket tellallığı" yapan "gamlı baykuşlar" pek revaçta.
Ülkemizde bu karamsarlık eğilimi azıcık korkuyla ama büyük bir zevkle izleniyor. "Oh olsun, batsınlar" dürtüsü, kollektif bilinçaltımızda yer etmiş Batı düşmanlığıyla örtüşüyor. Bunlara "kapitalizm sona eriyor" diye ellerini oğuşturan çapsız Türk solcuları da ekleniyorlar. Hepsinde "küresel uygarlık batıyor" diye bir sevinç bir sevinç... Sanki olup bitecekleri televizyonda seyredecekler, Batı batacak, kendileri ayakta kalacaklar... Türkiye'de iç savaş bekleyen ahmaklar gibi...
Batı batarsa bizi de aşağı çeker mi?

Kürtler senden hesap soracak Selahattin!


20 Ağustos 2011 Cumartesi

"Yaşananların faturası BDP’ye çıkarılıyor” diyor BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş. Bak Selahattin, tarih boyunca hesap hep omurgasızlara kesilmiştir! PKK’ya karşı dik duramamanın, Kürtlere yönelik, geçmişin yaralarını sarabilecek girişimleri elinin tersiyle itmenin hesabını vereceksin tabi. Devlete değil, Kürtlere vereceksin. Daha düne kadar “demokratik özerklik” toplantılarının özgürce yapılabildiği bir ortamdan bak, nereye geldik bugün! Konuşmadan önce biraz düşün! Hala Öcalan’ı adres olarak gösteriyor, “müzakereler sürsün” diyorsun. Kardeşim, Silvan ve Çukurca’daki hain baskınlar, Apo’nun müzakere masasında yeri olmadığının kanıtı değil de nedir? Sen de bundan böyle Apo’yla değil, örneğin, Çukurca’da saldırı emrini verdiği öne sürülen “Dr Bahoz Erdal” kod adlı, Suriye uyruklu Fehman Hüseyin’le görüş alışverişinde bulun. Belki Kürtleri bir yana bırakır El Muhaberat ve Başer Esad’ın iktidarını savunmaya başlar, Başbakanı, Dışişleri Bakanını eleştirirsin Suriye’deki katliamı durdur dedikleri için!

18 Ağustos 2011 Perşembe

PKK da peygamber ocağı mı?


Şehit Binbaşı Yavuz Başayar'ın annesi İnayet Başayar "Peygamber ocağında görev yapıyordu.

Şehit oldu Peygamberimiz'in yanına gitti" demiş oğlunun şehadet haberini alınca...

Bunu okuyunca aklıma, oğlu kızı PKK saflarında olan anne babalar geldi.

Hep şöyle deniyor ya:

Bölgede hemen her evden PKK'ya bir katılım olmuştur. Bu da PKK'ya halk desteği sağlıyor.

Acaba nasıl bir kalbi destektir bu?

Mesela şu anda oruç tutan, namaz kılan bir dindar Kürt nasıl bir destek verebilir PKK'ya?

Mesela şöyle bir cümle kurar mı, oğlu dağda çatışmada ölen bir Kürt anne?

-Oğlum, peygamber ocağı olan PKK'da çarpışıyordu, öldü, şehit oldu, Peygamberimiz'in yanına gitti!"

Çantaya bak!


Seksenli yıllarda, Türkiye'de, "Anadolu solcularına" umut bağlayan iyi niyetli ve saftırık aydınlar vardı.
Anadolu solu (herhalde Alevi kardeşlerimiz olsa gerek) ülkeyi kurtaracaktı. Kimin elinden? Turgut Özal'ın, yani liberalizmin elinden!
Bu gibi saf ve temiz aydınlar, fazla kurcaladıkları kontrgerilla örgütü tarafından öldürüldüler. Geride kalan "Kemalist sosyalistler" çapsız oldukları için bu tür cinayetlerden gerekli dersi çıkaramadılar (içlerinde bu cinayetleri "dincilerin" işlediğini sanan ahmak sayısı bugün de çoktur.)
Gene aynı çevrelerde Gorbaçov'a umut bağlayanlar da vardı.
Sovyet bolşevizminin demokratik içerikli bir sosyalizme doğru "evrilebileceğini" sanıyorlardı...
Gorbaçov açıklık (glaznost) ve yeniden yapılanma (perestroyka) reformlarını gerçekleştirecek, Rusya özgürlükçü sosyalizme kavuşacaktı...
Ört ki ölem!

BDP ne zaman konuşacak?

19 Ağustos 2011 Cuma

Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki yeni rolü hakkında fikir sahibi olmayanlar, ‘Bırakalım Suriye’yi, Somali’yi, terörü çözelim’ tezini öne sürüyor. Muhalefetin dillendirdiği bu tezin, kısmen sokakta da karşılığı var.

Oysa birbiriyle iç içe geçmiş bir dizi gündemi var Türkiye’nin. Ne terörle mücadeleyi Suriye konusundan, ne de İsrail’in özür konusunda bir ileri iki geri giden tavrını olup bitenden ayrı düşünmek mümkün. Tam aksine, Suriye konusunda söz sahibi olduğunuz için yeniden azgın bir terör dalgasıyla muhatap oluyoruz. Ya da Suriye meselesinde birilerinin beklentisini yerine getirmediğiniz için bu kartı birileri bize karşı kullanıyor.

Şu saatler itibarıyla gerek ABD’den, gerekse AB’den gelen açıklamalar, Şam yönetimine sıkı bir ekonomik ambargonun habercisi. Bu aynı zamanda ciddi bir siyasi kuşatmanın da alt yapısını oluşturuyor. Ancak öte yandan şunu da söylüyor bize. Uluslararası sistem, Suriye’ye müdahale konusunda kararsız ve bu ülkedeki iktidar değişiminin, farklı dinamikler eliyle gerçekleşmesi tezini masada tutuyor.

228 sığınak biliniyormuş!


BUGÜN günlerdir "Kandil'i etkisiz hale getirmeliyiz. Güvenli bölge olmaktan çıkarmalıyız" diye yazıyor.

Ne kadar haklı olduğumuz dün bir kez daha teyit edildi.

İşte Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklaması;

"17 Ağustos 2011 günü akşam saatlerinden itibaren bölücü terör örgütüne ait Kandil Dağı, Hakurk, Avaşin-Basyan, Zap ve Metina bölgesindeki 60 hedefe, Türk Hava Kuvvetleri uçakları tarafından başarılı bir taarruz harekâtı icra edilmiştir...

Ayrıca, hava harekâtı öncesinde; Zap, Avaşin-Basyan ve Hakurk bölgelerinde tespit edilen 168 hedef, topçu silahları ile yoğun olarak ateş altına alınmıştır."

Demek ki, terör örgütü sınırın öte yakasında kendisine 228 güvenli saha oluşturabilmiş.

Demek ki, Türkiye bu üslerin yerini bildiği halde, barışa şans tanımak için mühlet vermiş.

Erdoğan, “bombalama” emrini niye erkene aldı?


Bazı köşe yazarları, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son çıkışlarını yorumlarken, ondaki “sert”leşmenin sebeplerini sorguluyorlar... Soruyorlar: Bir “demokrat” iken, niye “şahin” kesildi?.. Bence; Erdoğan’daki bu “tavır değişikliği”ni anlayabilmek için, ilk önce “Erdoğan’ı tanımak” gerekir...
Benim tanıdığım Erdoğan;
“Son derece duygusal” bir insandır...
Hem de, “aşırı duygusal!”
Ama aynı zamanda;
“Mükemmeliyetçi”dir!..
İster ki;
Her şey “düzgün” olsun, her şey “rayında” yürüsün!.. Hiçbir işte “aksaklık” olsun istemez... Sorunları “yığmak” veya “ötelemek” yerine, “anında çözmeyi” sever!..
Bunun için de;
“Kendinden bile fedakârlık” yapar!..
Oturmaz!.. Durup, dinlenmez!..
Nerede bir “sorun” varsa, onu çözmeye koşar!
İşte, “yaradılış”ından kaynaklanan bu özellikleri itibariyle de; “her sorunu çözmeyi, her yangını söndürmeyi, her gözyaşını silmeyi ve her yükü omuzlamayı” kendine “görev” edinmiştir!
Dedim ya;

PKK, Esad için saldırıyor, katlediyor!


PKK,1 Temmuz'dan bu yana durmaksızın alçak saldırılarını sürdürüyordu... Sadece 1.5 ayda 41 güvenlik görevlisini katlettiler. Bu meselenin barış yoluyla çözülmesini ısrarla isteyen, artık bir insanımızın daha burnunun kanamasını istemeyen ve bu bağlamda talimat verdikleri MİT yetkilileri aracılığıyla risk alan AK Parti hükümetine,Türk ve Kürt demokratlarına kulaklarını tıkadılar ve vahşi terör eylemlerine devam ettiler... Mayınlı tuzaklar, pusular, yardım birliklerini bile pusuya düşürecek kadar kalleş bir yapı var karşımızda... Peki, PKK terör örgütü Mustafa Karasu ve Cemil Bayık'ın ön plana çıkmasıyla niçin son dönemde bu derece terör gazına bastı? Bu sorunun cevabı noktasında Yıldıray Oğur çok doğru şeyler yazdı dün... "Ya artık Suriye meselesi, PKK meselesiyle iç içe geçmişse? Geçen hafta Karayılan'ın yakalanması haberleriyle Türkiye'nin içinde nasıl dalgalanmalar yarattığını gösteren İran'ın bu meseledeki rolü konusunda devlette komplo teorilerinden daha fazla istihbarat varsa?

Kan da boğar


19 Ağustos 2011 Cuma
PKK’nın derdi, devletin hiddetini üzerine çekmek, sınırdışı operasyonlarını yeniden başlatmak idiyse militanlar bayram edebilirler. Çukurca pususu üzerine Kandil’e tonlarca bomba atıldı. Hem de Ramazan’ın bitmesi bile beklenmeden...

Türkiye yeniden ‘savaş’ teyakkuzu halini almış sayılabilir.

Devletlerin en önemli reflekslerden biri, terör konusundaki hassasiyetleridir... Teröriste karşı acımasızdır devlet, teröristin eli sıkılmaz, teröristle pazarlık edilmez... Kendi varlığına kastettiğini algıladığından, terörle sonuna kadar mücadele eder ve son teröristi bitirmeden rahat etmez...

İstisnasız her devlet böyledir.

Çukurca’da çok sayıda can alan eylem bu anlamda bir dönüm noktasıydı. Önce “Bıçak kemiğe dayandı” durumuna sebep oldu; sonra “Sabrımız taştı” noktasına gelindi. İlk aşamada ‘Ramazan sonrası’ mühleti söz konusuydu; ikinci aşamada Kandil üzerine uçaklar gönderildi.

Arkadan neler gelebileceğini önceki benzer dönemlerde yaşananlardan biliyoruz: Rahat ve huzur herkese haram olabilecek... Tam her şeyin normale döndüğüne inanılmaya başlandığı bir sırada, ülkenin belli kentlerinde, güvenlik endişesinin sonucu olarak, polis ve asker daha fazla görünür hale gelebilecek... Denetlemeler sıklaşabilecek, kontrol noktaları kurulabilecek...

Eğer istenen bu idiyse, istediklerine kavuşmaları yakındır.

İyi mi oldu yani?


19 Ağustos 2011 Cuma

İki kere iki dört: Kazananı olmayan, olmayacak bir savaş bu...

Şiddetle ve terörle sonuç alınamayacağı, “kanla barış tesis edilemeyeceği” görüldüğü, edildiği halde, onaylandığı halde, PKK “terör politikalarından” vazgeçmedi, ayağına kadar gelmiş barış fırsatını değerlendirmedi ve “sürekli savaş” dedi.

Bu örgüt ne istiyor?

Bağımsız bir devlet mi?

Federatif bir Kürdistan mı?

Demokratik bir Türkiye mi?
Dile getirilmekte imtina edilen birtakım haklar mı?

İstenen “haklar”ın, hukukla ilişkisi nedir ve bunlar “devleti” ne tür bir hukuki iyileştirmeye yahut “düzenlemeye” icbar ediyor?

Öcalan’ın durumun iyileştirilmesi, ev hapsi türünden tedbirler mi?

Yeni bir anayasa mı?

16 Ağustos 2011 Salı

Seviye tesbiti


Otuzlu yıllarda Türkiye'yi yönetenleri çok fazla da suçlamayalım canım: Hedefi "kalkınma" olarak değil de "muasır medeniyet seviyesine ulaşma" olarak koyunca, olacağı buydu!
Çünkü "bir" değil "üç" ayrı çağdaş uygarlık düzeyi vardı o dönemde...
Birincisi, kapitalist ve demokrat Batı uygarlığı, gözden düşmüş, hele 1929 ekonomik kriziyle esaslı bir darbe almıştı. Sonunun geldiği düşünülüyordu...
İkincisi, Sovyet komünizmiydi. İçyüzü henüz bilinmediğinden, bir umuttu. Ne mal olduğunu anlatanlara kimse kulak asmıyordu.

