tag:blogger.com,1999:blog-68198854320489973482024-03-12T16:03:45.812-07:00GAZETELERİN KÖŞE YAZILARIMuzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.comBlogger1401125tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-74516377869255799362018-02-13T05:37:00.002-08:002018-02-13T05:37:34.740-08:00Numan Ali Han Kimdir?<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
MUHTEŞEM KABİLİYET!<br />
<br />
Elbette bir kişinin aslen nereli olduğu fakat nerede doğduğu ve sonra nereye yerleştiği, onun hakkında hüküm vermek için yeterli kriterler değildir.<br />
Fakat bu bilgiler, merak ettiğiniz bir kişi için bilmek isteyeceğiniz detaylardır.<br />
<br />
Fener Patriği V. Gregorius, Rus Çarı II.Aleksander’a yazdığı mektupta Türkleri alt etmenin sırlarını açıklarken, “Önce itaat duygularını kırmak ve manevi bağlarını parçalamak gerekir. Bunun da, en kısa yolu: milli ve manevi değerlerine uymayan, yabancı fikir ve davranışlara, onları alıştırmaktır” der.<br />
<a name='more'></a><br />
Demek ki milli ve manevi duyguların temelindeki sahihlik, kıl ucu kadar bile deformasyon ve reforma maruz kalmamalıdır.<br />
Ve fakat kalmıştır. Lawrence’ından Mason Efgani ve Abduh’una kadar İslam coğrafyası hallaç pamuğu gibi atılmış, mezhepsizlik, dinde modernlik ve dinde radikalizm, kimi zaman “siyasal İslam” kimi zaman “ılımlı İslam” kimi zaman da bütün İslam medeniyetini ve müktesebatını reddederek “yalnız Kur’an” kisvesi altında ümmeti bölmüş/ parçalamıştır.<br />
<br />
Onun için yeni bir isim/ yeni bir akım peydahlandığında, nedir, kimdir, vitrine ittiren, sırtını sıvazlayan, parayı pompalayan hangi muhteremlerdir; elbette bakarız.<br />
<br />
Şu sıralar ülkemizde kitaplarıyla, videolarıyla ve nihayetinde Vakıf Katılım logosuyla yani devlet eliyle fonlanarak, devlet himayeli Haliç Kongre Merkezi’nde arz-ı endam eden Numan Ali Khan özellikle muhafazakâr gençliğin önüne idol olarak sürülüyor.<br />
Nedir bu muhteremin farkı, cazibesi, gördüğü rağbetin sebebi?<br />
<br />
Önce kim olduğuyla ilgili bir iki satır paylaşalım:<br />
Aslen Pakistanlı, fakat Almanya’da doğmuş ve 39 yaşında. Ancak Amerika’da Teksas’ta yaşıyor. 27 yaşında Beyyine Enstitüsü’nü kuruyor. Arapça ve Kur’an profesörü. İllüstrasyonlu linguistik tefsir çalışmaları yapıyor. Konuşmaları, programları özellikle gençler tarafından büyük bir tutkuyla takip ediliyor. Çünkü iyi bir talk-show/ stand-up üstadı.<br />
Kendi ifadesiyle lise döneminde bir yabancılaşma yaşıyor, önce dinden uzaklaşıyor ve sonra vicdani hesaplaşmaları, ateizme yönelmesi ve İslam'ı tekrar bulduktan sonra âlimliğe olan yolculuğu...<br />
<br />
Devam edelim:<br />
<br />
Ana dili olan Urduca'yı Suudi Arabistan'da öğreniyor ve Arapça'yı ise hayatının çok sonraki döneminde New York'ta söküyor. 1992 yılında ailesiyle birlikte ABD'ye taşınan Nouman Ali Khan, lise ve üniversite dönemini burada geçiriyor.<br />
<br />
Vay arkadaş diyor insan ister istemez; 92’de başlayan lise ve ardından üniversite sonrası üstelik Arapça’yı da geç öğrenmişken 27 yaşında Enstitü kuruyor ve Kur’an ve Arapça profesörü oluyor. Ama o mütevazı, kendisine öğretmen denmesini tercih ediyor.<br />
Yaptığı iş de Arapça’yı söker sökmez tefsir… Hem de resimli, filmli, linguistik tefsir…<br />
<br />
Eskinin gerçek alimleri herhalde geri zekalı imişler ki, Kur’an-ı Kerim’den murad-ı ilahiyi anlamak için ömür tüketmişler ve çok azı tefsir yazmaya kalkışmış…<br />
Fakat bizim popstar Numan, muhteşem alimliği ve hitabetiyle kitleleri gerçek kurtuluşa eriştiriyor.<br />
Sevgi, çiçek, böcek romantizmi üzerinden bütün insanları Arapça öğrenip Kur’an-ı anlamaya çağırması ne kadar muhteşem değil mi?<br />
Ne diyeyim; yerseniz!<br />
<br />
Geçmişte ve hal-i hazırda imalat ve proje hoca tiplerini çokça gördüğümüz için şaşırmamayı tercih ediyoruz.<br />
Demek ki, yerli “Kur’an Yeter”cilerin çuvalladığı ve Rand Corp.’ın hedeflerini tutturamayacakları anlaşıldı ki, ithal oyuncular devreye sokuldu.<br />
Bekleyip görelim.<br />
<br />
(MURAT BAŞARAN- Yeni Birlik Gazetesi)<br />
<div>
<br /></div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-3340778015260925722017-10-29T03:08:00.000-07:002017-10-29T03:08:21.066-07:00Tesadüf sanmayınız...Soner YALÇIN<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
Tesadüf sanmayınız<br />
5 gün önce…<br />
Türkiye, D8 adlı uluslararası toplantıya ev sahipliği yaptı.<br />
Toplantıya döneceğim ancak bazı bilgiler sıralamalıyım:<br />
Tarih: 28 Haziran 1996.<br />
Necmettin Erbakan başbakan oldu.<br />
<a name='more'></a><br />
Tarih: 10-20 Ağustos 1996.<br />
Başbakan Erbakan ilk yurt dışı gezisini İran'a yaptı. Devamında ikişer gün Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya'da kalıp döndü.<br />
Tarih: 2-8 Ekim 1996.<br />
Başbakan Erbakan bu kez yine ikişer günlük Mısır, Libya, Nijerya gezisine çıktı.<br />
Bu geziler Türkiye'deki siyasi tansiyonu hayli yükseltti! Keza:<br />
ABD, Erbakan'ı uyardı:<br />
– “Kesinlikle İran'a gitme.”<br />
– “Sakın doğal gaz anlaşması imzalama.”<br />
Erbakan geri adım atmadı…<br />
Cevap gecikmedi: ABD, 2 bin peşmerge ile ordu kurduğunu açıkladı. (Erbakan, Kuzey Irak konusunda Saddam ile görüşeceğini ve Hafız Esat'ı Türkiye'ye davet edeceğini söyledi.)<br />
Bu süreçte…<br />
PKK terörü arttı. Canlı bombalar patlatıldı. HADEP kongresinde Türk bayrağı indirildi.<br />
Mehmet Ağar Libya gezisini protesto edip İçişleri Bakanlığı'ndan istifa etti.<br />
Bu gezi sebebiyle Erbakan hakkında gensoru verildi.<br />
Hakkında Yargıtay'a suç duyurusunda bulunuldu. Susurluk skandalı patladı.<br />
Aczmendi Tarikatı şeyhi Müslüm Gündüz, Fadime Şahin ile basıldı. Ankara Sincan'da Filistin'e destek için düzenlenen Kudüs Gecesi'ne İran büyükelçisinin katılması sert tepkilere sebep oldu.<br />
Sincan'da tanklar yürüdü.<br />
Türkiye ve İran büyükelçilerini çekti.<br />
Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, İran'ın terörist devlet muamelesi görmesi gerektiğini açıkladı.<br />
Mitinglerde “Türkiye İran Olmayacak” sloganı daha gür atıldı.<br />
Dolar 100 lirayı aştı. Ve:<br />
28 Şubat 1997'de “post-modern darbe” yapıldı. Erbakan'ın partisi RP hakkında Anayasa Mahkemesi'nde dava açıldı.<br />
Ve beklenen oldu: Erbakan, 18 Haziran'da istifa etti.<br />
Aslında daha önce başbakanlıktan ayrılacaktı.<br />
Fakat:<br />
Üç gün önce gerçekleştirdiği “doğumu” bekledi.<br />
Neydi bu?<br />
<br />
SADECE DÖRT GÖZ<br />
<br />
Başbakan Erbakan…<br />
Gerek 10-20 Ağustos 1996 ve gerekse 2-8 Ekim 1996 yurt dışı gezilerinde -Batı'nın (sadece dört göz) “four eyes only” dediği- baş başa görüşmelerde yedi muhatabına aynen şunu anlattı:<br />
“Batı, Sovyetlerin çöküşünü yanlış değerlendirmektedir ve zafer sarhoşluğu içerisindedir.<br />
Dünyada tek kutuplu yeni bir düzen kurmayı hayal ediyorlar.<br />
Bunu yapabilecek medeniyet birikimine sahip değiller. Herkes Soğuk Savaş dönemi sonrasının daha iyi olacağını beklerken İslam coğrafyasında sıkıntılar ve çatışmalar olmaya başladı. (…)<br />
Bizler nüfusu 50 milyondan büyük olan Müslüman ülkeler, bir araya gelirsek yaklaşık 900 milyonluk bir nüfusu temsil etmiş oluruz. Bu aynı zamanda çok büyük bir ekonomik güçtür.<br />
Ekonomik güç zamanla siyasi güce dönüşür. (…)<br />
Bugün aramızda ticareti dolar üzerinden yapıyoruz. Bu durum bizim ticaretimize engel ve ülkelerimizin menfaatlerine aykırı bir durumdur. Bunun yerine ortak para birimi oluşturabiliriz. Hatta şu anda bile aramızdaki ticarette dolar kullanmamıza gerek yoktur. “Karşılıklı müzakereler planlananı bir-iki saat geçiyordu. Yetmiyor…<br />
Örneğin: Erbakan yakın dostu Pakistan ana muhalefet lideri Gazi Hüseyin Ahmet'e, bu oluşumun gerçekleşmesine destek veren Benazir Butto hükümetinin yanında durmasını rica ediyordu. (Bilgileri, Erbakan ile bu toplantılara katılan Mete Gündoğan'ın “Narkoz” kitabından aldım.)<br />
Sonuçta….<br />
Erbakan, başbakanlıktan ayrılmasından üç gün önce, ilk yurt dışı gezilerine çıktığı yedi ülkenin katılımıyla, İngilizce D8 (Developing Eight) ve bizim tabirimizle M8 (Müslüman Sekiz) kuruluşunu gerç<br />
ekleştirdi…<br />
Ya sonra?<br />
<br />
BAŞLARINA NE GELDİ<br />
<br />
Erbakan'ın çabasıyla D8, 1997 yılında kuruldu.<br />
Peki…<br />
Kurulmasına katkıda bulunanların başına ne geldi:<br />
3 Şubat 1997… Pakistan Başbakanı Benazir Butto Cumhurbaşkanı Faruk Leghari tarafından görevinden alındı. Sürgüne gitti. Öldürüldü.<br />
18 Haziran 1997… Başbakan Erbakan istifa etmek zorunda bırakıldı.<br />
2 Ağustos 1997... İran'da Cumhurbaşkanı Rafsancani koltuğundan oldu.<br />
21 Mayıs 1998… Endonezya Devlet Başkanı Suharto istifa ettirildi.<br />
8 Haziran 1998… Nijerya Devlet Başkanı Abacha yatağında ölü bulundu.<br />
Keza:<br />
Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek iktidardan düşürüldü. Malezya Başbakanı Mahathir bir süre sonra siyaseti bıraktığını açıkladı.<br />
Bangladeş Başbakanı Hasina bir müddet hapis yattı, suikaste maruz kaldı. Ama -Cemaati İslami Partisi liderlerini idam etmesi karşılığında- iktidarda kalmayı başardı.<br />
Tüm bunlar tesadüf olamaz!<br />
Beş gün önce yapılan D 8 zirvesine İstanbul ikinci kez ev sahipliği yaptı.<br />
Erdoğan açılışta şöyle dedi:<br />
“Ülkelerimiz arasındaki ticarette artık milli para birimlerini kullanmanın önünü açarsak D-8 tarihinde bir devrime imza atarız. Dolar ve euro baskısında ekonomiyi eritmeye gerek yok. Milli ve yerli parayla ticaret yaparsak ülkelerimiz kazanır.”<br />
20 yıl önce bu sözleri Erbakan söyledi.<br />
Görülüyor ki:<br />
Yaptırmıyorlar…<br />
Yapmak isteyenlerin başına olmadık işler geliyor!<br />
<br />
SONER YALÇIN<br />
<div>
<br /></div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-33931065777799782742017-06-30T00:48:00.002-07:002017-06-30T00:48:56.128-07:00İngilizler İstanbul'dan nasıl çıktı?<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
Selahaddin Adil Paşa İstanbul'da işgal devletleri temsilcileri ile vedalaşıyor.<br />
<br />
<b>Resmi tarih</b>, İstiklal Savaşı'ndan sonra İngilizler başta olmak üzere işgal kuvvetlerini İstanbul'dan nasıl başları önlerinde çıkarttığımızı yazar.<br />
<br />
Ne de olsa fena halde yenik ve eziktirler karşımızda. Nitekim muzaffer Türk ordusu 6 Ekim 1923 günü İstanbul'a girmiş ve şehri 5 yıla yakın süren düşman işgalinden kurtarmıştır.<br />
<a name='more'></a>Artık değişmesi şart olan tarih kitaplarımızda böyle yazar yazmasına ama gerçekler aynı kanaatte değildir. Aslında İtilaf devletlerinin silahlı kuvvetleri, resmi geçit törenleri ve centilmenlere yakışır "garden party"lerle veda etmişler, halkın alkışları arasında bayrağımızı selamlayarak Dolmabahçe rıhtımında kendilerini bekleyen "Arabic" adlı vapura binmişler ve sevinç içinde el sallayarak İstanbul'dan ayrılmışlardı.<br />
<br />
Hangi tarihte peki? Herkes gibi '6 Ekim'de' diyorsanız yanılıyorsunuz. Doğru cevap için ise biraz sabrınızı istirham edeceğim. Çünkü daha önce hatırlatmam gereken bazı önemli noktalar bulunuyor.<br />
<br />
Öncelikle şunu belirtelim ki, işgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk edişi ile Lozan Antlaşması'nın imzalanması olayları arasında sandığımızdan da yakın bir bağ mevcuttur. Yani Lozan imzalanana kadar işgal devam etmişti, hatta sonrasında da 2,5 aya yakın bir süre işgalciler başkentimizden gitmemişlerdi.<br />
<br />
Hemen araya girip söyleyeyim: Ankara'nın 13 Ekim'de başkent oluşu İtilaf kuvvetlerinin gidişinden bir hafta kadar sonraya rastlar, yani Lozan imzalandığında İstanbul hâlâ payitahttır ve bir maddesinde de Hilafet merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.<br />
<br />
O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.<br />
<br />
Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)<br />
<br />
Görevine Halife Abdülmecid'in biat töreniyle başlayan Selahaddin Adil Paşa, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın hükümlerine uygun olarak bir ay sonra (23 Ağustos) TBMM Lozan'ı onaylayacak ve ancak o zaman İtilaf kuvvetleri denklerini toplamaya başlayacaklardır. (İngiltere parlamentosunun onayı ise eylülde gelecektir.) 25 Ağustos'ta işgal kuvvetleri hazırlığa başlamış, binaları teslim etmektedirler birer ikişer. Boşaltma 1,5 ayda tamamlanacak ve son gün dostane bir tören düzenlenecektir. Bundan sonrasını S. Adil Paşa'nın hatıratından takip edelim (sayfa 424):<br />
<br />
"General Harrington tarafından İtilaf devletleri orduları namına 29 Ağustos'ta Türk ordusu için Sumer Palas'ta bir çay ziyafeti verilerek İstanbul'daki askeri, sivil birçok kişi çağrılmış ve kumandanlıkça (yani Türk tarafınca) da 19 Eylül 1923'te Beykoz Parkı'nda bir garden parti ile buna karşılık verilmişti."<br />
<br />
S. Adil Paşa bundan sonra ordumuzun İstanbul'a girişi için de hazırlık yaptıklarını ve eylül sonuna kadar işgal kuvvetlerinin binaları teslim işinin sürdüğünü, birliklerin de büyük ölçüde –karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.<br />
<br />
Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):<br />
<br />
"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti."<br />
<br />
Bizzat İstanbul'u teslim alan komutanın ağzından aktardığım yukarıdaki satırlar İtilaf kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini belge değerinde bir anlatımla ortaya koyuyor. Yalnız o soruyu unutmadınız umarım: 'Hangi tarihte?' diye sormuştuk. Resmi tarih 6 Ekim diyor, S. Adil Paşa ise 2 Ekim.<br />
<br />
Doğrusu, İtilaf güçleri 2 Ekim'de çekip gitmişlerdi ama onları göndermenin şerefi Selahaddin Adil Paşa gibi bir muhalife kalmasın diye resmi tarihte Türk ordusunun İstanbul'a giriş tarihi esas alındı ve adı yalnız İstiklal Savaşı'ndan değil, 18 Mart'ın gerçek kahramanı olduğu Çanakkale Zaferi tarihinden bile silindi.<br />
<br />
İşte bizde buna tarih diyorlar.<br />
<br />
Mustafa Armagan<br />
<br />
<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
<div class="mail-message expanded" id="m122" style="font-family: sans-serif; font-size: 14px;">
<div class="mail-message-header spacer" style="height: 86px;">
<br /></div>
</div>
</div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-73438590310404938542016-12-29T00:59:00.001-08:002016-12-29T00:59:16.290-08:00Hababam Sınıfında Osmanlıca ile Alay Ettiler<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div style="background-color: white; color: #333333; font-family: "pt sans", arial, sans-serif; font-size: 18px; margin-bottom: 10px;">
<span style="text-decoration: underline;"><span style="font-weight: 700;">Yenisöz gazetesi yazarı Hasret Yıldırım'ın yazısı:</span></span><br />
<br />
Rejim, kurulduğu günden itibaren her yaptığının “doğru” olduğunu tasdiklemek için, faydalanması gereken her türlü nimeti sonuna kadar kullanmıştır. Tabii, bu nimetlerin başında “medya silahı” gelmektedir. Hele ki, ilk devirde; zamanın gazeteleri, mecmuaları ve radyoları rejimin en ateşli müdâfileri olmuşlar, aksi istikamette yayın yapmaya cesaret edenler “diktatörce” susturulmuştur. Tipik misali, Kemalizm'in çığırtkanlarından Cemal Kutay şöyle veriyor:<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
“Takrir-i Sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri devri başladıktan sonra, İstanbul'da 14 yevmi [günlük] gazetenin adedi altıya inmiş, bunların günlük baskısı 49 bine düşmüştü. Bu baskının hiç bir devirde bu derece azalmış olduğu görülmemişti. Matbuatın “tenkid ve mürakabe [gözlemleme]” hakkının geriye alınması yüzünden, halkın eskisi kadar gazete almadığı ve gazetelere ehemmiyet vermediği dikkat nazarını çekmişti. Bu bir nevi protestoydu.” <em>(Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi Mecmuası / 20. Cild Sayfa: 11524)</em><br />
<br />
Rejimin evveliyatını inkâr etme, tarihine sövme politikası; 70'li yıllara gelindiğinde, filmler üzerinden sinema ve televizyon silahı ile ayyuka çıkmıştı. Biz bunun binlerce misalinden sadece birisine, Hababam Sınıfı Uyanıyor isimli filmdeki “Divan Edebiyatı” ile alâkalı kısıma temas edeceğiz. Bu makalemiz, <a class="tag" href="http://www.yeniakit.com.tr/Ankara" style="color: rgb(152, 23, 28) !important; text-decoration: none !important;" title="Ankara Haberleri">Ankara</a> merkezli İnfak Vakfı'nın çıkartmakta olduğu, Üslup Mecmuasının; 2016 Mart-Nisan tarihli, “Divan Edebiyatı Hususi Sayısı”na tevafuk eden 44. sayısında neşredilmiştir. <em>(Üslup Mecmuası İrtibat: www.facebook.com/uslupdergisi)</em><br />
<br />
“Hababam Sınıfı” serisi herkesin beğenerek, alâka göstererek ve keyif alarak izlediği bir film olarak geldi, geçmişten günümüze… Seriyi takip edenler, kendi talebelik yılları ile karşılaştırma yaparken; kimi zaman gülerek, kimi zaman hüzünlenerek izlediler, hatıralarını tazelediler… Hababam Sınıfı serisi, Türkiye'de ve dünyada mizahi filmler arasında ilk sıralarda yerini aldı. Hep iltifatlarla, tebriklerle alkışlanan “Yeşilçam Klasikleri” arasına girmeyi başardı. Evvelki yıllarda yeni versiyonları çekilse de, 70'li yıllardaki seri kadar alâka görmedi bu yeni versiyonlar... Tabii filme gösterilen bu alâka, rejim müdâfilerinin de dikkatinden kaçmadı. Rejimin, geçmişe söverek, hususiyetle Osmanlı'yı yerden yere vurma politikası, Hababam Sınıfı kullanılarak da yapıldı. Bilhassa Osmanlı'nın kültürel bir kıymeti olan kendine has lisanına [tabiri caizse] dil uzatıldı. O zengin muhtevaya, fevkalade mana derinliğine sahip lisan ve edebiyatla alay edildi. Ne yazık ki, birçoğumuz bu sahneleri kahkaha atarak izlerken, hakikatte aslımızı inkâr ettiğimizin farkına dahi varamadık. Şimdi bu filmdeki bazı sahneleri teker teker ele alarak mevzuu tasdikleyelim:<br />