Bir Fener taraftarı olarak karara itirazlarım


17 Ağustos 2011 Çarşamba

Futbol Federasyonu’nun aldığı karar nedense kimsede ‘sürpriz’ etkisi yapmadı. Sevinenler de var, kızanlar da... Kızanların bir bölümünün içten içe sevindiklerine eminim. Sonuçta Fenerbahçe’siz bir lig bütün takımlar için her bakımdan bir kâbusa dönüşecekti. Federasyon aldığı kararla, “Değişen bir şey yok, lige devam” demiş oldu...

Birkaç kulüpten onlarca ismi Disiplin Kurulu’na sevk etmek dışında, Federasyon açısından, şimdilik, yapılabilecek bir cezalandırma bulunmadığı kararı bu. Ne küme düşürme, ne şampiyonluk silme, ne eksiltilmiş puanla geriden başlatma; hiçbir şey...

Aransa taransa, dünya adalet tarihinde, bu kadar yasak savmacı, bu kadar nanemolla, bu kadar idare-i maslahatçı bir karar bulunamaz...

Farkında olmayabilir, ama Federasyon’un yaptığı da ‘adalet’ kavramıyla ilintilidir. Kendilerine düşen adalet dağıtma rolünü yargının sırtına bırakmakla görevden resmen kaçmış oldu Futbol Federasyonu üyeleri... Savcılar iddianameyi kaleme alacak, mahkemeye sunacak, yargıçlar dava açılmasına karar verecek; Federasyon da bunun üzerine dosyayı yeniden açacak...

Asr-ı Saadet bitiyor mu?



Sizin için sıradan bir haber olabilir ama ben gözlerime inanamadım. Haber şöyle idi: 'Hükümet yerli malı kullanma kararı aldı. Sanayi Bakanı Nihat Ergün; 'Pahalı bile olsa yerli malı kullanacağız.' diyerek bu değişikliği açıkladı. Ve bizim gazeteler de birden bire bu politikaya destek çıktı.
Ayıp değil mi beyler?
Küreselleşme gibi bu modern dönemde; tek seçenek olan liberal ekonomik sistemde, 'Yerli malı kullan!' sloganı ayıp değil mi?
Utanmasanız, size faşist denilmesinden korkmasınız şöyle haykıracaksınız:
'Yerli malı, Türk'ün malı
Herkes onu kullanmalı.'
O yüzden soruyorum ya:
-Ne oluyor; Asr-ı AKP hitama mı eriyor?

Yıldırım gidecek dertler bitecek!


17 Ağustos 2011 Çarşamba

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım önemli ölçüde Türkiye’de kökten değişen güç dengelerini doğru okuyamamanın kurbanı oldu.

Kendini Federasyon Başkanını belirleyecek güçte görmesi ve bu güce gerçekten de sahip olması bu sonucu doğurdu.

Futbol Federasyonu’nun önceki gün açıkladığı karar bu teşhisimi bir kez daha doğruladı.

Federasyon, usta hukukçulardan oluşan Etik Kurulu’nun görüşüne uyarak ‘’Elimizde şike vardır diyebilmek için yeterli delil mevcut değil’’ dedi.

Şimdi, Etik Kurulu’nun uzman hukukçulardan oluştuğunu kabul edersek, savcılığın yeterli olmayan delillerle tutuklama talep ettiğini, mahkemenin de bu yetersiz delillere dayanarak tutuklama kararı verdiğini görmeliyiz.

Yazıcıoğlu suikastı-2: Helikopterdeki tesadüfler



Geçen hafta da bu konuyu yazdım, daha evvel Beyaz TV'de de bu vahim meseleyi işledik... 25 Mart 2009 tarihinde saat 15.03'te içinde BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve 5 kişinin hayatını kaybettiği helikopterin düşmesiyle ilgili şüpheler her geçen gün daha da artıyor... Çünkü aradan iki buçuk yıl geçmesine rağmen ne Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulu, ne Meclis Araştırma Komisyonu, hazırladığı raporlarda helikopterin neden düştüğünü tespit edebildi. Sadece Ulaştırma Bakanlığı'nın raporunda helikopterin pilotaj hatasından düşmüş olabileceği kanısına varıldı. Ama bu elle tutulur gerekçelere dayandırılamadı.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Senegalli futbolcu Dia ve sosyetik Sırp güzeli İvana

Fenerbahçe'nin Senegalli futbolcusu Dia, 2010 yılında evinde bir davet düzenliyor.
Takımdaki diğer siyahi futbolcuları, İstanbul'daki arkadaşlarını ve ailesini davet ediyor. İçkiler içiliyor, danslar ediliyor, şarkılar söyleniyor. Aynen bizim 'hadi eller havaya' davetleri gibi. Dia'nın takım arkadaşı Niang da davette var. Hatta eşi ev sahibi gibi koşturup duruyor. Konuklarını eğlendirmek için çırpınıyor. Tabii bu arada cep telefonları fotoğraf makinesi olarak kullanılıyor. Kimse günün birinde bu pozların gazetelerde haber olacağını düşünmüyor. Fotoğrafı çeken en yakın arkadaşı çünkü...

Burası Müslüman Türk toprağı

 
IKEA Bayrampaşa’dan, bu yazıyı kaleme aldığım saatte daha açıklama gelmemişti. Dolayısıyla bendeki son bilgi, IKEA’da namaz kılmak isteyen bir müşteriye, orada çalışan bir görevlinin, “burası İsveç toprağı. Burada ne mescid olur ne de namaz kılınır” şeklinde.. Sorulmuş soruya verilmiş bu cevabın en hafif tabirle “cehalet” ürünü olduğunu söylemem lazım. Zira bir ülkenin, başka bir ülke üzerindeki toprağı, açtığı mağaza ile değil elçilik binasının sınırları ile ölçülür. Neyse bu işin başka bir tarafı.. Biri Ümraniye gibi biri Esenler-Bayrampaşa gibi muhafazakâr-mütedeyyin nüfusun yoğun olduğu semtlerde mağazaları olan IKEA’nın kurumsal tavrı bu. “Bize alışverişe gelen kişilerin ibadeti ile ilgilenmiyoruz”.

Yedi cılız başak


Yedi cılız başağın yedi semiz başak ile olan hikâyesidir bu. Yirmibirinci yüzyılda tecelli eden bir ayet mealidir. Kıtlığın Yusuflar eliyle bolluğa döndürülmesinin tekrarlanacak hikâyesidir. Ve bu hikâyede hepimiz birer karakter, birer figürüz.

Hikâyemiz, semiz başaklara tutunan nefsimizin cılız başakla imtihanını anlatır ve obezlikle açlık arasında bir insan olma sınavını dile getirir. Hakikati mecazlara dönüştürüp güçlü ile zayıfın haklarını murafaa eder. Kaderlerine tutunmuş cılız başakların ufalanıp gittiğini görür gözlerimiz, ama hakikatte onların tarlasında olmak bile istemeyen semiz başakları mahvolmaktadır. Bu hikâye, kudret eliyle yazılmış bir sınavın ta kendisidir.

Suriye'siz bir yazı


Mısırlı İslamcılar kendi 'Adalet ve Kalkınma' partilerini kurdular. Farklı tonlarına göre İslamcıların şimdilik 8 partisi var ve bu partiler arasında çok ciddi ideolojik ve siyasal ayrılıklar, gerginlikler ve kavgalar yaşanmaktadır... Ama genel tercihleri açısından İslamcılar arasında üç eğilimden söz edebiliriz. Selefi radikaller, ılımlı ve uyumlular ve Sufiler. Genel olan bu sınıflandırma Mısır'ın 'İslami' geleceğini belirleyecektir. Çünkü Selefiler karanlık amaçlar ve hesaplar için Suudi Arabistan tarafından finanse edilerek desteklenmektedir. Suudilerin stratejik müttefiki Amerikalılar ise 'şimdilik' ılımlı ve uyumluları tercih ediyor. ABD ve Avrupalıların önümüzdeki 20-30 yıl için yatırım yaptıkları yeni yükselen güç Sufiler. Özetle ABD ve müttefiki Batılılar toplu olarak bu 'İslami' güçlerin kendileriyle olan ilişki ve işbirliğine bakarak tavır belirleyip Mısır'a olan ilgilerini sürdürüyor. Ama aynı ABD ve müttefik Batılı ülke ve güçler 'İslamcı'larla böylesi karmaşık ilişkilerini sürdürür ve onlara maddi ve manevi destek ve yardım yaparken diğer kesimleri de ihmal etmiyorlar. İşte bu nedenle Amerikalılar 'devrim'den bu yana laik kimlikli tüm sağ, sol, liberal, milliyetçi ve benzeri tüm sivil toplum örgütlerine ve onların çizgisinde olan partilere dolaylı-dolaysız milyonlarca dolarlık yardım yaptılar, yapıyorlar. Bu durum Amerikan emrindeki darbeci generalleri bile rahatsız etti. Çünkü herkes 'laik' ve 'İslamcı' güçler arasında hızla tırmanan gerginliği görüyor ve endişesini de saklamıyor.

Kozmik fiyasko

Federasyon'da günler önce bir kozmik oda kuruldu. Savcılıktan birçok delil ve belge Federasyona ulaştı. Üstelik bu belgeleri ulaştıran kişi, konuya oldukça vakıf, savcı Mehmet Berk...
Etik Kurulu denen bu kurul, günlerce toplandı. Ve dün sonucu açıkladılar. Tam bir skandal. Açıklamaya bakın, soruşturmada gizlilik varmış, bu yüzden şüphelilere bu belgeler gösterilemezmiş. Peki siz bunu yeni mi öğrendiniz? Kozmik oda kurulurken, Etik Kurulu ilk toplantısını yaparken, soruşturmanın gizli olduğunu bilmiyor muydunuz? Bazı maçlarda şike var diyorsunuz. Peki niye gereğini yapmıyorsunuz?

Federasyon toplumsal vicdanı ağır yaraladı


16 Ağustos 2011 Salı
Yazı saatinin sonuna gelmiş, dakikalarla yarışıyordum...

Televizyon kanalları Futbol Federasyonu’nun açıklama yapacağı salonun önündeki boş kürsüyü gösterip duruyordu...

Türkiye nefesini tutmuş, çıkacak kararı bekliyordu...

***

Aslında dün sabahtan başlayarak, Federasyon’un muhtemel kararının ne olacağına dair güçlü iddialar medyada dolanıp durdu...

Küme düşme yoktu, puan silme yoktu, karar için ‘iddianame’ beklenecekti...

Sadece şikeyle suçlananlar belki Avrupa kupalarına gidemeyecekti...

Öcalan’ı yakaladınız da ne oldu?


16 Ağustos 2011 Salı
İran’ın PKK’nın 2 numaralı yöneticisi Murat Karayılan’ı yakaladığına ilişkin haberler Türkiye’de büyük heyecan yarattı.

Bir yanda İran’a hayranlık duyguları, diğer yanda PKK’nın ağır bir darbe yediğine ilişkin inanç yaşandı.

Haber çeşitli kaynaklarca yalanlandı ama anladığım kadarıyla Karayılan henüz ortaya çıkmış değil.

Haberin doğru olduğunu varsayalım, böyle bir gelişme PKK’nın bitişine ilişkin bir gelişme olarak değerlendirilebilir mi?

Kesinlikle hayır...

Bu gösterse gösterse, PKK içinde liderlik mücadelesinin kızıştığını ve örgüt içindeki İran yanlısı ekibin hakimiyeti ele geçirdiğini gösterir.

Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının bile bitiremediği PKK’yı Karayılan’ın yakalanması hiç bitirmez.

Sadece örgüt içinde kanlı bir hesaplaşma dönemi başlamasına yolaçabilir.

Hazreti Muhammed, Atatürk ve Elçibey


14 Aralık 1997 tarihli Milliyet gazetesi... 1. sayfadan anonsla, 13. sayfada yayımlanmış bir röportaj. Röportajı yapan Macit Gürbüz, konuşan Ebülfez Elçibey. Macit Gürbüz, bu röportajın özetini “Kaç PeKeKe’li Ölmüş Abe” (İtil Yayınları) adlı kitabına da aldı.
“Aliyev düşmanım değil rakibim” diyor Elçibey. Abdullah Çatlı’nın, Cumhurbaşkanlığı sırasında, Karabağ’da çarpışmak için kendisine gelip izin istediğini söylüyor. Elçibey, bu izni vermemiş “Seni öldürürler, sonra da kimliğini açıklarlar, diplomatik sorun olursun” demiş. Fakat bu röportajın en ilginç bölümü bunlar değil. Hani tabutuna Türk bayrağı örtülmeyen, örttürülmeyen, Türklük özürlü bir adam vardı. Rahle-i tedrisinden geçenlerin bugün iktidarda olduğu adam. “Sen Türküm, doğruyum, çalışkanım dersen, benim Kürt kardeşim de ben de Kürdüm, ben daha doğruyum, daha çalışkanım, der” diyen adam. İşte o adamı eleştiriyor Elçibey, şöyle diyor.