<br />
<span style="color: red;"><span style="font-weight: 700;"> SAHNE 1</span></span><br />
<br />
Edebiyat Hocası Zühtü Bey, sınıfta ilk dersinde konuşuyor: “Bu sene edebiyatı sizin sınıfa ben okutacağım, adım Zühtü. Ben, “yeni” lafını kat'iyyen sevmem. Hele hele edebiyatta zinhar, hiç sevmem. Edebiyat demek; divan edebiyatı demektir, divan şiiri demektir. Divan şiiri ise, nazım ve kafiye demektir. Kafiyesiz şiir olmaz. Bir takım eşhas, “serbest nazım” diye saçmalıklar yapmışlar.<br />
<a href="https://lh4.googleusercontent.com/proxy/2CoGrTUpoiEj7db3pQPhNjD6YrqW_aSvLnB1668P-myAxwOSC5VlG0l28VBpQ1y610WjYrjhX3kZrwDPZ5Aq6HIZkGRvMXnf6aLrxRLslTJ2CA" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" border="0" src="http://cdn.yeniakit.com.tr/images/detail/1482929108-1032ea.jpg" height="358" style="border: 0px; height: auto; margin-top: 2px; max-width: 100%; vertical-align: middle;" width="250" /></a><br />
<span style="font-weight: 700;">İnek Şaban</span>: Evet efendim…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Ama biz onları kıraat etmeyeceğiz...<br />
<br />
<span style="font-weight: bold; text-align: center;">İnek Şaban:</span>(Alaycı bir tavırla) Etmeyeceğiz…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Tahrirlerimde de sormayacağım. Unutmayın!. En güzel, en büyük, en doğru şiir; bir hakikat-i mürşidenin tashiki altında hiçbir şey söylememektir… Yani divan şiiridir...<br />
<br />
<em>[Bu cümlelerle hocanın eski kafalı, yenilik karşıtı biri olduğu îma ediliyor. Eskiye takılıp kalan, mürteci bir hoca imajı oluşturulmaya çalışılıyor. Osmanlıca kelimelerin ağırlıkta olduğu cümlelere, filmin başrol kahramanı İnek Şaban “Nece konuşuyor bu herif?” diyerek mürteci hocayı aşağılıyor. Ardından, diğer talebeler birbirlerine şunları söylüyorlar.]</em><br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Talebe 1:</span> Ne diyor bu Zühtü Hoca ya?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Talebe 2:</span> Valla, hiçbir şey anlamadım…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Talebe 3:</span> ÇİNCE GİBİ BİŞEY…<br />
<br />
[Senin o Çince diye alaya aldığın lisan, alaya aldığın Çin Milletinin şu anda kullandığı lisan. Dünyada (nüfusunun çokluğu sebebiyle de olsa) en fazla konuşulan lisan. Hele ki Çin Yazısı, 3500 yıllık bir geçmişle bugünlere gelmiş bir yazı. Peki, sen ne yaptın? 600 küsur sene dünyayı titreten bir Devletin lisanını ve yazısını, bir gecede çöpe attın!. Çağdaş ve medeni ülkeler seviyesine çıktın aklınca? Halbuki 80 sene evvel yazılmış bir şeyi kimse anlayamıyor; ne lisanını, ne yazısını!. Yazıklar olsun…]<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Talebe 4:</span> Hocam…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> (Sert bir şekilde, saygısız biri edasıyla) Ne var?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Talebe 4:</span> Sizden önceki edebiyat öğretmenimiz Semra Hanım, çağdaş edebiyatı da öğretirdi bize.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Olmaz, yeni yok… Hepsini unutacaksınız!. Hımm, nerde kalmıştık? Divan şiiri; yani kalıp, yani kafiye… Şu akıcılığa bakın, iyi dinleyin: “Tiz-i reftar olanın payine nağmen dolaşır.” (Ses tonunu yükselterek, sertçe) Sen, sen sen sen. Kalk, tekrarla bakayım…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Tulum Hayri:</span> “Teyzesi defterdar olan faytonla damda dolaşır.”<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Sus, terbiyesiz adam!. Hiç mi teeddüp etmiyorsun? Otur yerine!. Bakın, bu da bir başka latif dizi: “Süzme ruyini payidarın, müjgan müjgan üstüne.” Evet, kim tekrar edecek?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Güdük Necmi:</span> Ben hocam…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Oku bakalım…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Güdük Necmi:</span> “Kış geliyor ört hocam, yorgan yorgan üstüne.” <em>[Ne alâka!. Gâye, aslını inkâr etmek, geçmişle bağı koparmak. Kullanılan kelimelerin ehemmiyeti yok. Yeter ki geçmişimize sövelim…]</em><br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Otur!. Haddini bilmez, münafık, rezil!.<br />
<br />
<em>[Edebiyat hocasına böyle ağır hakaretler ettirilirken kullanılan “münafık” kelimesi ile, izleyicilerde din karşıtlığının da oluşturulmasına çalışılıyor sinsi bir şekilde]</em><br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">İnek Şaban:</span> Hoca doğru söylüyo, sen rezilsin...<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Sen, konuşan... Kalk!<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">İnek Şaban:</span> Bana mı diyo?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Tekrarla bakalım söyleyeceğimi…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">İnek Şaban:</span> Tekrarlayayım hocam.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> “Vech-i hurşidinize münevver demişler.”<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">İnek Şaban</span>: Aman, kaçalım hocam!.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Niye?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">İnek Şaban:</span> Ee, Bekçi Hurşit'in eline lüverver vermişler, yakalarsa sizi de vurur bizi de vurur.<br />
<br />
<em>[Bu sahnede talebelerin divan edebiyatı şiirleri ile dalga geçtiklerini, gayet net bir şekilde görüyoruz. Para ile satın alınan yönetmen ve senarist, alaya alma işini de büyük bir ustalıkla becermiş!. Ayrıca inek Şaban tarafından kullanılan “lüverver” kelimesi, aslında “revolver” denilen küçük bir tabancadır. Bunu bilmeyenlerin de, bu yazı vesilesi ile öğrenmesine vesile olalım inşaallah.]</em><br />
<br />
<span style="color: red;"><span style="font-weight: 700;">SAHNE 2</span></span><br />
<br />
Edebiyat hocası Zühtü Bey, öğretmenler odasında kimya hocasıyla konuşuyor. Kimya hocası “deney” kelimesini kullanınca, Zühtü Hoca: “Deney, değil evladım… Tecrübe, tecrübe!.” diyor.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Kimya Hocası:</span> Anlamadım?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Nasıl anlamazsın? İlm-i Kimya, tecrübelerle müsbet bir satha nüfuz eder.<br />
<br />
Sonra Mahmut Hoca'ya dönerek: “Mahmut Bey, ben bu yeni neslin söylediklerini bir türlü anlayamıyorum” diyor.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmut Hoca:</span> Niye efendim?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Baksanıza, müspet ilim yapan bu zat-ı muhteremin konuşmasından hiçbir şey anlamıyorum.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmut Hoca:</span> Valla Zühtü Bey, bazen ben de sizin söylediklerinizden bir şey anlamıyorum.<br />
<br />
<em>[Burada Osmanlıca'nın anlaşılmaz-muğlak bir lisan olduğu beyinlere zerk edilmek isteniyor. Ayrıca Mahmut Hoca'nın, Zühtü Hoca'ya karşı ilk olumsuz tepkisi de bu sahne ile başlıyor.]</em><br />
<br />
<span style="color: red;"><span style="font-weight: 700;">SAHNE 3</span></span><br />
<br />
Hababam Sınıfı talebeleri, öğretmen masasının önüne büyük bir kâğıt yapıştırıyorlar ve tahtaya kalkan her talebenin bu kâğıda bakmasını söylüyorlar. Sonra da: “Eee Zühtü Hoca, Hababam Sınıfı sana iyi bir ders versin de ömrün boyunca unutma!” diyorlar. Zühtü Hoca sınıfa giriyor ve sınıf başkanına “Mümessil!. Yoklama tamam, değil mi?” diyor…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Tulum Hayri:</span> Tamam “Sayın” Hocam…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Sayın Hocam değil, otur!. “Muhterem” Hocam, Muhterem…<br />
<br />
<em>[Burada da bir bağırtı-çağırtı gidiyor… Eee Zühtü Hoca gibiler yobaz, mürteci, kaba adamlar… Bir “sayın” kelimesine dahi tahammül etmeden saldırırlar… Yersen…]</em><br />
<br />
Ardından “Evet, geçen ders verdiğim vazifeyi ezberlediniz mi?” diye soruyor. Talebeler de, “Ezberledik Hocam, sular seller gibi…” cevabını veriyorlar. Zühtü Hoca, Güdük Necmi'yi kaldırıyor; o da hocanın karşısına geçip masadaki kâğıda bakarak<span style="font-weight: 700;"> “Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi”ni</span> okumaya başlıyor. Zühtü Hoca, bunu değil, “Ziya Paşa'nın Terkib-i Bend”ini verdiğini söylüyor. Talebeler, “Hayır, Gençliğe Hitabeyi verdiniz” diyorlar. Zühtü Hoca: “Olmaz, olamaazz!. Ben ne verdiğimi bilmez miyim?” Tabii, bütün sınıf mevzuu üsteleyince, ister istemez kabul etmek zorunda kalıyor ve şöyle diyor: “Eminim sizin gibi taş kafalılar, o dediğinizi bile ezberleyemez”<br />
<br />
Bir talebe daha hocanın karşısına geçip, ezberi okumaya çalışıyor. Okurken de başını ikide bir eğerek masanın ön tarafına bakmış gibi yapıyor. Bunun üzerine Zühtü Hoca kızarak: “Yeter, yeter artık, kes! Geç yerine!. Sizi gidi sahtekârlar sizi!. Fark edemeyeceğimi sandınız değil mi? Sen, koş Mahmut Hoca'yı çağır buraya!. Rezil herifler sizi!. Çok sevdiğinizi, saydığınızı söylediğiniz Atatürk'ün hitabesini bile kopya çekmeden okuyamıyorsunuz. Atatürk'ün memleketi emanet ettiği şu gençliğe bakın!. Gençlik değil, âdeta it sürüsü!. İt sürüsü!.”<br />
<br />
<em>[Sahnenin bütününde Zühtü Hocaya ağır hakaretler ettirilerek, izleyiciye geçmişine sahip çıkan insanların aslında kaba, anlayışsız ve saldırgan oldukları imajı tekrar tekrar veriliyor. Tam bir soğutma ve karalama taktiği… Tabii çaktırmadan mevzu M.Kemal'e getirilerek, yaptığı icraatlerin aslında ne kadar doğru olduğu aktarılmaya çalışılıyor. M.Kemal, Zühtü Hoca gibi; kaba-saba, mürteci, gericileri astı haaa!. Anlayın daaa!.]</em><br />
<br />
Mahmut Hoca geliyor ve “Hayrola Zühtü bey?” diyor…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Mahmut Hoca!. Görün, bakın!. Atatürk bu vatanı kimlere emanet etmiş!.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmut Hoca:</span> Ne oldu efendim?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Daha ne olsun? Atatürk'ün Gençliğe Hitabesini bu kartona satır satır yazıp kürsüme çakmışlar, bakıp bakıp okuyorlar… Şimdi sizin yanınızda ezbere okusunlar da görelim bakalım…<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmut Hoca:</span> Evet, okuyun… Talebelerin hepsi ayağa kalkarak okumaya başlıyorlar. <span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca, şaşırarak:</span> “Nasıl olur? Biraz evvel buna bakıp okuyorlardı.”<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmut Hoca:</span> “Bakın, kartonda ne yazıyor Zühtü Bey!. ‘Hocam, Hababam Sınıfı da olsak, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni ezbere biliriz' ”</div>
<div style="background-color: white; color: #333333; font-family: "pt sans", arial, sans-serif; font-size: 18px; margin-bottom: 10px;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://lh4.googleusercontent.com/proxy/8vQE0oT-53kYsRoiSj8Z0FjIRacaexQHiB57gREu3n2EEyri4lJvdVEvo9xXfve7GHquTo_LsCrtYYF7W7V13YV3LwROItMVh-7OgOllaGr9ZQ" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" border="0" src="http://cdn.yeniakit.com.tr/images/detail/1482929400-94e907.JPG" height="206" style="border: 0px; display: block; height: auto; max-width: 100%; vertical-align: middle;" width="400" /></a></div>
<em>[Geldik her zamanki komediye!. Türkiye'nin “bir açık hava tımarhanesi” olduğuna delil aslında sahnenin bu kısmı… Hababam Sınıfı Zühtü Hoca ile olan münasebetlerinin başından beri, <span style="font-weight: 700;">Hoca'nın kullandığı ceddimize ait kelimeleri anlamadıklarını iddia ederken; bir sihirli değnek dokunmuş gibi, Gençliğe Hitabe'de kullanılan bir sürü Osmanlıca kelimeyi nasıl ezberliyor ve nasıl bülbül gibi şakıyor?</span> Ezberledikleri metnin içerisinde de bir sürü Arapça-Farsça kelime bulunmasına rağmen, o metne karşı “anlaşılamıyor” sözünü neden kullanmıyor ve alaya almıyor? Çünkü o “Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi” (haşa) “Ayet” hükmünde… Buradan ötesi “Açın Kapıları Osman Geliyor” olur… Hâlbuki “hitabe” kelimesi dahi Arapça'dır. Güler misin, ağlar mısın? ]</em><br />
<br />
<span style="font-weight: 700;"><span style="color: red;">SAHNE 4</span></span><br />
<br />
Artık tüm mesajlar verilmiş, sıra son noktayı koyarak Zühtü Hocayı yerin dibine batırmaya gelmiştir. Hababam Sınıfı talebeleri bahçede kenetlenmiş; bekçinin çaldığı türküyü, öğretmenler odasına bakarak okumaktadırlar. “Samanlıktan kaldıramadım samanı da Zühtü, sana kandım Zühtü. Şimdi geldi sevişmenin zamanı da Zühtü, sana kandım Zühtü, hele hele yandım Zühtü, ben sana kandım Zühtü.”<br />
<br />
Zühtü Hoca, Mahmud Hoca'ya dönerek “Sanırım, bu Hababam Sınıfı benimle alay ediyor.”<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmud Hoca:</span> Niye efendim?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> Duymuyor musunuz söyledikleri türküyü?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmud hoca:</span> Duyuyorum!.<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Zühtü Hoca:</span> E peki, bu alay değil mi?<br />
<br />
<span style="font-weight: 700;">Mahmud Hoca:</span> Sanmam!. Bu son günlerin çok moda bir türküsü, herkesin dilinde bu türkü, (üstüne bastırarak) Zühtü bey!.<br />
<br />
<em>[Hababam serisinin ve Zühtü Hoca sahnelerinin hususiyetle dikkat çeken başka bir mevzuu da; “Mahmut Hoca, filmin her serisinde bütün hocaları, Hababam Sınıfı'na karşı destekleyip müdafaa ederken, Zühtü Hoca'ya ise tam tersini uygulayarak ters cevaplar vermesidir. Ayrıca seçilen türkünün hikâyesini de araştırırsanız, Zühtü Hoca'nın “benimle dalga geçiyorlar sanırım” hitabındaki inceliği kavramış olacaksınız. Daha ne diyelim? Arif olan anlar, vesselam…]</em></div>
<div style="background-color: white; color: #333333; font-family: "pt sans", arial, sans-serif; font-size: 18px; margin-bottom: 10px;">
<span style="font-weight: 700;">Hasret Yıldırım / Yenisöz</span></div>
</div>
<!-- Blogger automated replacement: "https://lh4.googleusercontent.com/proxy/2CoGrTUpoiEj7db3pQPhNjD6YrqW_aSvLnB1668P-myAxwOSC5VlG0l28VBpQ1y610WjYrjhX3kZrwDPZ5Aq6HIZkGRvMXnf6aLrxRLslTJ2CA" with "https://lh4.googleusercontent.com/proxy/2CoGrTUpoiEj7db3pQPhNjD6YrqW_aSvLnB1668P-myAxwOSC5VlG0l28VBpQ1y610WjYrjhX3kZrwDPZ5Aq6HIZkGRvMXnf6aLrxRLslTJ2CA" --><!-- Blogger automated replacement: "https://lh4.googleusercontent.com/proxy/8vQE0oT-53kYsRoiSj8Z0FjIRacaexQHiB57gREu3n2EEyri4lJvdVEvo9xXfve7GHquTo_LsCrtYYF7W7V13YV3LwROItMVh-7OgOllaGr9ZQ" with "https://lh4.googleusercontent.com/proxy/8vQE0oT-53kYsRoiSj8Z0FjIRacaexQHiB57gREu3n2EEyri4lJvdVEvo9xXfve7GHquTo_LsCrtYYF7W7V13YV3LwROItMVh-7OgOllaGr9ZQ" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2Fcdn.yeniakit.com.tr%2Fimages%2Fdetail%2F1482929108-1032ea.jpg&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://lh4.googleusercontent.com/proxy/2CoGrTUpoiEj7db3pQPhNjD6YrqW_aSvLnB1668P-myAxwOSC5VlG0l28VBpQ1y610WjYrjhX3kZrwDPZ5Aq6HIZkGRvMXnf6aLrxRLslTJ2CA" --><!-- Blogger automated replacement: "https://images-blogger-opensocial.googleusercontent.com/gadgets/proxy?url=http%3A%2F%2Fcdn.yeniakit.com.tr%2Fimages%2Fdetail%2F1482929400-94e907.JPG&container=blogger&gadget=a&rewriteMime=image%2F*" with "https://lh4.googleusercontent.com/proxy/8vQE0oT-53kYsRoiSj8Z0FjIRacaexQHiB57gREu3n2EEyri4lJvdVEvo9xXfve7GHquTo_LsCrtYYF7W7V13YV3LwROItMVh-7OgOllaGr9ZQ" -->Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-47590147671508498382015-11-13T05:35:00.000-08:002015-11-13T05:35:02.161-08:00İstiklal Savaşı’na gönderilen parayı yiyenlerden hesap soruldu mu?<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<h1 itemprop="name">
</h1>
<div class="" style="clear: both; text-align: center;">
<span itemprop="articleBody"></span></div>
<div style="text-align: center;">
<a href="http://cdnimage.zaman.com.tr/embedded/2e/bb/3d97a0b14446b14183e39f678c7f.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img alt="" border="0" height="400" src="http://cdnimage.zaman.com.tr/embedded/2e/bb/3d97a0b14446b14183e39f678c7f.jpeg" style="display: block;" width="288" /></a><b><em>Safvet Arıkan</em></b></div>
<br />
<div class="detaySpot" itemprop="description">
Yakın
tarihimizin karartılan yolsuzluk sayfalarından biri de Milli
Mücadele’ye yardım için Sovyetler Birliği’nden gönderilen paraların bir
kısmının Almanya’da sırra kadem basmasıdır.</div>
<div class="webtvright">
</div>
<div class="newsDetailSocialMediaBox">
</div>
<span itemprop="articleBody"> Meclis’te
Kâzım Karabekir Paşa başkanlığında bir araştırma komisyonu kurulmuş ve
hazırladıkları raporda her ikisi de Mustafa Kemal Paşa’nın yakınları
olan Safvet (Arıkan) ve Nuri (Conker) kusurlu bulunmuşlardı.<br />
<a name='more'></a><br />
Bulunuldular
da ne oldu peki? Haklarında herhangi bir hukukî işlem yapıldı mı? Tüyü
bitmemiş yetimin hakkının hesabı sorulabildi mi? Ne gezer!<br />
Sabahattin
Selek’in “Anadolu İhtilali” (Burçak: 1968, s. 133) adlı araştırmasına
göre üç parti hâlinde gerçekleşen Rus yardımı, toplam 1 milyon altın
rubleydi. İkinci parti olarak alınan 500 bin altının 100 bini askerî
müşavir olarak Moskova’ya giden Safvet (Arıkan) ve Nuri (Conker) beylere
teslim olunarak silah, uçak ve mühimmat satın almak üzere Almanya’ya
gönderilmişti.<br />
Lakin
savaştan ağır bir tazminat yüküyle çıkmış olan Almanya’da piyasaların
ensesinde enflasyon canavarı vardır, her enflasyonist ekonomide olduğu
gibi borsa kârlı bir spekülasyon aracıdır (tabii işi bilene).<br />
Güya
Mark’a çevirdikleri parayla kapı kapı dolaşmakta olan Safvet ve Nuri
beyler, bu sırada uyanık bir Alman borsacıyla tanışır. Borsacı,
kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak yerine niye beklettiklerini
sorar. Üstelik enflasyon, ellerindeki meblağı günden güne eritirken...
Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler
midir?<br />
Gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul ederler ve o sırada
Milli Mücadele’nin su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duyduğu silah parasını
olduğu gibi borsaya yatırırlar. Sonuç tam bir fiyaskodur. Paralar Alman
borsasında batar. Sözde yanlış kâğıda oynamışlardır(!)<br />
Neticede
Alman borsacının, borsa nedir bilmeyen gafil(!) subaylarımızı aldattığı
anlaşılır ve milletin parasını batırmış olarak dönerler Ankara’ya.<br />
“Tekâlif-i
Milliye” kanunuyla fakir Anadolu halkının 2 ineğinden birine, 10 çuval
unundan 4’üne zorla el konulduğu bir dönemde Türk parasına çevrildiğinde
tam 1 milyon lira tutan bu muazzam miktardaki paranın göz göre göre
çarçur edilmesi tabii ki, Meclis’te şiddetli bir tepki uyandıracaktır.
Nuri ve Safvet beyler, Divan-ı Harb’e verilirler. Lakin sonuç çıkmaz ki,
neden çıkmadığı daha önemlidir.<br />
<img alt="" height="270" src="http://cdnimage.zaman.com.tr/embedded/47/f2/0f4e7b379b148b4b67dabc2f4389.jpeg" style="display: block; margin-left: auto; margin-right: auto;" width="400" /><br />
<div style="text-align: center;">
<b><em>Nuri Conker, Mustafa Kemal ile yurt gezilerine çıkardı.</em></b></div>
Garibanlar,
en ufak bir kusurlarında darağacını boylarken iki ahbap çavuşun
Almanya’da para batırmasında nasılsa kasıt unsuru bulunamamış, skandal
bir “kaza” olarak değerlendirilmiştir. Gazi’nin yakın silah arkadaşları
olup Cumhuriyet döneminde vekillik, bakanlık ve CHP genel sekreterliği
dahil kritik roller oynayacak ikilinin “irtikâb” suçu ne yazık ki
Mustafa Kemal Paşa tarafından örtbas edilmiştir.<br />
İstiklal
Savaşı’nı anlatan yüzlerce kitap yaz ama bu müthiş skandaldan tek bir
cümleyle bahsetme! İşte inkılap tarihimizin yalancı yüzü!<br />
<br />
<strong>Rıza Nur, şifreyi çözüyor</strong><br />
Biri
gayri resmi, diğeri resmi iki kanıtla içyüzünü ortaya koyalım bu
skandalın. (Konuyu daha önce 2007 yılında “Yakın Tarihin Kara Delikleri”
adlı kitabımda dile getirmiştim.)<br />
Dr. Rıza Nur “Hayat ve Hatıratım”ının 3. cildinde bu skandalın içyüzünü şöyle yazar:<br />
“Vaktiyle
Moskova’da Ruslardan aldığımız paradan 100 bin Rus altınını Safvet alıp
Almanya’ya gitmiş. Avrupa’da bu parayı kâmilen ve Nuri ile beraber
zevkle yemiş. Devletin cephaneye o şiddetli ihtiyacı zamanında bir tane
fişek bile göndermemişti. Müdafaa-i Milliye Vekaleti’nde (Milli Savunma
Bakanlığı’nda) Divan-ı Harp Safvet’in taht-ı muhakemeye alınmasına
(yargılanmasına) karar vermişti. Tahkikat için Almanya’ya heyetler
gönderilmişti. Bunlar Safvet’in irtikâbını tesbit etmişler, lüzum-i
muhakemesi (yargılanması) için raporlar vermişlerdi.”<br />
Rıza Nur
araştırmaya memur edilenlerden Celal (Bayar) Bey’e Lozan’a geldiğinde bu
meseleyi sorduğunu ve Bayar’ın “Sarih (açık) bir surette irtikâptır”
dediğini aktarır. Daha sonra Bakanlar Kurulu’nda Savunma Bakanı Kâzım
(Özalp) Bey’e aynı soruyu yönelttiğini, Bakan’ın ısrarla sustuğunu
söyledikten sonra şunları yazar: “O parayı Ruslardan biz aldık. Sonra
fuhşiyat ile yensin… Olur mu?”<br />
Derken bir gün Mustafa Kemal
hastalanır, Latife Hanım da Dr. Rıza Nur’u çağırır. “Gittim” der, “Yatak
odasına aldılar. Baktım, Safvet ve Nuri, Mustafa Kemal’in yanında.” O
anda şifreyi çözmüştür: “Nuri Selaniklidir. Oradan Mustafa Kemal’in
ahbabıdır. En sadık adamıdır…” (Devamını malum kanun yüzünden
aktaramıyorum.) Meğerse Savunma Bakanı Kâzım Bey’in susması Mustafa
Kemal’in korkusundanmış!<br />
Şimdi de Kâzım Karabekir’in yazdıklarına bakalım.<br />
<img alt="" height="263" src="http://cdnimage.zaman.com.tr/embedded/06/3d/a3c2068e7870f740be153a894963.jpeg" style="display: block; margin-left: auto; margin-right: auto;" width="400" /><br />
<div style="text-align: center;">
<b><em>Maarif Vekili Safvet Arıkan, 1937 yılında yapılan 2. Türk Tarih Kongresi’nde konuşurken. </em></b></div>
<strong>‘Müthiş bir facia’</strong><br />
Karabekir
Paşa 1933 Mayıs’ında bir gazetede kendisine iftira atan Nuri Conker’in
vaktiyle yardım paralarını nasıl yediğini, buna karşılık Mustafa Kemal
tarafından nasıl korunduğunu ve şimdi neden tetikçilik yaptığını olanca
netliğiyle ortaya koyar.<br />
Nuri ile Harp Okulu’nda aynı sınıfta
okumuş, Manastır’da İttihad ve Terakki’ye kendisi kaydettirmiştir. Fakat
hiçbir görevinde başarı gösterememiş, hatta Muş’ta tümenini bırakıp
kaçmış, kolordu komutanı Mustafa Kemal ise bu samimi arkadaşını o sırada
“aklını kaçırdığını” ileri sürerek kurtarmıştır! İstiklal Savaşı
sırasında kendisine silah, mühimmat ve uçak alması için verilen tam 1
milyon lirayı Almanya’da eritmiş, sonra da ‘Eyvah dolandırıldık’ diye
eli boş dönmüştür.<br />
Karabekir’e göre Nuri Conker’i kurtaran yine
Gazi olmuş, o da efendisine sadakatini ispatlamak için kendisine karşı
hayasızca saldırmıştır. “Şimdi ise birtakım kusurları olan adamlar
Gazi’nin etrafını sarmışlar, buna settâru’l-uyûb (ayıpları örten) diye
tapınıyorlar. O da tapdırıyor.” (Bir Düello Bir Suikast, Timaş: 1991, s.