Niang'ın alem gecesine dair gerçekler

Bizim gazetenin birkaç gün önceki "Başkan Metris'te Niang&Dia alemde" başlıklı haberi büyük ses getirdi, çok yankı yarattı... Takvim Spor Servisi bunu hep yapıyor, özellikle 3 Temmuz sonrası süreçte bizim gazete tüm spor camiasının ilk olarak eline aldığı gazete haline geldi... Çok başarılı ve bomba haberler hep Takvim'de patlıyor...
Fenerbahçelilerin çoğunluğu Takvim'in haberi nedeniyle Senegalli futbolculara tepki gösteriyor, beni de arayan arayana. Bu dönem futbol dünyasına dair de aktif yazarlık ve yorumculuk yapacağımı açıkladığım için bu konuda çok e-mail geliyor... Peki bu olaya dair Fenerbahçe Spor Kulübü, resmi internet sitesinden ne açıklama yayınladı? Aynen şöyle deniyor; "Söz konusu haberde kullanılan fotoğraflar 2010 yılı Eylül ayında Niang'ın kulübümüze transfer olması sebebiyle İstanbul'da futbolcumuz Dia'nın evinde verdiği bir partide çekilmiş fotoğraflardır. Kulübümüzün yaşadığı bu süreçte 'alem yapıldı' izlenimi uyandırılmaya çalışılan ve bu şekilde yayınlanan fotoğraflar, evde Fransa'dan çok sayıda davetlinin ve hatta Niang'ın eşinin de bulunduğu bir partidendir."

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Cinsel hayat ve Ramazan

Uzun süreli açlık ve gecelerin kısa olması nedeniyle Ramazan'da çiftler arasında cinsel isteksizlik görülebilir.
Günlük hayatımızda bazı sorunlarımızı paylaşır, bazılarını ise paylaşmayız-paylaşamayız. Paylaşılamayan konuların başında cinsel hayat ile ilgili sorular gelir. Ramazan Ayı'nı yaşadığımız şu günlerde 11 aylık tüm alışkanlıklarımız gibi cinsel hayatlarla ilgili değişikliklerde söz konusu olur. Özellikle cinsel hayatlarında ortaya çıkan farklılıklar kişilerin ruhsal durumunu hızlı etkilediğini düşünürsek, bu konuda ortaya çıkabilecek farklılıkları bilmek, beklentilerimizi doğru belirlememizi sağlar. Gereksiz huzursuzluk, can sıkıntısını engeller.

Ramazan Ayı'nda eşler cinsel ilişkiye girebilir mi?

Ekonomik bunalımı savaşla kapatacaklar

İnsanın insanı sömürmesine dayanan kapitalist sistem; ikide bir krize giriyor.
Bu kaçınılmaz. Çünkü; alttaki insanların kanını emerek yaşamaya çalışan kapitalistler; bu çarpık sistemi sürekli taşıyamıyorlar.
İşte böyle sıkışık durumlarda onları kurtaran tek çıkış yolu da savaş oluyor.
Bu işin teorisini; ekonomistler çok iyi biliyor.
Cumhuriyet'ten Ergin Yıldızoğlu da geçen gün bu gerçeği bir kez daha vurguladı. Onun tespitleri kadar; Amerikalı uzmanların söyledikleri de ilginçti.
Sayın Yıldızoğlu'nun naklettiklerine bakar mısınız?

Suruç'taki cinayet ve Kürt temsili

Haber şu:
"Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde Dına aşireti mensubu olan, birbirine akraba Şahin ve Pesen ailelerinin fertleri, birkaç gün önce çocuklarının oyun oynarken kavga etmesinden dolayı tartıştı. Komşularının araya girmesiyle yatıştırılan aileler, dün öğle saatlerinde ilçe merkezinde karşılaşınca aynı nedenden dolayı yeniden tartışmaya başladı. Alevlenen kavgada taraflar birbirine Kaleşnikof, av tüfeği ve tabanca ile ateş etmeye başladı. Dakikalarca süren ve ortalığın savaş alanına döndüğü çatışmada iki aileden 5 kişi hayatını kaybetti 7 kişi de yaralandı."

Acun'a bir uyarı da Mustafa Hoca'dan geldi

Mustafa Ilıcalı Hocam iki gün önce Acun Ilıcalı'yı uyardığım yazıma karşılık bir e-posta göndermiş. Aynen yayınlıyorum:

"Değerli Hocam, bugünkü köşenizde yeğenim Acun'la ilgili yazınıza çok teşekkür ederim. Annesi, babası, dedesi, babaannesini (benim annem ve babam) trafik kazasında kaybetmiş, kendisi daha önce benzer bir kazada ölümden dönmüş bir kişinin böyle riskli davranışlara girmemesi gerekir. Ailece trafik konusundaki hassasiyetimiz ve ülkeye mal olmuş ailemizin gözbebeği yeğenimizin bu kötü alışkanlığını düzeltmesine katkı sağlayacağına inandığımız bu nazik içten davranışınıza şahsım ve trafik mağduru ailemiz adına şükranlarımızı sunarım. Saygılarımla, Prof. Dr. Mustafa ILICALI."

Esad nereye koşuyor?

Bana kalırsa Esad Suriye’nin “1 Numara”sı değil. Esad, Suriye derin devletinin kontrolündeki sembolik bir lider.. Daha doğrusu bunun böyle olup olmadığını Davutoğlu görüşmesi sonrasındaki süreç bize gösterecek..

Ahmedinejad’ın Suriye politikası çöktü. İran Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamaz.. Böyle bir şey İran için apolitik, kabul edilmesi zor, her anlamda hükümet ve toplumun ağır bir bedel ödemesine sebeb olan çılgın bir karar olur.

Dahası İran’daki muhalefetin oluşturduğu koalisyon, Suriye ve Libya hükümetlerinin politikasına karşı çıkıyor ve muhalefet hareketlerini destekliyor..

Her şeyde Amerikan parmağı aramak çocukluk hastalığıdır...

Gelişen ülkeler siyasetinin bir çocukluk hastalığı, içte ve dışta ne olursa olsun bunu "Amerika yaptı" diye yorumlamaktır.
1980'in 12 Eylül'ündeki askeri müdahale, tabii ki Amerika'nın onayını almıştı.
Çünkü bir yıl önce İran'da Humeyni Devrimi (veya darbesi) olmuş, Afganistan'ı da Sovyetler Birliği işgal etmişti.
Uzakdoğu'dan Avrupa'ya uzanan ve SEATO-CENTO-NATO içinde oluşturulan kuşak delinmişti.
NATO da Kıbrıs kaynaklı Türk-Yunan anlaşmazlıkları sonucu Güneydoğu kanadında çatlamak üzereydi.
Neticede 12 Eylül müdahalesinin ilk sonucu "Rogers Planı"nın Türkiye tarafından kabul edilmesi ile Yunanistan'ın NATO askeri yapısına geri dönüşü oldu.

Müslüman'ın 'dinsiz'i gettoya hapsetmesi

10/08/2011
Adı konulmasa da şu anda herkes zaten kendi gettosunda (beyaz Türk ağzıyla söylersek muhitinde) yaşamıyor mu?
Yeni Şafak gazetesinde Hayrettin Karaman’ın söylediği sözlerin gelebileceği nokta burası olabilir. Olmasa bile endişeli modernin bu paranoyasına su taşıyacağı kesin.
Hayrettin Karaman’ın daha fazla ne istediğini anlamakta zorlanıyorum. Zira adı konulmasa da şu anda herkes zaten kendi gettosunda (beyaz Türk ağzıyla söylersek muhitinde) yaşamıyor mu? Biliyorsunuz geçen günlerde Bodrum’da gittiğim bir klasik müzik konserinde tek bir türbanlı olmadığını (üzülerek) yazmıştım. Sanki başka klasik müzik konserlerinde var mı? Yok ne yazık ki!
Ya da benzer bir durum tersi için de geçerli değil mi? Siz ramazanda mutaassıp yerlerde içki içen birisini görüyor musunuz? Hatta bırakın içki içen birini, açık bir içkili lokantayı, hatta içkilisini de geçtim, açık lokanta görebiliyor musunuz?

Algı mühendisleri Esad’ı nasıl Esed yaptı

Son seçimlerde İstanbul Milletvekili adayı da olan Milliyetçi Hareket Partisi MYK üyesi Yüksek Şehir ve Bölge Plancısı Ahmet Turgut’un Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Tesisleri’nde verdiği iftar yemeğinde Bengü Türk televizyonunun Genel Yayın Yönetmeni Murat İde ile karşılaştık. “Yandaşlar nasıl ağız değiştirdi fark ettin mi?” dedi.
Mevzu bahis Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın kaşla göz arasında Beşşar el-Esed’leşmesi!
Esad, “komşunun oğlu”ydu. “Tanıdık”tı; “bizden” duygusu yaratıyordu...
“el-Esed” olunca işin rengi değişti. O artık, “Neden ABD’ye yem edilmeye çalışıldığını umursamayacağımız” kadar “yabancı” biri...

Erdoğan’ın “askerleri”!

Bu yılki Yüksek Askeri Şura toplantısında çekilen fotoğraf, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin “ahval ve şeraitini” yansıtıyor. Kısaca, Recep Tayyip Erdoğan, artık “tek adam” dır ve “Muhteşem Padişah” edasıyla tahtında oturmaktadır. TSK ve Komutanları artık onun mutlak hükmü altına girmiştir ve bundan sonra “Yeni Anayasa” ile yapılacakların da yolu açılmıştır...
Yardımcısı Bekir Bozdağ Erdoğan’ın YAŞ’taki fotoğrafını “Demokrasi adına güzel bir fotoğraf” diye yorumlamış.

Ticari hayata askeri darbe mi?

Türkiye'nin ilerlemesini hep durdurmuş olan statüko güçleri büyük oranda pasifize edildi artık...
Özellikle siyaset dünyasındaki etkileri minimuma doğru ilerliyor.
Fakat statüko hem resmi görünen yüzüyle hem de Ergenekon tipi yeraltı örgütlenmeleriyle faaliyetlerini de sürdürüyor...
Siyaset dünyasında yapamazsa kancayı ticarete atıyor..."Siyasi hayatta AK Parti'yi deviremedik, bari ticaret üzerinden bir darbe yapalım" diye düşünenler...

Turistik gerçekçilik

Hiçkimsenin umurunda olmayan konularda fırtına yaratmaya bayılıyorlar, Elif Şafak'ın son romanı çalıntı mıymış değil miymiş?
Gözyaşlarına garkolsa da son tahlilde bu gürültü Elif Hanım'ın da işine geldiğinden ("reklamın kötüsü olmaz" ilkesi), alan memnun satan memnun...
Çünkü yazarının erkek kılığına girerek kapak resmi çektirdiği bir roman sözkonusu, ve burada temel amaç "mal satmak"... (Orhan Kemal'i "Hanımın Çiftliği" romanının kapağında kadın kılığında düşünün, sonra gene bana kızacaksanız kızın.)

Türkiye-Suriye savaşı için dua edenler

10 Ağustos 2011 Çarşamba
Türkiye-Suriye arasında savaş çıksın diye dua edenler var. Sadece Batı’da değil. Bakın son bir iki günde, bizim basında çıkan haberlere: “PKK’lılar Suriye’ye sığındı... Suriye PKK’ya kucak açtı... İran’la Suriye, Türkiye’yle istihbarat konusunda işbirliğini kesti... PKK’yla ilgili istihbarat İsrail’den gelmeye başladı!” Bu haberlerin doğruluğu yanlışlığı bir yana, zamanlaması ilginç, en hafifinden! Ahmet Davutoğlu’nun Suriye ziyaretinden hemen önce!

Radikal için kaçınılmaz son

10 Ağustos 2011 Çarşamba
Elbette üzücü ama kaçınılmaz bir son değil mi: Radikal'in ciddi ciddi kapatılma ihtimali konuşuluyor bugünlerde. Geçen hafta 'haber beklemez' diye bu dedikoduyu twitter'da paylaştım, ardından başka gelişmeler oldu. Yüzde 25 küçülme, hatta Radikal'in iPad gazetesi olarak hayatına devam edebilme olasılığı vs...
Rupert Murdoch'ın milyonlarca dolar yatırım yapmasına rağmen bir türlü kendinden bahsettiremeyen 'The Daily' gazetesinin hali ortadayken Radikal'in de iPad'de pek uzun ömürlü olmayacağını söyleyebiliriz. Birileri bu sevdadan vazgeçsin.

Asker kafa!

10 Ağustos 2011 Çarşamba
Aralarında orgenerallerin de bulunduğu 14 yüksek rütbeli subay için daha yakalama kararı çıkarıldı.

Bu arada Albay Dursun Çiçek’in gerçekliğini itiraf ettiği ‘’Andıç Davası’’ ile ‘’Islak İmza Davası’’ birleştirildi.

İtiraf ve suçlamalara göre, Genelkurmay karargahında ve kimi birliklerde, doğrudan hükümeti ve cemaatleri hedef alan çalışmalar yapıldı.

Bugüne kadar ortaya çıkan iddianameleri doğrulayan bir gelişme aslında bu.

Çünkü her şeyin tehdit olarak görülen bir iktidarı yıpratmak, düşürmek amacıyla yapıldığı ortaya çıkıyor.

Oyuna gelmemek

10 Ağustos 2011 Çarşamba
Başta ABD olmak üzere Batılı ülke ve güçler bizim coğrafyamızdaki yandaşlarıyla el ele verip Türkiye'yi Suriye'ye düşman kılmak istiyorlar. Asıl amaçları da Suriye'ye demokrasiyi getirmek değil, Suriye'yi iç savaşa sürükleyerek Türkiye'yi güneyinden sıkıştırmaktır. Bu gerçeği görmeyenlerin aklından şüphe ederim. Aklından şüphe ettiklerimden bazıları da Suriye iç savaşına bir fantezi ekleyerek bölgesel Şii-Sünni savaşından söz ederek bunun için özel çaba harcamaktadır.
Olay bu kadar basit ve net.

Terörle mücadele... Org. Başbuğ, neyi başardı ki?

Dün, “şöhretler hastalığı”na yakalandığı için, sürekli “alkış” bekleyen, sürekli “sahnede kalmak” isteyen Yaşar Nuri Öztürk’ten söz etmiş, emekli Org. İlker Başuğ’u ise bugüne bırakmıştım.
Herhalde söylemeye gerek yok;
Org. İlker Başbuğ, görevde bulunduğu süre içinde, “en çok konuşan” Genelkurmay Başkanları’ndan biriydi.
Çok konuştu, çok yanıldı!..
Zaman zaman öyle “ipe-sapa gelmez lâflar” etti ki; çok konuşuldu, çok tartışıldı!..
Onun dönemi; “Ergenekon operasyonları”nın hız kazandığı bir devir olduğu için; kâh “savunma”da kaldı, kâh “taarruz”a geçti!..
Ama, gerek verdiği “demeç”lerle, gerek yaptığı “basın toplantıları” ile sürekli “gündemde” kaldı.
Dedik ya;

‘Komşularla sıfır problem’ protokolü

10 Ağustos 2011 Çarşamba
Dünkü yüklü gündemin önemli maddelerinden biri de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kritik Suriye ziyareti idi.
Suriye’deki şiddet olaylarının durması için Türkiye’nin mesajını Suriye’ye iletecek olan Davutoğlu’nun Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşmesi saat 11’de başladı ve altı saat süren görüşmenin ilk üç saatlik bölümüne heyetler de katılırken, kalan kısmı baş başa gerçekleştirildi.

‘Altı ay içinde AKP hükümeti istifa etmek zorunda kalacak’

Baştan söyleyeyim yukarıdaki sözler bana ait değil. Benim öngörüm de değil. Bu sözler uzun süredir beynime kaçmış bir sivrisinek gibi kafamın çeperlerine çarpıp duruyor. Bu sözler seçimlerden önce Mahmut Alınak tarafından söylenmişti. Doğrusu uzun süredir tereddütlüydüm o programı hatırlatıp hatırlamama konusunda. Geçen yeniden dinledim Alınak’ın o sözlerini. Amerika’da olduğumdan dolayı da Alınak’a ulaşamadım. Artık yazmaya karar verdim. Eğer Alınak’ın bir açıklaması olursa buradan seve seve yayımlarım.

Paşa beni aradı

10 Ağustos 2011 Çarşamba
Nasıl kibar, nasıl anlayışlı, nasıl empatiyle dopdoluydu.

Bir yazımda, isim vermeden, “üçlü” bir görüşmeye katıldığını ima etmişim...

Hangi görüşmeydi, görüşmede kimler vardı, bu görüşmeye katılmış olmak katılımcılara nasıl bir külfet getiriyordu?

Hatırlamıyorum.

Dediler ki, “Hıfzı Çubuklu seni arıyor...”

Eskiden olsa, “Hadi lan... Şimdi bittik işte” derdim. Tırsardım açıkçası.

Eskiden bu tür telefonlara muhatap da olmazdım... Karargâh karargâh dolaşan, Paşalarla muhabbet tesis eden, elinin altında kolayca ulaşabileceği bir Paşa bulunduran, “Emir ve görüşlerinize hazırım” cümlesini çok sık kullanan meslektaşlardan değilim.

9 Ağustos 2011 Salı

"Afrika" yazın 5601'e gönderin önce!..

Bu yazıyı okumaya başladınız mı?. Durun hemen.. Cep telefonunuzu çıkarın. "Afrika" yazın ve 5601'e yollayın..
Turkcell, Vodafone, Avea falan filan fark etmez.. Hepsine uyar.
Tamam mı?.. Yolladınız mı?. Şimdi okumaya devam edebilirsiniz..
Bu mesajla, Somali'ye "5 lira" göndermiş oldunuz..
Müslümansanız, bu ayni zamanda fitreniz bu..
Diyanet İşleri Başkanlığı ilan etti.
Neye mi yarar, topu topu beş lira?.. Dört kişilik aç bir aileyi bir öğün doyurmaya..
Somali'de bütün Afrika'yı saran kuraklık ve kıtlık var.. O kadar değil.. Bir de iç savaş var. Bu iç savaş yüzünden, ülkenin büyük bir bölümüne Birleşmiş Milletler'in yardımları bile ulaşmıyor..
Milyonla insan açlık tehlikesi içinde, ölümü bekliyor. Özellikle de açlığa tahammülü olmayan çocuklar. Şu anda 30 bine yakın bebeklik yaşında çocuğun ölümle karşı karşıya olduğu tahmin ediliyor.
Sabah gazetesi, Somali'ye yardım için bir kampanya başlattı.. Cuma gecesi Çalık Holding'in iftar yemeğinde daha lokmalar boğazımızdan geçmeden Ceo'muz Berat Albayrak, ordaki feci durumu özetledi, "Hoş geldiniz" konuşmasında..

Bağnaz düşünceler siyaseti de, dini de zora sokar...

Geçenlerde kendisini "Seçkin" ya da "Beyaz" Türklerden biri olarak gören bir kişiyle tartışıyorduk.
Sonunda sabrı tükendi ve "Zaten bu ülkede yaşamak istemiyorum artık" dedi.
"Türkiye'de değil de Norveç'te yaşasaydın daha mı mutlu olurdun" diye sormadım ona...
Kendisi gibi düşünmeyen, kendisi kadar inançlı veya inançsız olmayan, kendisine benzemeyen insanlarla birlikte yaşamak, acaba bu kadar zor mudur?
Ya da kendi tuttuğu partinin iktidar olamamasını "Ayaklar baş oldu" veya "Hasolar, Memolar ülke yönetimini ele geçirdiler" diye görmek, insan doğasının doğal bir tepkisi midir?

Özel bölgeler önerisi

Yaklaşın, size bir hikâye anlatayım...


"Gördüğüm lüzum üzerine" size bir hikâye anlatayım mı?..

Hikâye değil, hakikat. Edebiyatımızın pek bilinmeyen büyüklerinden Şevket Arı'nın "Kırdan Bayırdan Hikâyeler" isimli kitabından (Ötüken, 1998) aldım. Bulabilirseniz tam Ramazaniyeliktir diyerek "Asker Kaçağı" adlı hikâyeye dönüyorum.

Mehmed, I. Dünya Harbi'nin sonlarına doğru silahı, fişekliğiyle birlikte askerden kaçıp, Marmara Bölgesi'ndeki köyü civarına gelip saklanıyor ve o günlerde âdet olduğu üzre civardaki çetelerden birine katılıyor. Asker kaçağı ama Mehmed iyi atıcı, cesur bir savaşçı olduğu için kısa zamanda çete içinde öne çıkıyor; bir zaman sonra güvendiği arkadaşlarıyla ayrılıp kendi çetesini kuruyor.

Suriye’ye giden ‘mesaj’


17 Kasım 2005 tarihli Hürriyet gazetesinin manşeti ‘Sonun Saddam gibi olmasın’dı. Dünkü Hürriyet gazetesinin bu kez iç sayfalardaki başlığı ‘Mübarek gibi sonun olmasın.’ Uyarılan kişi, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat. Kasım 2005’te, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, güvenlik zirvesi ardından Rice‘ın ‘Hariri suikastının aydınlanmasında işbirliği istiyoruz’ mesajını Suriye’ye iletmek üzere Şam’a uçmuştu.

Kaçınılmaz durum
Dün Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Suriye Türkiye’nin ‘katliamlara son ver’ mesajını iletmek üzere uçtu. Türkiye’nin Suriye’de yaşananlara sessiz kalmasını beklemek haksızlık olurdu. Ancak daha önce de yazdığım gibi, konu ‘insani müdahalede’den ziyade ‘reel politika’ konusu. Bu 2005’te de böyleydi, şimdi de böyle. Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı ittifakı ile Suriye-İran cephesi, Davutoğlu’nun ‘hayalci dış politika’ diye eleştiri hedefi yapılan tüm çabalarına rağmen kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelecekti ve geldi.

Destur Bismillah!


Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ‘Tahammül mü hoş görmek mi’ başlıklı bir köşe yazmış. ‘Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından’ söz etmiş.
Birlikte yaşamak diye bastıra bastıra söyleye duralım.
Tahammülsüzlüklerini her fırsatta dile getiriyorlar.

“Şimdi bir apartmanda, bir sokakta, bir mahallede eşcinselinden sarhoşuna, nikâhsız birlikte yaşayanından kumarcısına, Müslümanları sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına kadar birçok insanla yan yana yaşıyoruz. Peki dindar Müslümanların bu insanlara karşı iç ve dış tavırları ne olacaktır?” diye soran Karaman “İslam’a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- ‘onların aykırı filleri için özel mekânlar ihdas edilmek gibi’ tedbirlere başvurulur” diyor.

5 Ağustos 2011 Cuma

İman Tehlikededir

06 AĞUSTOS 2011

Yaşadığımız devir ne devridir biliyor musunuz: İmanı kurtarmak zamanıdır. Hem kendi imanını, hem çoluk çocuğunun imanını, hem de toplumun...

İmanlar tehlikededir!..

Sultan Abdülhamid'in devrilmesinden sonra Selanikliler, Jön Türkler, ateistler halkın ve gençliğin bir kısmını imansız hale getirmişlerdir.

Kötü resmî ideoloji,

Kötü ve berbat eğitim,

Egemen azınlıkların tahribatı,

Vesayet rejiminin baskı ve terörü...

Uzun yıllardan beri çocuklara ve gençlere, "evrim" küfür teorisini gerçekmiş gibi öğrettiler. Evrim teorisinin doğru olduğuna inanan dinden çıkar.

Tağut güçleri, Deccal ve Süfyan taraftarları, kezzablar bazen açıkça, bazen sinsice Türkiye halkının imanına kastettiler.

Okullarda mecburî din dersleri varmış. Pöh!.. Güldürmeyin beni. Onlar birer aldatmacadır.

Beş yüz imam hatip mektebinde gürül gürül İslam ilimleri okutuluyormuş... Ben böyle dolmaları yutmam!.. İmam Hatip okulundan yeni mezun olmuş yüz genç bulalım. Küçük ve basit bir sınav yapalım. Sorulardan biri şu olsun: "Allah'ın sıfatlarını sayınız." Yüz genç içinden acaba kaçı Allah'ın on dört sıfatını sayabilecektir.

Kürt sorunu: Bardağın dolu ve boş tarafı!

Bir Kürt aydını ve hassasiyeti... Onu neler incitebiliyor? Kendini hâlâ nasıl aşağılanmış hissediyor?.. Yeni İçişleri Bakanı Şahin’in sözlerini neden ayrımcı buluyor, niye rahatsız oluyor?..

Sevgili arkadaşım Ümit Fırat’tan mektup var. Bir aydının Kürt olarak günümüzde duyarlı olduğu konuları anlatan mektubunu köşeme alıyorum.

Sevgili Hasan,
Geçen ay uzun yıllardır gidemediğim memleketim Kiğı’ya gittim.
Kiğı, Bingöl’e bağlı büyük bir ilçe iken, benim hâlâ tümünü de Kiğı olarak hissettiğim ve uydurulmuş isimlerle kendisinden koparılmış üç yeni ilçe ile birlikte dörde bölünmüş.
Bölgedeki birçok il ve ilçeye defalarca gitmiş, Kürt meselesi hakkında çeşitli sıkıntılara tanık olmuş, yaşamış ve dile getirip talep etmiş bir insanım.

Yer adları meselesi...

Bir maden uğruna Çaldağ, “çöldağ” olmasın!

Bilirsiniz, herhangi bir konuda, kolay kolay “üst üste iki yazı” yazmam... Ancak “çok önemli” konularda, o da “nadiren” olur... Turgutlu’daki Çaldağ’la ilgili yazıyı iki güne yaydığıma göre, bilin ki, bu olay “çok önemli”dir.