86-87)<br />
Karabekir’e göre Nuri’nin kendisine saldırması işte o 1
milyon liranın ‘şükran bedelidir’. Kendisinden 1924 yılında hesap
sormaya kalkan komisyon başkanı Karabekir’den intikamını böyle
almaktadır.<br />
Ancak Komisyon 18 Mayıs 1924’te raporunu Bakanlığa
vermiş, Nuri ve Safvet’ten batırdıkları veya yedikleri paranın hesabının
sorulmasını beklemiş, ne yazık ki, Rıza Nur’un tahkikatına göre
“Mustafa Kemal bunların muhakeme evrakını Müdafaa-i Milliye’den almış ve
işin durdurulmasını Kâzım’a (Özalp) emretmiş”tir (s. 1185).<br />
İstiklal
Savaşı’mızın nice karanlıkta kalmış, unutulmuş, daha doğrusu
unutturulmuş sayfası vardır. Üstü örtülen bu irtikâp suçu dahi ol
sahifelerdendir.<br />
<br />
<em><b>Not 1</b>:</em> Kâzım Karabekir’in başkanı olduğu
TBMM komisyonunun resmi raporu künyesini verdiğimiz “Bir Düello bir
Suikast” adlı kitabın sonunda bulunabilir.<br />
<br />
<em><b>Not 2</b>:</em> İrtikâb: Bir tür rüşvet. Yiyicilik. <br />
<br />
<br />
<b>Mustafa Armağan </b><br />
<br />
Yazının linki : <a href="http://www.zaman.com.tr/yazarlar/mustafa-armagan/istiklal-savasina-gonderilen-parayi-yiyenlerden-hesap-soruldu-mu_2260970.html">http://www.zaman.com.tr/yazarlar/mustafa-armagan/istiklal-savasina-gonderilen-parayi-yiyenlerden-hesap-soruldu-mu_2260970.html</a></span></div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-51167134907437501612014-04-05T02:17:00.001-07:002014-04-05T02:17:04.480-07:00İşte CHP İcraatları <div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="title">
</div>
<div class="date">
05 Nisan 2014 Cumartesi </div>
Hani
“CHP 27 senelik rakipsiz, muhalefetsiz, kesintisiz iktidarında hiçbir
şey yapmadı” diyoruz ya, meğer yapmış. Kendi ağızlarından işte CHP’nin
yaptıkları!<br />
<b>1923 yılı:</b> Cumhuriyet Halk Partisi Kuruldu, Genel Başkanlığa Mustafa Kemal Atatürk getirildi...Cumhuriyet ilan edildi...<br />
<a name='more'></a>1924 yılı: <b>Hilafet kaldırıldı...</b>
Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu kabul edildi... Lozan
Antlaşması yürürlüğe girdi... Şer’iyye Mahkemeleri Kapatıldı... Türkiye
İş Bankası, Kadınlar Birliği, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, Türkiye
Tütüncüler Bankası, Ankara’da Milli Sahne (ilk tiyatro sahnesi)
kuruldu... Atatürk’ün önerisiyle ismini kendisinin verdiği Cumhuriyet
Gazetesi yayına başladı.<br />
1925 yılı: <b>Türk Hava Kurumu</b>
(Türk Tayyare Cemiyeti), eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü
kuruldu...Gazi Orman Çiftliği’nin kuruluş çalışmaları başladı... İlk
Cumhuriyet altını basıldı...Şapkadan başka başlık giyilmesi
yasaklandı... Tekkeler, Zaviyeler ve türbeler kapatıldı...<br />
1926 yılı: <b>“Saat devrimi”</b>
yapılıp “Alafranga” saat uygulamasına geçildi...Medreseler kapatıldı...
Almanya, İtalya, İsviçre gibi devletlerdenkopya edilen “Türk Medeni
Kanunu” yürürlüğe girdi...Kanunla (kâğıt üstünde) kadın erkek eşitliği
sağlandı... Alpullu Şeker Fabrikası işletmeye açıldı (tüm ders
kitaplarımızda fotoğrafı vardı)...<br />
<b>1927 yılı:</b>
Ankara – Kayseri demiryolu açıldı (“Demir ağlarla ördük anayurdu dört
baştan” diye şiirler yazıldı)...Emlak ve Eytam Bankası kuruldu (ne de
çok banka kurulmuş değil mi?)...İstanbul Radyosu yayınlarına başladı
(propaganda ve batı müziği ağırlıklı)... Bursa Dokumacılık Fabrikası
açıldı (Hele şükür)... Eskişehir Bankası kuruldu...Okullarda kız-erkek
karışık eğitime geçildi (karma eğitim)... İlk basketbol ligi
düzenlendi...Köy Öğretmen Okullarından ilki Kayseri’de açıldı...Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk kâğıt parası tedavüle çıkarıldı...<br />
1928 yılı: <b>Türk halkına okuma-yazma öğretmek için “Millet Mektepleri” açıldı (ama bir türlü öğretilemedi)...</b>
Türk Vatandaşlığı Yasası kabul edildi (Buna göre, etnik kökeni ne
olursa olsun “herkes Türk’tü)... Latince alfabeye geçildi. Binlerce
yıllık Latin alfabesi “Türk alfabesi” ilân edildi... Kadınlara avukatlık
yapma hakkı verildi... Ankara’nın ilk büyük oteli “Ankara Palas” büyük
bir törenle hizmete girdi...<br />
1929 yılı: <b>Paşabahçe Rakı ve İspirto Fabrikası hizmete girdi.</b>
Yeni Türk harfleriyle ilk posta pulları basıldı... Kadınlar
belediyelerde seçme ve seçilme hakkı kazandı... Mecidiyeköy Likör ve
Kanyak Fabrikası açıldı.<br />
1930 yılı: <b>Tekel Genel Müdürlüğü kuruldu..</b>. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu... Ölçü-tartı devrimi yapıldı: Hokka kilo oldu ülke kurtuldu!..<br />
1931 yılı: <b>Türk Tarih Kurumu kuruldu, tarihi inkâr başladı!</b><br />
1932 yılı: <b>Ezan Türkçeleştirildi..</b>.
Diyarbakır Tekel Rakı Fabrikası işletmeye açıldı... Türkiye Sanayi
Kredi Bankası kuruldu... Halkevleri açıldı (karnı aç, hastası bîilaç
halkımız, bu evler sayesinde çatal hangi elde, bıçak hangi elde tutulur,
hangi kadehle hangi içki içilir gibi konularda bilgilendirilmeye
başlandı)... Türk Dil Kurumu kuruldu, “uydurukça” dönemi açıldı...<br />
1933 yılı: <b>Sümerbank faaliyete geçti...</b> İller Bankası, Zonguldak Yatırım Bankası, Kayseri Milli İktisat Bankası ve Halk Bankası kuruldu.<br />
1934 yılı: <b>İlk Türk Operası sahnelendi...</b> Kadınlar (başı açık olanlar) genel seçimlerde seçme/seçilme hakkı kazandı... Kılık-Kıyafet Devrimi yapıldı.<br />
1935 yılı: <b>Hafta tatili cumadan pazara alındı...</b> Ayasofya müzeye çevrildi.<br />
1936 yılı: <b>Ankara’da Devlet Konservatuarı</b> açıldı.<br />
1937 yılı: <b>Laiklik “Cumhuriyetin temel ilkesi” olarak anayasaya girdi...</b>İstanbul
Resim Heykel Müzesi açıldı... Ankara’da ilk Bira Fabrikası ile
Denizbank kuruldu... Ankara Radyoevi hizmete girdi ama Türk müziği
çalması yasaklandı..<br />
1939 yılı: <b>Milli Piyango İdaresi kuruldu...</b> Tekirdağ Şarap Fabrikası açıldı... CHP mantıklı insan yetiştirmek üzere Köy Enstitüleri faaliyete geçti.<br />
<b>NOT:</b> <span style="color: red;"><b>Bir yazımda</b></span> <span style="color: black;"><b>“CHP’nin dikili ağacı yok”</b></span> <span style="color: red;"><b>demiştim
ya, yanılmışım! Bir okuyucum aradı ve Beşiktaş otobüs durağı yanında
Nurettin Sözen’in İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde kendi elleriyle
diktiği bir çınar ağacı olduğunu söyledi. Düzelteyim dedim.</b></span><br />
<br />
<span style="color: red;">Yazının linki <a href="http://www.habervaktim.com/yazar/64464/iste-chp-icraatlari.html">http://www.habervaktim.com/yazar/64464/iste-chp-icraatlari.html</a> <b><br /></b></span></div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-9365000119146568122014-04-02T13:27:00.002-07:002014-05-22T13:50:54.428-07:00ABİLERE ABLALARA 1 NİSAN ŞAKASI<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<b>Kanal A Genel Yayın Yönetmeni Alper Tan, seçim sonuçları üzerinden Gülen Hareketi'ne bazı tavsiyelerde bulundu...</b><br />
17 Aralık sonrası, 30 Mart seçimleri öncesi toplum çok gerildi. Bazı
kesimlerde geleneksel ve ilkesel tavırlar tersine döndü. Eğer 6 ay önce <b>“Türkiye’de şunlar şunlar olacak”</b>
diye söylense bunlara kimse inanmazdı. Ama oldu. Biz de hem gerilimi
biraz düşürmek hem de azıcık düşünmek adına naçizane bazı tavsiyelerde
bulunmak isteriz. Yazdıklarımız bazılarına çok absürt gelebilir. Ama
hemen, peşinen bunlar da olur mu canım diye itiraz etmesinler. Sadece
düşünsünler. Veya bunu 1 Nisan şakası olarak görsünler.<br />
<b>Mütevazı tavsiyelerim şunlardır:</b><br />
<a name='more'></a><br />
Seçimler
öncesi kapı kapı dolaşıp CHP’ye oy devşiren Gülenci abiler ve ablalar
bugünden geçi yok, derhal Cumhuriyet Halk Partisi’ne üye olsunlar.<br />
Seçimde
kullandığı oyun fotoğraflarını çekip 30 Mart akşamı saat 22:00’a kadar
yurdun info-mail adresine göndermeyen densizler hemen yurtlardan
atılarak, bunların ne kadar hain ve ahlaksız oldukları yüz kızartıcı
suçlar işledikleri her yere duyurulsun.<br />
Gülen grubuna ait evlerin girişine <b>“Halk Evi”</b> tabelaları asılsın.<br />
Gülen evlerinde ve yurtlarında, onu anlatan <b>“Gurbetteki Öğretmen”</b> kitabı gibi Mustafa Kemal’in <b>“Nutuk”</b> isimli eseri ve <b>“İsmet İnönü’nün Hayatı”</b>
da okutulsun. Çocukların, kitapları tam okuyup hazmettiklerini anlamak
için sınav yapılsın. Dereceye girenler PEGASUS Hava Yolları ile
Pensilvanya’ya gitme ve orada 3 gün kalma ödülü kazansın.<br />
<b>“10. yıl marşı”</b> Türkçe Olimpiyatlarının kurumsal marşı haline getirilsin. Olimpiyatların açılış müziğini Fazıl Say yapsın.<br />
Ak Parti’den ayrılan Gülenci milletvekilleri önümüzdeki genel seçimlerde CHP’den milletvekili yapılsınlar.<br />
CHP, 6 okuna bir ilave yaparak 7 ok yapsın. Cumhuriyetçilik, laiklik, devletçilik, milliyetçilik, halkçılık yanında bir de <b>“Fethullahçılık”</b> olsun.<br />
Muhalefetin de açık desteği ile derhal bir Anayasa değişikliği yapılıp <b>“Sandığın hiç bir şey, Hoca Efendi'nin her şey”</b> olduğu Anayasa’ya yazılsın. AB’ye giden yolun Pensilvanya’dan geçtiği herkese öğretilsin.<br />
Zaman Gazetesi, düşen satışlarını tekrar arttırmak, yeni ve çağdaş okurlar kazanmak için <b>“Arka sayfa güzeli”</b>
yayınlamaya başlasın. Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil gibi
muhterem abiler Zaman Gazetesi’nde köşe yazmaya başlasınlar.<br />
CHP bürolarının girişlerine Zaman’a abonelik masaları konulsun.<br />
Prof. Dr. Nur Serter Zaman’ın eğitim sayfalarını hazırlasın.<br />
Zaman’ın TV sayfasındaki bütün <b>“AKP”</b>ci
TV’ler temizlendi. Gazetemizin TV sayfasında, Kanal D, CNN Türk, FOX,
STV, Mehtap’ın yanında Ulusal Kanal’ın, Halk TV’nin, +1 TV’nin, Sokak
TV’nin yayın akışları da olsun.<br />
Bazı TV ve gazetelerin hükümetin
oluşturduğu havuzdan beslendiğini anlatan haberlerin hemen devamında
Zaman, STV, devasa matbaalar ve diğer mübarek yayınların Hoca Efendi’nin
Erzurum’un Korucuk köyünde ve Edirne’deki cami penceresinde yatarken
kazandığı paralarla kurulduğu muhakkak anlatılsın.<br />
Fatih
Üniversitesi rektörlüğüne Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu veya Kemal
Alemdaroğlu getirilsin. Camianın üniversitelerinin koordinasyonunu Prof.