Dün, olayın yazıya sığmayan bölümlerini de bugün aktarmak istiyorum... Dün de ifade ettiğim gibi; Salihli TEMA Temsilcisi Hüseyin Emrem ve Turgutlu Tema Temsilcisi Ayla Yönet hanımefendi ile birlikte, “Çaldağ’ın zirvesi”ne kadar çıktık ve “Sardes Madencilik”in dağı nasıl oyduğunu, bazı ağaçlık bölgeleri nasıl “cascavlak” bıraktığını, bir defa daha gözlerimizle gördük.

Dağın zirvesinden “Gediz Ovası”na baktığımızda, gözlerimizin önünde “cennet gibi bir ova” uzanıyordu...

Hüseyin, “Bu cennet, cehenneme dönüşmesin” dedi... Haklıydı... “Çaldağ”, gerçekten de, bir “çöldağ” olmamalı!..

Bıldır yediğin yumurtalar

Deniz Gezmiş devlet tarafından öldürülmeseydi şimdi 64 yaşında olacaktı...
Ve de belki CHP milletvekili!
Bir "sol Kemalist"...
Öne çıkardığı sosyalizm değil, Amerika ve NATO düşmanlığıydı... (İkiye bölünmüşlerdi, "sosyalist Türkiye" diye slogan atanlar ve "bağımsız Türkiye" diye slogan atanlar... Birbirleriye sık sık kavga ederlerdi, sonra işi birbirlerini öldürmeye kadar da götürdüler.)
Oysa, NATO'dan çıkmaya kalkanlara Amerika'nın ne yaptığını isterseniz Silivri'ye sorabilirsiniz, dilerseniz Hasdal'a.

Komutan sopası

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Aziz abi (Aziz Üstel), Kemal Tahir’in kitaplarını yayınlayan yayınevinin (Bilgi Yayınları’nın) yöneticisi olduğu için bilmem kaç kez içeri alınıp falakaya yatırılmış.

Böyledir...

Bugün anlatıldığında “inandırıcı” bulunmayan ve irrasyonel bir iklimin sür reel olayları gibi algılanan olaylar “aynen” yaşanmıştır.

Bu arada...

Kendisinde “ötekini falakaya yıkma hakkı” gören komutanı da acayip keklemişler... Herhalde, rahmetli Kemal Tahir’in “yıkıcı-bölücü” bir rol ifa ettiğini düşünüyordu.

Hani, “Bunlar komünistti. Bunlar satılmıştı. Türkiye’ye komünizmi getirip vatanı satacaklardı” ya... Aziz abi de bu klişenin narına yandı herhalde...

Devlet adına kalkışan komutan bilmiyor ki, Kemal Tahir’i Kemal Tahir yapan, “kerim devlet” fikriyatıdır.

Bilmiyor ki, bölücü-yıkıcı faaliyetlere karşı, hep “bütünlüğümüzü” savunmuştur.

Şeytan ayrıntıda gizlidir!..

Geçen hafta pazar öğleye doğru, NTV'yi açtım. Alt yazıları okuyorum.. "Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ve 3 kuvvet komutanı emekliliğini istedi nokta."
Dört komutan, cuma günü öğleden sonra emekliliklerini istediler. Ondan sonra neler oldu?.
Talepler kabul, kendilerine teşekkür edildi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na yeni atama yapıldı. Yeni komutan cumartesi günü Genekurmay Başkan Vekilliğine getirildi.
Pazar 12'de, bu ülkenin 1 no'lu haber kanalı, hâlâ cuma akşamının haberini alt yazı diye geçiyor.
Bir voleybol maçı alt yazıda.. Altı set sonucu yazılı.. Yahu voleybol maçları beş set üzerinden oynanır. Altı saat sonra, gece yarısı eve geldiğimde merak edip baktım. Hala altı set dönüyor..
Akşam üzeri okuyorum. "Başladı" kelimesi "Bakladı" diye yazılmış.. Ertesi sabah ayni haber dönüyor.. Hâlâ yanlış..

'AK Parti'nin Ordusu?'

'AK Parti'nin ordusu da oluyor' demiş, CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce.

'Süngüden kurtulalım derken Tayyip'in copu geliyor' diye eklemiş. CHP Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk'ün ilk gün dört komutanın istifasını 'demokratik tepki' olarak nitelemesi ve tam tersini söyleyen Avrupa Parlamentosu raportörünü kınaması kamuoyunun ortak kanaatine aykırı idi ve insaf ölçülerinin dışında kaldı. CHP Genel Başkanı ise henüz konuşmadı ve bir tavır ortaya koymadı.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Erdoğan'ın da hiç acıması yokmuş!

Kâh gündeme oturuyor, dağ taş onu konuşuyor; kâh kayıplara karışıyor, var mı yok mu belli değil.

Nasıl başarıyor bunu aklım havsalam almıyor!

En son "Haberal'ı Balbay'ı bırakmazsanız yemin etmeyiz" diye tutturmuş, gündeme "çökmüştü."

Sonra tuttuğu yolun yol olmadığını fehmetmiş, Meclis'e tastamam dönmüştü.

Dönüş o dönüş; yine durdu, yine düştü, yine söndü, velhasıl, yine kayıplara karıştı.

Ne zamanki komutanlar emekliliklerini istediler, sesi duyuldu.

Tatildeymiş.

"Davran bre, kallavi bir kriz bu; kesin ekmek yeriz..." yollu tat0.ilini yarıda kesip Ankara yollarına düştü.

PKK olmasaydı?

Hafta sonu Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) genel kurulu yapıldı. DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un burada yaptığı uzun açılış konuşmasına daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Tuğluk o konuşmada “Yaşanan kimi zihni ve kısmi yasal değişiklikleri AKP’nin iktidarı ve vizyonu ile açıklama yanılgısına kim se düşmemelidir” demiş ve şöyle devam etmişti: “Ret ve inkâr politikalarını Başbakan sonlandırmamış; varlığımızı ve kimliğimizi kabul etmek zorunda kalmıştır. Çünkü bu halk direndi ve ‘Kürt vardır’ dedirtmek için korkunç bedeller ödendi. Ne acılar çektiğimizi bir biz biliriz, bir de bize bu acıyı yaşatanlar. Doğru yerden bakmayı bilmek, bazı yanılgıları ortadan kaldırmak lazım. Kimsenin bize bahşettiği bir şey yok!”

Bu paragraftan da anlaşılacağı gibi AKP iktidarıyla Kürt siyasi hareketi arasında “Ben verdim”, “Hayır, ben kazandım” şeklinde özetlenebilecek bir çekişme var. “Peki kim haklı?” diye sorulacak olursa birbirinden farklı cevaplarla karşılaşıyoruz. Örneğin 31 yıl sonra ülkeye dönen Kürt siyasetçi Kemal Burkay, AKP iktidarının Kürt sorununun çözümü yolunda attığı adımları hayli önemsiyor ve bunları küçümseyen, açılım sürecinde hükümete destek vermek yerine köstek olan Öcalan liderliğindeki hareketi açık ve sert bir biçimde eleştiriyor.

Nerde o günler...

Her yerde her zaman, en az 3 grub vardır.. Ortalama % 30’u ılımlıdır, % 30’u şahin, % 30’u ise ortada, arada, yüzer gezer. Bazen güçlüden yana olurlar, bazen kişisel çıkar, kariyer, hemşehricilik ayağı falan filan.. % 10’unun ise nerede durduğu pek belli olmaz.. % 30’la iktidar olursanız, bu sayı, güçlüden yana olan ve sizden nemalanmak isteyenlerin katılımı ile bir şekilde % 50’yi aşar.. Merkez partilerinde bu hep böyledir.. AK Parti’ye oy verenler kolay kolay geri dönmeyecekler, üstelik bu dönemde çıtalar yükseldi.. Bugün seçim olsa AK Parti’nin % 60 oy alacağı hesabı yapılıyor..

Konuşulan o fotoğraf... Bir köyde 2 muhtar olmaz

Herkes “o fotoğraf”ı konuşuyor... Türkiye’de “ilk”lerin yaşandığı şu son günlerde; “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk” yaşandı ve “istifa” eden “4 komutan”la ilgili kriz, “4 saatte” aşılarak “sivil irade”nin güçlülüğü gösterildi.
“İlk”ler, daha sonra da yaşanmaya devam edildi... Jandarma Genel Komutanı Org. Necdet Özel; önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na daha sonra da Genelkurmay Başkanvekilliği’ne atanarak, Yüksek Askerî Şûra’nın zamanında toplanması sağlandı.
Yine, “Türkiye’de ilk” defa;
YAŞ toplantısına 14 yerine 9 general ve oramiral katıldı... Böylece, “kuvvet komutanları” olmadan da YAŞ’ın toplanabileceği görülmüş oldu.
YAŞ’TA TEK BAŞINA!

Yalan dünya

Dünya yalan olmaya yalan da, ‘her şey bomboş’ değil, ‘yalan dünya’ yalan dolu, hesap, kitap, kirli pazarlık dolu. Kimse, iki günlük dünya için ‘değmez’ demiyor. Hal böyle iken, en rahatsız edici olan, bunca hesap kitabın, ‘insanlık’ kisvesine büründürülmeye çalışılması.
Son günlerde, Suriye’de içler acısı şeyler oluyor, bu güzel ülke yine kana bulandı. 1982’de Hama’da yaşanan katliam, ne yazık ki, yine kanla, katliamla gündeme geldi, hatırlandı. Hama katliamı için rejim yanlılarının, ‘Lübnan gibi 15 yıl iç savaştan ise, iki gün daha iyidir’ dediği bilinir. Yani anlayış, bu anlayış! Şimdilerde herkes, birdenbire o karanlık olayı hatırlıyor, isyan ediyor. Ama o kadarla kalmıyor, bu olaylar üzerinden Suriye’ye müdahale için zemin hazırlanıyor. Bir karanlık işin içinden, başka bir karanlık işin yolu yapılıyor. Türkiye ‘göreve’, ‘enerjik olmaya’ davet ediliyor. Oğul Esad için, Uluslararası Ceza Mahkemesi sözü dolaşıyor. Sahi, o mahkeme bugüne kadar ne yapıyordu? Hama katliamının komutanı, amca Rıfat Esad, bunca yıl Batı ülkelerinde elini kolunu sallayarak dolaşmadı mı? Şimdi nerede?

Yanına kalmasın ama...

Tam bir oyun

Dün bütün gün adaşım Hüsnü Mübarek'in yargılanmasını seyrettim... Hemen söyleyeyim tam bir komedi. Mahkeme yeri, hakimler, savcılar, savunma ve şikayetçilerin avukatları, güvenlik önlemleri ve son olarak televizyon yayın teknikleri açısından tümüyle bir maskaralık. Seyyar mikrofonu kapan konuşuyordu. Saddam'ın yargılanması Amerikalıların kontrolünde geliştiği için daha ciddiydi. Ama Abdullah Öcalan'ın İmralı'daki mahkemesi tam anlamıyla süper idi. Türkiye farkı...
Gelelim işin özüne.
Mübarek 6 Ekim 1981'de Başkan Sedat'ın bir tören sırasında radikal İslamcı bir grup tarafından öldürülmesinden sonra ABD tarafından desteklenerek başkan seçilmişti. Hatırlıyorum da suikast sırasında Sedat'ın yanında oturan Mübarek isabet almamış ve korumalar tarafından hemen olay yerinden kaçırılmıştı. İsrail'e karşı tüm savaşlarda görev almış ve 'ulusal kahraman' kabul edilen Mübarek başkan olur olmaz tümüyle ABD'nin hizmetinde olmuştu. Ancak Mübarek son dönemde hastalanıp iktidarı oğluna devir etmeye çalışınca ABD ile arası bozuldu. Başka nedenleri olan bu bozulmayla ilgili olarak WikiLeaks'te çok yazışma ve belgeler yayınlandı. Bu belgelerin altında şimdi Ankara'da bulunan ve 2005-2008 yılları arasında Kahire'de görev yapan Amerikan Büyükelçisi Ricciardone'nin imzası bulunuyor. Bu dönemde Büyükelçi Ricciardone muhalefetteki Müslüman Kardeşler yöneticileriyle bol bol görüşerek Başkan Mübarek'i kızdırıyordu. Mübarek de Başkan Bush'u arayarak bu büyükelçinin geri alınmasını isteyecekti. Ancak Ricciardone Washington'ı Mübarek'in devrilmesi konusunda ikna etmişti. Sayın Büyükelçi 2008'de Washington'a yolladığı bir mesajında bakın ne diyor:

Sivil Süleyman

Gençlerin kulağına çalınmışlığı vardır, hani Gülriz Sururi'nin "bir zamanlar tiyatroyla uğraşmış olması" gibi...
Bizim için daha dündür. Unutmayız, unutturmayız o rezil günleri. Anlatırız, öğretiriz.
Ne zamanın bir işleri? Tam kırk yıl öncesinin bir işleri... 12 Mart dönemi... Daha sonra gelen 12 Eylül döneminin bunun üzerine "tüy dikmiş" olmasından bile, nasıl bir kazurat olduğu bellidir.
Ama bu kazuratta gül bittiğini, bunun da Demirel "sayesinde" gerçekleştiğini sananlar var.
Efendim Demirel şapkasını alıp kaçarken bakmış, ne yapabilirim diye düşünmüş...
Direnebilirdi, Tağmaç-Gürler-Batur üçlüsünü hemen emekliye sevkedebilirdi (Eyiceoğlu olayda "aksesuardır", adını bile kimse hatırlamaz.)
Ya da muhtıranın açık seçik tehdidi olan darbenin "fiilen" yapılmasını beklerdi, gerekirse alnının akıyla kodese de girerdi. (Nitekim, dokuz yıl sonra, bu sefer 12 Eylül darbesinde kodesten kurtulamadı. Gerçi kodes denize nazır, "mutena" bir yerdeydi ama sonuçta kodesti işte.)
Beceremedi, kaçtı. Sıkmadı. Yemedi. Kaçarken, gerek kendi iddiasına, gerekse taraftarlarının kamuoyunda işlediklerine göre "ne yapabilirim de meclisin kapatılmasını önlerim" diye düşünmüş!
Helal olsun. Çünkü efendim, meclisin açık olması önemliymiş. Meclis açık olursa, uygulanan rezilliğe faşizm denmezmiş.

Bu kızlar yalan mı söylüyor?


Wikileaks belgelerinden sonra her şeye çok daha kuşkucu bakar oldum. Misal:
İstanbul Modern’de çok güzel bir sergi açıldı.
National Geographic dergisinin ustalarından Steve McCurry’nin, üretilen son Kodachrome filmiyle çektiği fotoğraflar...
Fikir nefis... Sergi harika... Fotoğraflar müthiş...
McCurry ismini dünya, 1985’te National Geographic’in kapağında basılan “Afgan Kız” fotoğrafıyla tanımıştı. Tarihin en bilinen fotoğraflarından biri sayılan o kare, “modeline” değilse de çekene büyük ün kazandırmıştı.
Peki böyle bir sergi, niye kuşku uyandırıyor zihnimde?
* * *
Dedim ya; Wikileaks yüzünden...
Tarihe mal olan bir başka Afganlı kadın fotoğrafı daha var:
O da geçen sene Amerikan Time dergisinin kapağında çıkmıştı. Taliban tarafından burnu kesildiği söylenen Afgan kız bize bakıyor, Time da kapaktan mesajı veriyordu:
“Afganistan’ı terk edersek ne olacağının resmidir.”
Bu kapak çıktığında tarih, 9 Ağustos 2010’du.
Beş ay önce, 11 Mart 2010’da CIA, “Çok Gizli” bir rapor hazırlamıştı. Wikileaks’ten sızan o raporun başlığı şuydu:

Kâğıt parçası mı?

Albay Dursun Çiçek, İnternet Andıcı belgesinin gerçek olduğunu söylerken, İrtica ile Mücadele Eylem Planı'nı, tıpkı İlker Başbuğ gibi "kâğıt parçası" olarak nitelendirdi. Oysa 26 Ekim ve 4 Kasım 2009 tarihli mektuplarıyla savcılığı uyaran ihbarcı subay, Dursun Çiçek'in ıslak imzasını taşıyan belgenin aslını da yetkililere ulaştırmıştı. İmzanın Çiçek'e ait olduğunu çeşitli makamlar (Adli Tıp ve Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Laboratuarı) teyit etmişti. Ayrıca, Genelkurmay Askeri Savcılığı, iddianamesinde, Çiçek'in, Türk Silâhlı Kuvvetleri personelinin, komuta kademesine yönelik güven hissini yok etmeyi amaçladığını söylemişti. Savcıya göre Çiçek, terfi etmemesinin öcünü almak niyetiyle böyle davranmıştı. Dursun Çiçek, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde de İrtica ile Mücadele Eylem Planı'nı hazırlamaktan dolayı yargılandığı için, dosya, Askeri Yargıtay'ın 2. Dairesi'nin kararıyla 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderilmişti.
Bir "kâğıt parçası" ise, neden hem sivil, hem de askeri mahkemeler bunu bu kadar ciddiye aldı?

Albay Dursun Çiçek'in onuru

Albay Dursun Çiçek'e karşı, 'ıslak imza'sı ile gündeme geldiği tarihlerden beri sebebini tarif etmekte zorlandığım bir sempati duymuştum.

Beyaz üniformalı fotoğrafında ve ekranlara ilk düşen ve tekrar tekrar gösterilen sivil görüntülerinde fazlasıyla bize, yani bu topraklara ait bir şeyler vardı. Tevazû, onur ve hüzün; benim yüzünde okuduklarım bunlardı. Yaptığı iddia edilen işi şiddetle eleştirirken bir yandan da dünyasını anlamaya çalıştığım bu Türk subayının onurunu savunan yazılar yazdım. Hatta onu, uğradığı haksızlıkla tarihe geçen Fransız subayı Dreyfüs'e benzettim.

Erdoğan BDP’yi ara seçimle vuracak

Seçimlerden sonra hemen yaz tatiline girildiği için Meclis halkın gündeminde yok, bu nedenle ilgi ve merak yaratmıyor henüz. Ama “sayılı gün çabuk geçer” kuralı işleyeceği için gözümüzü açıp kapayıncaya kadar 1 Ekim’e varacağız.

Meclis’in açılışıyla birlikte “şenlik” de başlayacak tabii. En önemli sorun BDP adına seçilen bağımsızların yemin edip etmeyeceği.

BDP’liler şimdilik yaz tatilinden yararlanarak durumu idare ediyorlar, ama 1 Ekim’den itibaren bu güçleşecek.

AKP çevrelerinden aldığım bilgiye göre BDP’nin “Yemin etmeyeceğiz” ısrarı sürerse Erdoğan hiçbir taviz vermeye yanaşmadan ara seçime gidecek.

Fikir neyse zikir o dur…

Fikir neyse zikir o dur… Konu YAŞ’taki oturma düzeni.
Herkes yazdı, herkes çizdi.
Herkes kafasında 2023’ün Türkiye’sini de çizdi.
Çok şey yazıldı, çok şey söylendi.
Ama fikir neyse zikir o dur derler ya işte bu cümlenin altını Bülent Arınç doldurdu. 31 yıl öncesinin darbeci ordusunu hiç kimse tasvip etmiyor etmesine de; bugünkü komutanların günahı ne?
Yılan hikayesine dönen Ergenekon Davası’na adı karışan/karıştırılan generalleri bir kenara bırak. Emir- komuta zincirinde komutansız bir orduya sahip tek ülke olmaya adayız.
Ya da fikre uygun olmayan komutanları eleyip; eleğin tellerinde kalanlarla yeni bir ordu yaratma telaşındayız.

İzin ver de sevinelim

4 Ağustos 2011 Perşembe

Hissiyatımı söyleyeyim: Hürriyet gazetesinin, “Yeni Masa Düzeni” başlığıyla, biraz da gizem katarak sunduğu fotoğraf yağlarımı eritti.

Buydu...

Bir fotoğraf (fotoğrafta görülen yeni oturma düzeni), kâmilen demokratikleştiğimiz anlamına gelmiyordu, daha yememiz gereken kırk fırın ekmek vardı, “zihniyetlerin” de değişmesi ve mahut oturma düzenine göre yeniden şekillenmesi gerekiyordu ama yine de olumlu bir “remz”di o fotoğraf...

Sevindim ama zil takıp oynama gereği de duymadım.

Hayır, “Görün bakın, hiç rövanşist değilim, nasıl da olgun bakıyorum” demeye çalışmıyorum.

Hiç olgun değilim...

2 Ağustos 2011 Salı

Atatürk beğendi mi?

Yaz sıcağında asma budayan Türk basını, bir yandan okurlarının abazan kesimine hizmet amacıyla güney kıyılarımızda bikinili kız izliyor, bir yandan da bozkır magazinine ballandıra ballandıra dalıyor:
YAŞ toplantısında, tarihte ilk kez, Başbakan masanın ucuna tek başına oturmuş, yeni Genelkurmay Başkanı (şimdilik vekili) sağına geçmiş, Milli Savunma Bakanı da soluna...
İyi, güzel. Olumlu gelişmeler.
Yeni anayasayla Genelkurmay "otonom" olmaktan çıkarılıp bakanlığa bağlanınca, yani protokol yerli yerine oturunca, "Avrupa standartlarına" kavuşunca daha da güzel olacak.
Fakat toplantıdan sonra, 37 derece sıcakta, o güneşin altında Anıtkabir'e çıkmışlar.
Atatürk'ün yüce katına.

Boru değil YAŞ masası veya Vaka-i Hayriye!

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Yüksek Askeri Şura toplantısında yıllardır seçilmişlerle atanmışları eşit gösteren bir tablo yaşanırdı.

Masanın başında Genelkurmay Başkanı ile Başbakan birlikte otururdu.

Zaten başbakanlar da toplantıda fazla kalmaz, açılışı yapar, 1-2 saat kaldıktan sonra giderlerdi. Terfii ve atamalara gerçek yetkili olarak askerler karar verir, sivilin onaydan başka işi olmazdı. Bu yüzden de askerler için de müthiş klikler, kulisler, pazarlıklar olurdu.

Güçlünün adamı terfii alır, yetenekli komutan emekliye sevk edilirdi.

2002 Kasım seçiminden sonra tablo değişti. Dönemin Başbakanı Gül ve Milli Savunma Bakanı Gönül YAŞ toplantılarına katılıp ihraç kararlarına şerh koymaya başladı.

Hatta dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök gazete sahipleri ve biz yöneticileri Gazi Orduevi’nde toplayarak bu gelişmeden askerin duyduğu rahatsızlığı açık bir şekilde dile getirmişti.

YAŞ ve emeklilik

Yüksek Askeri Şûra'da (YAŞ) ortaya çıkan ihtilâfın konusunu somut bir biçimde Fikret Bilâ Milliyet gazetesinde anlatıyor. (2 Ağustos 2011) YAŞ'ta 14 tutuklu generalin emeklilik meselesinin tartışıldığı gazetelere yansımıştı ama, arka plan tam olarak bilinmiyordu. Bilâ'dan öğrendiğimize göre, bu 14'ün 11'i, geçen yılki YAŞ toplantısında değerlendirilmiş ve bekleme süreleri 1 yıl uzatılmıştı. (O tarihte, bu kişiler hakkında Balyoz'dan dolayı yakalama emri çıkmıştı.) Diğer 3 generalin ise, bekleme süreleri bu yıl ilk defa doluyordu. Şu anda, generallerin 14'ü de tutuklu. Tutuklu subaylar, Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunu'nun 65. maddesine göre, terfi edemezler ve kademe ilerlemesi yapılamaz. Dolayısıyla, rütbede bekleme süreleri de dolduğuna göre, hükümet, bunların emekli edilmesini istiyor. Eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ise, bu askerlerin belki beraat edeceğini ileri sürerek, emeklilik yüzünden peşinen cezalandırılacaklarını hatırlatıyordu. TSK Personel Kanunu'nun 65. maddesinin 1. fıkrasındaki hüküm, rütbede bekleme süresi dolmuş tutuklu askerlere uygulanabilir. Bir başka ifadeyle, tutuklu askerler, rütbe karşılığı yaş haddinden, bir dönem,muaf tutulabilir. Ne zamana kadar? Emsallerinin silâhlı kuvvetlerdeki görev süresi kadar.
Peki asker mi haklı; yoksa hükümet mi?
Tutukluluk yüzünden belki de beraat edecek kişilerin hak kaybına uğradıklarını kabul etmeliyiz. Buna mukabil, darbeler, andıçlar, perde önünden, perde arkasından müdahalelerle Türk Silâhlı Kuvvetleri öyle büyük bir güven kaybına uğradı ki, bu gibi olaylara karıştığından şüphelenilen kişilerin TSK'da devam etmeleri, haklı bir korku ve endişe yaratıyor. Bu yüzden, ben şahsen, askeri, denetim altında tutmaya gayret eden siyasi iradeyi haklı buluyorum.

Af bekleyen disiplinsiz askere müjde

Çalışma Bakanı Faruk Çelik, Sabah gazetesine bir açıklama yaptı. YAŞ mağdurlarının yaralarının sarılacağını biliyorduk ama, 12 Mart ve 12 Eylül'de TSK'dan atılanlara da haklarının iade edileceği açıklaması güzel bir sürpriz oldu. Malûm, CHP bu konuda bir teklif vermişti. 12 Mart 1971'den itibaren mahkeme kararına dayanmadan Türk Silâhlı Kuvvetlerinden atılan askerlerin mağduriyetinin telâfisini istiyordu. Ben de bu konuyu destekleyen iki yazı yazdım. (11 Temmuz ve 28 Temmuz 2011) Sadece 12 Mart ve 12 Eylül döneminde TSK'dan atılanlar değil, bu pakete, mahkeme kararı olmadan, disiplinsizlik sebebiyle ve 3'lü kararnameyle re'sen emekli edilmiş bütün askerler dahil edilmeli. Zira yüz kızartıcı suç işlemiş olanlar, ordudan ihraç veya tard edilirler. Re'sen emekli edilenler, disiplinsiz askerler.
3'lü kararnameyle ordudan atılan herkese özlük hakları iade edilmeli.