Mehmet Haberal yapsın.<br />
Fethullah Hoca’nın avukatlığını bundan böyle Şahin Mengü veya İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal üstlensin.<br />
STV, her gün <b>“Biri Sizi Gözetliyor”</b> programı başlatsın. Devlet dairelerinden gelen görüntüler naklen yayınlansın.<br />
Paralel yayın organlarında <b>“AKP”</b>nin aldığı oyların hiçbir anlamının olmadığı <b>“AKP”</b>nin karşısında yüzde 55 halk kitlesinin olduğu tezi sürekli vurgulansın.<br />
Paralel televizyonlar <b>“Adanmış Ruhlar”</b>ın
çektiği kasetleri her gece saat 24:00’ten itibaren kırmızı noktayla
yayınlasınlar. O kadar emek sarf edildi. Yazık. Kasetler depoda
çürümesin. Reytingler patlasın.<br />
TUSKON, acilen bir genel kurul yapıp TÜSİAD’la birleştiğini açıklasın. Birleşme toplantısında <b>“Kırık Mızrap”</b>
türküleri çalınsın. Eğer tedbiri elden bırakmamak adına
birleşmeyeceklerse de en azından Mustafa Koç, Ali Sabancı, Turgay Ciner,
Ferit Şahenk gibi büyüklerimiz TUSKON’a üye olsunlar.<br />
Adli Tıp’ta bir operasyon yapılmadan evvel Latif Erdoğan ve Prof. Dr. Ahmet Keleş için hemen <b>“Deli raporu”</b> alınsın.<br />
Yapılacak
himmet toplantılarında insanları ağlatan, tahşidat konuşmalarını bundan
böyle Prof. Dr. Zekeriya Beyaz yapsın. Bedri Baykam’ın boş çerçevesi bu
toplantılarda açık arttırma ile satılıp parasıyla burs dağıtılsın.<br />
Camianın dershanelerinde, yurtlarında ve okullarında CHP üyelerine yüzde 30 indirim uygulansın.<br />
Mansur Yavaş, CHP genel başkanı yapılsın. İlhan Abi de genel başkan yardımcısı olsun.<br />
CHP Genel Merkezinde derhal bir himmet toplantısı yapılıp Hoca Efendi’ye acilen bir ceket satın alınsın.<br />
Olmaz demeyin, şansınızı deneyin.<br />
<b>Alper TAN</b><br />
1 Nisan 2014<br />
<br />
Yazının linki <a href="http://www.kanalahaber.com/haber/analiz/abilere-ablalara-1-nisan-sakasi-167952/">http://www.kanalahaber.com/haber/analiz/abilere-ablalara-1-nisan-sakasi-167952/</a> </div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-60760640211512706302014-03-21T12:59:00.002-07:002014-03-21T12:59:49.561-07:00Akif’i Yaşarken Yok Saydılar<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="title">
</div>
<div class="date">
14 Mart 2014 Cuma</div>
<div class="email">
www.cemalnar.com</div>
<div class="text_content" id="author_article_content">
<span style="line-height: 1.6em;">Milli
Eğitim Bakanlığı Milli bir marş için bir yarışma düzenledi. Beğenilen
güfte için 500 lira ödül verilecekti. Yarışma için 734 şiir gönderildi.
Bir kurulca bunlar titizlikle incelenip 6 tanesi ayrıldı. Ama hiçbiri
beğenilmedi; marş olacak değerde bulunmadı.</span><br />
O zaman Burdur
Milletvekili olan Mehmet Akif’in para ödülünden rahatsızlık duyduğu için
yarışmaya katılmadığı öğrenildi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah
Suphi şairin Meclis’teki sıra arkadaşı Balıkesir Milletvekili Hasan
Basri Bey’in yardımını istedi.<br />
<a name='more'></a><br />
Hasan Basri Bey bundan sonrasını şöyle anlatıyor:<br />
Akif Bey’in yanımda olduğu bir zaman, elime bir Kağıt parçası alarak, onun dikkatini çekecek bir tarzda yazmaya başladım.<br />
- Ne yazıyorsun?<br />
- Marş…İstiklal Marşı yazıyorum.<br />
- Yahu sen ne adamsın? Seçilecek şiire para ödülü verileceğini bilmiyor musun? içinde para olan bir işe nasıl katılıyorsun?<br />
- Yarışma kaldırıldı? Seçilecek şiire ne para verilecek, ne de her hangi bir ödül. Milli Eğitim Bakanı bana güvence verdi.<br />
- Ya, o halde yazalım.<br />
İşte
böylece yazılmaya başlanan ve 48 Saatte bitirilen İstiklal Marşı,
imzasız olarak Milli Eğitim Bakanlığının seçici kuruluna sunuldu. Milli
Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, daha önce seçilen 6 şiirle birlikte yeni
şiiri Ordu Komutanlarına gönderdi. Onlardan, şiirlerin askerlere
okunmasını, beğenilenleri sıralamalarını istedi.<br />
Komutanlar, kısa sürede sonucu bildirdiler: Hepsi de Mehmet Akif’in şiirini birinci sıraya almıştı.<br />
Bundan
sonraki iş, İstiklal Marşı’nın T.B.M.M’ne getirip kabul ettirmekti.
Marş, ilkin Meclis’in 1 Mart 1921 Günü yaptığı ikinci oturumunda ele
alındı. Başkan Mustafa Kemal’in söz vermesi üzerine Hamdullah Suphi
kürsüye gelerek, sık sık alkışlarla kesilen şiiri okudu ve son seçimin
Meclis’e ait olduğunu söyledi. O Gün oylama yapılmadı.<br />
<strong>Şiirle
ilgili konuşmalar ve oylama, Meclis’in 12 Mart 1921 günü öğleden
sonraki oturumunda yapıldı. Bazı milletvekilleri, bir komisyon kurularak
şiirin yeniden incelenmesini, bazıları da hemen görülüp karara
bağlanmasını istediler. Uzunca tartışmalardan sonra, şiirin kabulü için
verilen 6 önerge benimsendi ve İstiklal Marşı çoğunlukla kabul edildi.