Burkay için endişeleniyorum

Kemal Burkay döndü; Türkiye'deki iklim değişikliğinin kendisini cesaretlendirdiği açık. Ama henüz yasalar değişmediği için, başına bir şey gelebileceği endişesini taşıyorum. Meselâ bir sözü "terör örgütünün amacının propagandasını yapmak" olarak değerlendirilebilir. Gerçi Kürtlerin hakkını korurken, hayatı boyunca şiddet yöntemine karşı çıktı ve Öcalan'la ters düştü ama, Terörle Mücadele Kanunu'nu uygulayanların, bazen bu "incelikler" gözünden kaçıyor. Zaten Türk Ceza Kanunu'nda da "her derde deva!" hükümler mevcut. "Halkı kin ve düşmanlığa sevk etti", "Ülkenin bölünmez bütünlüğüne kastetti" der geçersiniz. Ermeni diyasporasının görüşlerine karşı çıkan Hrant Dink, yargının öncülüğünde ve bazı sivillerin ya da askerlerin gayretiyle hoşgörüsüzlük kuyusuna atılmadı mı? Başına gelenlerin sebebi, Atatürk'ün manevi evlâdı Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olduğunu yazması değil miydi?
Türkiye burası... yumruğun bir anda nereden geldiği belli olmaz.

Kemal Burkay’ın Öcalan’dan farkı

Türkiye, PKK’nın kan dökmeye aralıksız devam ettiği, DTK’nın “özerk” inden “özgür Kürdistan” ına kadar uzanan manifestosunu (isyanını) ilan ettiği, BDP’nin TBMM’de yemin etmek için dayatmada bulunduğu kritik bir zaman diliminden geçiyor.
Kemal Burkay, 31yıl sonraki dönüşünü “Açılım önemli. Geliş nedenim bu” diye açıkladı. Başbakan Erdoğan’ın da “Yeni Anayasa” yı ve “Kürt Sorunu” nu öncelikli olarak üzerine odaklanacak iki olgu olarak açıkladığı bir dönemde Burkay’ın dönmüş olması tesadüf olarak görülmemelidir.
Birileri Burkay’a, Öcalan ve ekibinin silahla yapamadığını, siyasetle başarma güvencesi vermiş olabilir. Aslında Burkay ile Öcalan bir çok yönden birbirinin ruh ikizi gibidir. Her ikisinin de temel konularda birbirlerinden farklı görüşü yoktur.

CHP'nin ikinci adamından gençlere çağrı: "Kumar oynayın!"

Eğlence dünyasının renkli ismi İzzet Çapa son röportajını CHP'nin Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin'le yapmış.
Söyleşinin girişinde Tekin kendisiyle ilgili şu kısa tanımlamayı yapıyor; "Ne inim, ne cinim, Gürsel Tekin'im. Anadolu'nun bağrından çıkmış, mütevazı biriyim. Elimden geldiğince herkesle iyi ilişkiler içinde olmak isterim. Ama maalesef siyaset arenası o kadar vahşi bir yer ki hiç açık vermemeniz lazım. Siyasette yükselmek -hele ki bizim partimizde- çok zordur. Başka partilerde de zordur ama CHP'de daha zor!"

Emekli MİT'çi: Öcalan'ı kimse devre dışı bırakamaz!

Bir önceki yazımda kendi durumunu Nelson Mandela'ya benzeten Abdullah Öcalan'a birkaç noktada itiraz edince hem ulusalcı Türklerden, hem de ulusalcı Kürtlerden tepki gördüm. Ulusalcı Türkler, "Mandela gibi dünyaca kabul görmüş bir özgürlük savaşçısını Apo gibi bir bebek katiliyle aynı kefeye koyup kıyas yapmaya kalkman bile senin hangi zihniyete sahip olduğunu ortaya çıkarıyor!", ulusalcı Kürtler de, "Öcalan'ın Kürtler adına verdiği mücadele Mandela'nın siyahlar adına verdiği mücadelenin çok ötesindedir. Sırf AKP'ye yalakalık yapmak adına onun Kürtler üzerindeki etkisinin Mandela'nın Afrikalı Siyahlar üzerindeki etkisiyle aynı olmadığını söylüyorsun!" şeklinde saldırıya geçince kafam karıştı!
İster istemez sordum kendi kendime; "Acaba ben nerede hata yaptım? Bu yazım neden her iki tarafı da çileden çıkarttı?"

Erdoğan ve Atatürk

Günlerdir YAŞ’la oturup YAŞ’la kalkıyoruz... Buna rağmen ne borsa tepetaklak oluyor, ne de insanlar endişeye boğuluyor. Haber kanalları da Genelkurmay’ın önünde kamp yapmadı.
Bütün bunlar, Türkiye’nin “normalleşmesi” yani sivilleşmesine bağlanıyor. En popüler yorum da şu: Eskiden darbe yapmaya kalkarlardı, şimdi istifa ediyorlar.
Ah, keşke her şey o kadar basit olsa! Yeni Anayasa şekillenmeden, 12 Eylül’ün ruhumuza işlemiş tortularını atmadan, barışı sağlamadan, hukuku evrensel standartlara getirmeden, asker devletinden polis devletine geçerek nasıl bir “normalleşme”den bahsedebiliriz ki?

İklim değişti mi?

Yeni Komuta Kademesi!..

Eğitimci-Yazar Muhsin Yılmaz, “İftardan sonra TSK’daki son gelişmeler hakkında bir ASKER’le sohbetimiz olacak, sen de gel” dedi...

Gittik...

“En fazla bir albaydır” demiştik... “Çok daha fazlası”ymış!..

¥

Sanki, özellikle benim için düzenlenmiş bir buluşma gibiydi...

“Albay’dan çok daha fazlası” bana, “TSK’daki son istifaları, Ergenekon-Balyoz süreçlerini” nasıl değerlendirdiğimi sordu...

“Hüseyin Kıvrıkoğlu” ve “Çetin Doğan” hakkında neler düşündüğümü...

Genelkurmay’dan internet siteleri, hükümeti yıpratmak için...

ASKER SORUNU DEYİNCE... 2

Asker 2000’lerde kendi ‘vesayeti’ni sürdürmek istedi ama sürdüremedi. Erdoğan teslim olmadı. Cumhurbaşkanı Gül-Başbakan Erdoğan ikilisi, bugüne kadar demokratik hukuk devletinin yolunu tıkamış olan askeri vesayetin çözülüşüne giden yolların taşlarını döşediler


Tam 43 tane internet sitesi... Genelkurmay tarafından kurduruluyor.
Karar, emir-komuta zinciri içinde alınıyor, yani ‘birinci başkan’a kadar uzanıyor.
Ne yapıyor bu siteler?
Erdoğan hükümeti aleyhine yayın...
İftira kampanyaları...
Ak Parti hakkında kara propaganda...
Ama yakayı ele veriyorlar.
Şimdi adı internet andıcı olan iddianameyle, aralarında Ege Ordu Komutanı’nın ve 5 muvazzaf generalle amiralin de bulunduğu 22 sanık hakkında ağır hapis cezaları istenmekte...
Sözü uzatmak yersiz.
Sadece bu örnek bile tek başı

Burkay’ın sırtındaki ağır yük

1991 genel seçimlerinden “şeffaf devlet” vadeden Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi (DYP) birinci parti çıkmış ve Erdal İnönü liderliğindeki Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ile koalisyon hükümeti kurmuşlardı. Demirel-İnönü ikilisi ilk fırsatta Güneydoğu’ya gidip “Kürt realitesi”ni tanıdıklarını açıkladıklarında umutlar iyice artmıştı. Fakat bu vaatin ilk ciddi sınaması olan 1992 Newroz/Nevruz kutlamalarında bütün hayaller yıkıldı ve ülke görülmedik ölçüde bir çatışma ortamında yıllarca savruldu.

O tarihte Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışıyordum ve Diyarbakır’daki kutlamaları izlemekle görevlendirilmiştim.

Şüpheli generale ordu teslim edilir mi?

Yıllarca siyasi otoriteden bağımsız, hatta onun üstündeydi. Siyaseti de toplumu da denetleyen ve tanzim eden bir güce sahipti. Şimdi kışlasına çekiliyor, aslında gönüllü bir çekilmeden söz edemeyiz. Sivil güçler, dayandıkları demokratik meşruiyetle orduyu olması gereken konuma geri itiyorlar.

Kimse de buna itiraz edemiyor. Demokrasiye görünürde bile olsa inananların söyleyecek tek bir sözü yok; ordu sivil demokratik kurumların gözetim ve denetiminde olur, devlet içinde devlet değildir.

Ancak iş bitmiş değil, süreç ilerlemeli.

Kahramanlık devri bitti, hayırlı olsun

03 Ağustos 2011 Çarşamba


Mustafa Kemal, Selanik'te değil de Diyarbakır'da doğsaydı... Soyadı olarak da Atatürk değil Atakürt verilseydi tarihimiz nasıl değişirdi... Ahmet Altan'ın bu fantezisi Milliyet gazetesinde yayımlandığında yer yerinden oynamıştı. Santral kilitlenmiş, laik-milliyetçi okurlar ayaklanmış, gazete içinden de Patronlar Katı'na ulaşacak kadar yoğun eleştiri almıştı.
Sonunda mecburen Ahmet Altan yukarıdan gelen talimatla kovuldu.
Milliyet o günlerde ilk kez dinamizm kazanıyor, kendinden konuşturuyor, yepyeni bir çehreye bürünüyordu. Dönemin Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Güldemir'in ilk hamlelerinden biri de Ahmet Altan'ın transferiydi.

Ordular ve Ülkücüler

O fotoğraf doğru fotoğraf; askerimizin bugüne kadar kendi içinde liste tanzim edip siyasilere imzalattırarak hükümet ve meclisi noter mevkiine koyması yanlıştı; biz buna yıllarca müsaade etmekle orduyu kendisi için varolan bir kurum yaptık ve haksızlık ettik.

Görevini kendisi yazan bir kurumun bundan daha iyi cümle kurması beklenemezdi. Bu yanlışı ordu içinde görüp değerlendiren az adam çıktı, buna üzülmeliyiz. Orduda özeleştiri yapmaya kalkışanların hâlâ aşağılanması, yalnızlaştırılması, köşeye itilmesi "Orduevine nasıl gideceksin bu yüzle" diye muahezeye uğraması câlib-i dikkattir.

Ordunun ayrı bir yargı sistemi bile var ama kendi zaaf ve nâkısesini görebilecek bakış açısı yok demek ki. "Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar" sözü herkes için geçerli. Ordu, devlet içinde toplam gücün önemli bir kısmını kuruculuk kıdeminden ve Milli mücadeleyi kazanmış olmanın verdiği onurdan ötürü sahiplendi ve denetimsiz kullanmaya alıştı. Darbe yapıp seçimle gelmiş başbakanı astırabiliyordu ama velev ki herhangi bir generalini aklından darbe geçtiği için yargılamak lüzumunu hissetmiyordu.

Aşırı güç dejenere eder, öyle oldu. Şimdi olup bitenler, orduyu geçelim, devletin menfaatinedir. Hayırlı oldu, inşallah fazla gecikilmemiştir.

İsveç’te komutanları kim atar?

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Günü, önem sırasına göre sıralanan haberleri teşrih masasına yatırarak sorgulayayım dedim…


YAŞ toplantısındaki yeni oturma düzeni açık ara önde gidiyordu…

Gerçekten de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, YAŞ toplantısında masanın başına ‘ortaksız’ tek başına oturması, 1982 anayasasına göre Genelkurmay Başkanı’nın başbakana karşı sadece ‘sorumlu’ olduğu Türkiye için, yeni bir açılımın simgesel işareti olarak hem olumlu, hem de önemliydi…



Birinci Cumhuriyet’in 12 Eylül hukuku ile verniklenen askeri zihniyeti, siyasal rejim ve mevzuat olarak egemenliğini sürdürmeye devam ederken, ‘internet andıcı’ davasında emir-komuta zincirinin suç işleme konusunda ortak hareket ettiği yolundaki ifadeler de, nasıl bir ülkede yaşadığımızı en anlamak istemeyenin bile gözüne sokuyordu… İnternet andıcı davasında savcı tarafından istenen tutuklama kararı henüz sonuca bağlanmamıştı ama son ifadeler ışığında tutuklama kararı sürpriz sayılmamalıydı…


Hanımefendi hoşlanmamış

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Bu hanımefendi, “fetihçi zihniyete destek çıkmamız beklenmesin” diyerek, zımnen 27 Nisan muhtırasını desteklemiş bulunan hanımefendi.

Biraz sinirli bir hanımefendi...

Ne zaman bir tartışma programına çıksa, arkasından, “Hanım yine çıldırdı” şeklinde yorumlar yaptıran hanımefendi.

İstikbalde kurulmasından korktuğu “sivil vesayet” konusunda bir kamyon laf ederken, “askeri vesayet” konusunda ağzını açmayan, ağzını açsa bile mırın kırın eden hanımefendi.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Uygurlar ve Kürdler

2 Ağustos 2011 Salı
Son zamanlarda haklı olarak iç gelişmeler üzerine yoğunlaşdığımız için olacak akrabâlarımızı ihmâl ediyor gibiyiz. Meselâ Doğu Türkistan’da 30 Temmuz günü patlak veren olaylar pek de ilgimizi çekmedi. Doğu Türkistan’a Çinliler Sinkiyang diyorlar. Yeni fethedilmiş eyâlet demekmiş. Çin’in en kuzey doğusunda yer alan 1.6 milyon kilometrekarelik muazzam bir ülke. Bütün Çin’in yüzölçümü 9.572.419 kilometrekare ve nüfûsu ise 1.35 milyar. Doğu Türkistan/Sinkiyang’da 17 milyon insan yaşıyor ki bunlardan dokuz milyonu Uygur Türkü, 1,25 milyonu Kazak Türkü ve ayrıca daha ufak başka Türk kökenli gruplar da var. Çinli nüfûs ise yaklaşık altıbuçuk milyon kadar. Doğu Türkistan’da son derece zengin petrol ve doğalgaz yatakları var. İşte bu Doğu Türkistan’ın Kâşgar Şehri’nda geçen Cumartesi 20 ölü ve 38 yaralıyla sonuçlanan kanlı olaylar cereyân etdi. Gelen bilgiler eksik ve sansürlü de olsa anlaşılan, bağımsızlık yanlısı bir Uygur örgütüne mensub kişilerin Çinliler üzerine girişdiği sûikasd teşebbüsleri ve bu arada kendilerinden de zâyiât verilmiş olduğu. Uygurlar üzerindeki kültürel baskı o kadar ki talebelerin namaz kılıp oruç tutması bile yasak!

Bardağı taşıran damla: internet andıcı

Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in istifa ettiği, kuvvet komutanlarının da 'mış' gibi yaptığı ayrılma kararında 'internet andıcı iddianamesi'nin bardağı taşıran damla olduğu söyleniyor.

Aynı fikirdeyim ama tersinden, hükümetin sabrının taştığı nokta orası bence. Hatta istifalar için, iddianamenin etkisini kırma ve kamuoyunun ilgisinden kaçırma operasyonu bile denebilir. Uçuk bir komplo teorisi diye düşünebilirsiniz. Benim de ilk duyduğumda ağzımdan, "Yok daha neler?" cümlesi döküldü. Ancak iddianameye göz atınca "Neden olmasın?" çizgisine geldim.

Fert başına gelir niye Türkiye'de Suriye'nin üç katı?

Arap Baharı'nın etkisiyle sarsılan Suriye'de rejim karşıtı gösteriler beş aydır durulmuyor. Görgü tanıklarına göre, pazar günü tank destekli ordu birliklerince gerçekleştirilen operasyonlarda, çoğu Hama'da olmak üzere 120'den fazla kişi öldü. Son olaylar üzerine, Türkiye tekrar harekete geçti ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dün Suriye'yi sert bir şekilde uyardı.
Gül, "Ramazan ayının ruhuna uygun bir şekilde, sükûnetin sağlanması ve köklü reformların gerçekleştirileceğine dair halkın ikna edilmesi beklenirken, tam aksine ramazan ayına daha kanlı bir ortamda girilmesi asla kabul edilebilecek ve sessiz kalınabilecek bir gelişme değildir" dedi. Devletin zirvesinden yapılan bu açıklamanın ardından, Türkiye'nin, Suriye'deki olaylara müdahil olabileceği ileri sürülüyor.

Okan'a şaşırdım

Okan Bayülgen ile ayaküstü muhabbet ediyorduk.
Birden çığlık atarak hopladı.
Çok fena oldu Okan… Farkında olmadan salyangoza basmıştı.
Hayvanın üzerinde kabuğu yoktu.
Okan'ın basmasıyla ters döndü.
Eşi ile birlikte seferber oldu Okan.
Önce hayvanı çevirdiler.
Sonra bir süre kabuğunu aradılar.
Okan çok kötü oldu.
Bir ileri bir geri yürüdü. "Bunu nasıl yaptım… Ben bunu nasıl yaptı?" diye söylenerek… Kendine kızıyordu.

Askerimizi sevelim!

Ramazan'ın ilk günü, temmuz sıcağında askerde tuttuğum oruçları hatırladım.

Askerliğimi Erzincan'da kısa dönem yaptım. Mamak Askerî Cezaevi'nden yeni çıkmıştım. Aynı hâkî renk, aynı kurşunî duvarlar, aynı sloganlar; ama bana 59. Topçu Tugayı cennet gibi gelmişti. Daha başında telaşla gün saymaya başlayan tertiplerimle, Mamak tecrübesiyle sakin, sabırlı ve barışçı ilişkiler kurmuştum. Sabah içtimaına, dipçik numarası 229 olan M 1 tüfeğinin namlusuna bir papatya yerleştirerek çıkardım. Yemekler aşçıya göre değişir; genellikle yenilecek durumda olurdu. Dostluklar sıcaktı. Hafta sonu izinlerinde bir kahvede lavaş ve tulum peyniri ile kahvaltı yapmak inanılmazdı.
Askerlikte neredeyse kuraldır. Bölüğünüzün içinde mutlaka kafanızın uyuştuğu sıkı arkadaşlar bulursunuz; aynı zamanda hoşlanmadığınız tiplerle birlikte yaşamak zorunda kalırsınız. Bölüğümüzde şirretliği ile herkese boyun eğdirmiş biri vardı. Yemek ve kantin kuyruğunda sıraya riayet etmez, mutfak nöbetlerinde elini bir şeye sürmezdi. Bulaşmadığı ve sindirmediği kimse neredeyse kalmamıştı. Kolay lokma gördüğü beni, galiba sonlara bırakmıştı.

Olağanlaşan, olağanüstü durum..

Dünyanın her ülkesinde, ordunun en tepedeki dört komutanının ayni anda istifası, olaydır. Burkina Faso'da bu iş olsa, Türkiye'ye haber olarak ulaşır ve yayınlanır mesela..
Hafta sonu bu olağanüstü durumu biz yaşadık.. Ve de çok olağan yaşadık. İşin güzel yanı bu..
Bana bakmayın.. Ben cuma öğle gazeteden çıktıktan sonra, Üçüncü Dünya Savaşı çıksa, geri dönmem, yazımı değiştirmem.. Dünya benim yorumum olmadan da iki gün yolunu bulabilir..
Bu ülkenin en çok satan gazetesinin en çok okunan yazarlarından Ertuğrul Özkök, gazeteden öneri gelmesine rağmen, yazısını değiştirme gereği görmediğini köşesinde açıkladı.

Askeri vesayet ve Ergenekon

İnternet Andıcı iddianamesini hazırlayan Savcı Cihan Kansız, "TSK değil, Ergenekon yargılanıyor" dese de, aslında yargılanan "cumhuriyeti koruma kollama" zihniyetidir. İnternet Andıcı'nı ya da İrtica ile Mücadele Eylem Planı'nı, "Ergenekon" başlığı altına koymak mümkün değil. Balyoz veyahut Sarıkız/ Ayışığı gibi darbe girişimleri Ergenekoncuların işiydi diyebilir miyiz? Ortaya çıkan, bütün fişleme belgeleri ya da Jandarma bünyesinde kurulan Cumhuriyet Çalışma Grubu ve işlevi, 28 Şubat sürecinde rastladığımız Batı Çalışma Grubu faaliyetlerinin bir devamı mahiyetinde değil mi? Şemdin Sakık'ın "itiraf"larına eklenen kara propaganda malzemesi, bize, internet sitelerinin yürüttüğü psikolojik harekâtı hatırlatmıyor mu? Fadime Şahin, Müslüm Gündüz ve Aczmendiler, irtica paranoyasını güçlendirmek için kullanılmıştı. Danıştay saldırısı da farklı bir amaç gütmüyordu. Ümraniye bombaları ortaya çıkana kadar suikastçı Alparslan Aslan "Allah'ın askeri" olarak takdim edilmedi mi?

Özel Harekât sahneye çıkarken-3

Terörle mücadelede en kritik dönemde çekip giden Genelkurmay Başkanı, sorumluluk duygusu taşımadığını da gösterdi.
Kucağımıza onlarca şehit düşerken, yeni krizler üreterek bir darbe de onlar vurmak istedi.
Memleketi ve şehitlerimizi, kendi bürokratik iktidar ve otoriteleri yanında zerre kadar düşünmediklerini gösterdiler.
Ne oldu?
Komuta kademesi şekillendi ve devlet daha demokratik, daha güvenli ve daha sorunsuz bir şekilde yoluna devam ediyor.
Biz terörle mücadelede yeni sivil dönem enstrümanlarına dönelim.
Bu dönemin en önemli özelliği şudur:
Bu zamana kadar sivil otoritenin kontrolü dışındaki TSK tekelinde yürütülen teröristle silahlı mücadele, bundan sonra sivil otoritenin şekillendirdiği güvenlik unsurlarıyla yürütülecek.
Dolayısıyla bundan sonra yaşanabilecek fahiş hatalar ve başarısızlıklar karşısında hükümet birinci derecede muhatap ve sorumlu durumdadır.

Her şeyi yeniden düşünmek

 
Hiçbir kurumun itibarı zedelenmemeli..

TSK’nın itibarını zedeleyenler, kurumun zırhına bürünüp, hukuk dışı işler çeviren çetecilerdi aslında.. Basın onları eleştirirken, onların suç ortakları, bunu TSK’ya yönelik bir yıpratma kampanyası gibi göstermeye çalışıyordu.

Koşaner de aynı yanlışı yaptı..

Olan oldu. Şimdi her şeyi yeniden düşünme zamanıdır..

TSK, Yargıdaki dosyalarla ilgili istenen bilgi ve belgeleri bir an önce vermelidir.. Ve yargı da durumu sür’atle değerlendirip, en azından bu işle doğrudan ilgisi bulunmayan isimleri, en azından tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakmalıdır..

Bu iş bir kan davasına, kör döğüşüne dönmemeli.

Genelkurmay “Yazıcıoğlu cinayeti”ne el atmalıdır!

 
Önce; geçen yıl bugünlerde anlattığım bir “hikâye”yi hatırlatmak istiyorum.
Ölümlerin “çan çalarak” ilan edildiği bir ülke varmış.
Çan bir defa çalındığında, “halktan biri” ölmüştür.
“İki defa” çalındığında, halk içinden tanınmış, “eşraftan biri” ölmüştür.
“Üç defa” çalındığında, “saray çevresi”nden, yani “bürokrasiden biri” ölmüştür.
“Dört defa” üst üste çalındığında ise “kral” ölmüştür.
Günün birinde yine bir çan sesi duyulur. İnsanlar, biri öldü sanırlar.
Peşinden hemen ikincisi... “Oo, ölen eşraftan biriymiş, kim acaba?” der halk...
Peşinden üçüncü vuruş... İnsanlar iyice meraklanmış, “saraydan kim öldü” diye...
Dördüncü çan sesi geldiğinde ise insanlar “kral öldü” heyecanıyla kilisenin etrafında toplanmaya başlamışlar.
Ama o da ne!

Silahlı Kuvvetlerimiz

Genelkurmay Başkanı ve 3 kuvvet kumandanının emekliliklerini istemeleri; pek rastlanır bir olay değildi.
Zaten kuvvet kumandanlarının emekliliklerinin gelmiş olduğunun dile getirilmesi ve emekliliklerini mi istedikleri yoksa istifa mı ettikleri konusunu pek anlayamamış olsam da; ortaya çıkan "durum" başta Ankara olmak üzere ülkemizi en azından 24 saat sarstı. "Acaba bunun arkasından ne gelecek" sorusu; kimilerini endişeye sevk ederken; kimileri de "bundan bir şey çıkmaz"ın rahatlığı içindeydi. Doğrusu ben böyle bir rahatlık içinde olanlardan biriydim ama "komutanlarımızın" (kendilerince nedenleri olsa bile) böyle bir toplu harekete mecbur kalmalarına üzüldüm...

Önce Suriye sonra Türkiye

Suriye'de bir iç çatışma yaşanıyor. Bu ülkedeki olayları izleyenlerin büyük bölümü; Beşşar Esat yönetimini suçluyor.
Hükümetin; halkın üzerine tanklarla gittiği; masum sivilleri katlettiği yazılıyor, söyleniyor.
Ama bir de bu işin öbür yüzü var:
Suriye yollarını kesen, karakollara ve asker kışlalarına saldıran elleri silahlı çeteler hiç konuşulmuyor.
ABD, İngiltere, Almanya, Fransa Beşşar Esat yönetimini suçluyor.
Batılı devletlerden hiçbirisi; ülkenin yasal hükümetine savaş açan Suriyeli teröristleri gündeme getirmiyor.
Hatta bu terör grupları; "sıradan insanlar" gibi gösteriliyor. Bizim hükümet de mezhep gayretiyle Suriye’ye yükleniyor.
Esat yönetimine karşı silahlı mü