(http://www.diyadinnet.com/YararliBilgiler-376&Bilgi=istiklal-mar%C5%9F%C4%B1n%C4%B1n-kabul%C3%BC-12-mart-1921)</strong><br />
Ve
bugünlerde onun sene-i devriyesi yaşanıyor. M. Akif de böylece
tanıtılıyor. İyi de oluyor ama benim gönlümde de fırtınalar esiyor.<br />
Koca
koca Osmanlı hanedanının evlatları, halifelerin torunları bile gurbet
ellerde hem maddi hem de manevi açlıktan heder olup gittiler. Ama
Akif’ın ailesi bir müdet Mısır’da kaldılarsa da sonuçta bu ülkede
yaşadılar ve per perişan süründüler.<br />
Koca İstiklal Şairi Akif ve
ailesi nasıl bir hayat yaşadı, nasıl bir yoksulluk, hatta yokluğa mahkum
edildi, bunu milli marşı bilen herkes bilmek mecburiyetindedir. Böylece
bu ülkeyi kendi medeniyetinden zorla çıkarıp kafir medeniyetlere
sürükleyenler daha iyi tanınmış olurlar.<br />
Bakın kıymetli şairimize neler yapmışız?<br />
Ama gelecek yazıda.<br />
<br />
Yazının linki <a href="http://www.habervaktim.com/yazar/64109/akifi-yasarken-yok-saydilar-1.html">http://www.habervaktim.com/yazar/64109/akifi-yasarken-yok-saydilar-1.html </a></div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-56565086705408219822014-03-21T12:58:00.000-07:002014-03-21T12:58:18.381-07:00Akif’e Vatanını Çok Gördüler<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="title">
</div>
<div class="date">
17 Mart 2014 Pazartesi</div>
<div class="email">
www.cemalnar.com</div>
<div class="text_content" id="author_article_content">
<span style="line-height: 1.6em;">Sahi Akif Mısır’a keyfinden mi gitti, yoksa gitmeye mecbur mu edildi?</span><br />
Şimdilerin
emekli gazeteci yazar Hüseyin Üzmez, henüz 17 yaşında bir genç iken,
arkadaşlarıyla beraber, gazetesi olan Vatan’da yazdığı yazılar nedeniyle
Ahmet Emin Yalman’ı öldürmeyi planlamışlar.<br />
Adnan Menderes’in
Malatya konuşması için şehre gelen Ahmet Emin Yalman’ı vurarak yaralayan
Hüseyin Üzmez tutuklanmıştır. Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasının
ardından İstanbul gazeteleri bin bir güçlük içerisinde Büyük Doğu
dergisini çıkaran Necip Fazıl Kısakürek’e iftirada bulunmuşlardır.<br />
<a name='more'></a>
Yalman’ı vuranların Büyük Doğu Cemiyeti Malatya Şubesi’ne bağlı Büyük
Doğucular tarafından tertiplenmiş olduğunu iddia ettiler. Anormal
baskılar ve yönlendirmeler sebebiyle dava çığırından çıkmış, hadiseyi
rüyasında bile görmeyen, haberleri olmayan kişiler tutuklanarak
hadisenin cereyan ettiği Malatya’ya elleri kelepçeli ayakları prangalı
olarak sevk edilmişlerdir. Olaydan bir ay kadar sonra Osman Yüksel
Ankara’dan, Necip Fazıl ve Cevat Rifat Beyler İstanbul’dan, Mustafa
Bağışlayıcı Samsun’dan alınmış ve Malatya Cezaevine gönderilmiştir.<br />
Bu
o günlerde çok normal olaylardandı. Çünkü geçmişite çok kötü örnekleri
vardır. işte Ahmet Emin Yalman’a Hüseyin Üzmez suikast yaptığında
cebinden “Büyük Doğu Dergisi” çıkınca rahmetli Üstad Necip Fazıl’ı
tutukladıkları gibi, Mehmet Akif’in yazarı bulunduğu “Sebilürreşad
Dergisi'', Şeyh Said arada sırada “Sebilürreşad okuyormuş, o halde
isyana senin dergin sebep oldu'' denerek kapatıldı. Sahibi Eşref Edip
Fergan'da İstiklal Mahkemeleri tarafından idamla yargılanmak üzere
tutuklandı.<br />
Akif de ''Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben
vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye
tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum'' diyordu.(
Akifname, s. 505 )<br />
Ama gel gör ki o günler Kazım Karabekir gibi bir paşanın bile arkasında polis gezdirildiği, ev hapsine tutulduğu günlerdir.<br />
Peki Akif merhum orada ne yedi, ne içti, nasıl bir hayat yaşadı?<br />
İşte
Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıraları o günleri güzel yazıyor. O hatıralar
bizim aklımızı kurcalayan çok meseleye ışık tutmaktadır. Her Türkçe
okuyabilen insana bu Hatıraları hararetle tavsiye ederim.<br />
Sonuçta
11 yıl Mısır'da maalesef sefil hayat sürdü. 63 yaşında çok hastayken,
vefat etmesine yakın İstanbul'a geri dönmeye karar verdi. Yöneticiler
bin bir rica ile dönüşüne razı oldu. Öyle ki onun geri gelişini
hazmedemeyen kişiler ona vize veren konsolosluk hakkında tahkikat
başlatmış ve bu tahkikat vefatına kadar sürmüştür.<br />
Milli
mücadelenin önderlerinden ve İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif Ersoy,
kendi vatanında vatan haini muamelesi görüyordu. Kendi vatanında böyle
aşağılanmanın burukluğuyla, İstanbul'a geldikten 5 ay sonra vefat
etti.(Akifname, s. 508 )<br />
17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a
döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu'nda ki Mısır
Apartmanında hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü.
Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç
topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından
yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği'ne
nakledildi. Mezarı, Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey'in
mezarları arasındadır.<br />
İşte birkaç hatıra o cenaze merasiminden:<br />
“…Bizler
bu alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir
tabuta rastlamadık; hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön
kısmına bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük. İki kişi üzerine örtü
dahi konulmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin
getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler.
Fakat tabutun Mehmet Akif’e ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce
genç ağlamaya başladı. Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını
alarak tabutun üstüne örttüler; sonra merhumun bir kısım yakın
arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de tek
partinin yöneticilerinden hiç kimse ortalarda yoktu. Cenaze artık
tamamıyla gençlerin sorumluluğunda kalmıştı. Gençler gerekli saygı ve
vakar içinde, hiçbir tahrike kapılmaksızın cenazeyi omuzlarında
Edirnekapı Mezarlığı’nın şehitlik karşısında bulunan kısmına taşıdılar.
Dini merasim yapılmadan önce hep bir ağızdan hançerelerimizi
patlatırcasına İstiklâl Marşı’nı söyledik.”(Prof. Dr. Sulhi Dönmezer
Tercüman gazetesi, 5 Ocak 1987)<br />
“Cenaze Beyazıt’tan kalkacak.
Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Biraz
sonra çıplak bir tabut geldi. “Bir fukara cenazesi olmalı” dedim. O
anda, Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta bir bayrakla cenazeye
koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu…
Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Cenazeyi
tanımıştım. Al sancağa sarılan tabut üniversite gençlerinin bir ürperme
manzarası alan elleri üzerinde gidiyordu. Cenazenin arkasında yekpare
bir karaltı yürüyordu. Bunlar, bir işaretin, bir teşekkülün topladığı
insanlar değildi. Kendi kendilerine sırf cenaze için gelmişlerdi. Bu,
şahit olunmayan güzel dostluktu...” Akif’in tabutu, Edirnekapı’ya kadar
omuzlarda taşındıktan sonra na’şı Kur’an ve İstiklal Marşı ile
defnolundu. Ama cenaze merasiminde göze batan gençlerden bir çoğu
sorguya alınmıştır.”(M.Cemal Kuntay)<br />
Nitekim kabrinin başında
konuşma yapan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan anlatıyor: Üç gün sonra beni
Yüksek Öğretmen Okulu’ndan Emniyet Müdürlüğü’ne istediler. Bir şube
müdürü beni sorguya çekti. “Ne sıfatla, resmî makamların törene gerek
görmediği bir şairin kabri başında konuşma yaptığımı” sormuştu. Milli
Marşımızın eli öpülecek şairinin kabri başındaki hitabemin takdir yerine
adeta tekdirle karşılanmak istenmesini, bugün bile, bir muamma gibi
çözemediğimi de işaret etmek isterim.”(Türkiye gazetesi, 10 Ocak 1992)<br />
Kıymet
bilmeyen milletler kıymet yetiştiremezler. Dünyada hiçbir yer ve hiçbir
zamanda “milli marşın”ı yazmış bir insana devlet yöneticileri böyle
davranmamışlardır. Mazlum şairin son zamanlarındaki içine kapanışında
büyük bir kırgınlığın, amacına ulaşamamanın, umutsuzluğun, kenara
itilmişliğin, layık olduğu yerde olamayışının, psikolojik baskıya maruz
olmasının… etkileri büyüktür. Akif’e düşmanlığın temelinde Akif’in
inancı yatmaktadır. Ama o zalimler, kadir bilmezler ya unutuldu ya da
zulüm ile anılırken Akif milletin gönül tahtına yerleşti.” (<a href="http://www.ilkadimdergisi.net/node/1006" target="_blank">http://www.ilkadimdergisi.net/node/1006</a>)<br />
Şimdi size çok acı bir hatıra nakletmenin zamanı gelmiştir. Ama gelecek yazıda inşallah.<br />
<br />
Yazının linki<a href="http://www.habervaktim.com/yazar/64147/akife-vatanini-cok-gorduler.html"> http://www.habervaktim.com/yazar/64147/akife-vatanini-cok-gorduler.html</a> </div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-56873039524809106692014-03-21T12:54:00.001-07:002014-03-21T12:54:09.869-07:00Yürek Dayanmaz<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="text_content" id="author_article_content">
<div class="title">
19 Mart 2014 Çarşamba
</div>
<div class="email">
www.cemalnar.com</div>
<span style="line-height: 1.6em;">İstiklal
Marşı Şairi, fikir ve dava adamı Mehmet Akif Ersoy’un çocukları da
kendisi gibi uzun yıllar yokluk ve sefalet içinde yaşadıktan sonra bu
dünyadan göçtüler. Yıllardır şiirleri okunan, fikirleri savunulan ve
örnek bir şahsiyet olarak gösterilen Mehmet Akif’in çocuklarına sahip
çıkılmaması ise elbette çok manidardır. </span><br />
Onların çektikleri
acılara yürek dayanmaz. Eğer bu yazıyı okuyup bitirdiğinizde gözleriniz
buğulanmadıysa, yüreğinizi sorgulayın derim, katı kalbinizin kirini
pasını silin diye salık veririm.<br />
<a name='more'></a><br />
Mehmet Akif’in İsmet Hanım’la
evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu
bulunuyordu. Şimdi biz en hazininden, <b>Emin Ersoy’</b>dan başlayarak bu konuda kısa bilgiler sunalım.<br />
Mehmet
Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy askerlik görevini yaptığı sırada,
koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı
Harbe verildi.<br />
Tutuklanan Ersoy, çavuş arkadaşının yardımıyla
askeri cezaevinden kaçarak, o dönemde Fransız manda yönetimindeki
Kırıkhan’a kadar geldi. Kırıkhan’da yakalanan Ersoy ve arkadaşı
Türkiye’ye iade edildi.<br />
Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Ali İlmi
Fani’nin Rıza Tevfik’e Mektupları” isimli kitapta Akif’in oğlu Emin
Ersoy ile ilgili bir anekdot yer alıyor. Akif’in yakın arkadaşlarından
Ali İlmi Fani bir gün bir mektup alıyor. Mektup Kırıkhan hapishanesinden
geliyor. Yazan Akif’in büyük oğlu Emin Ersoy’dur. Akif’in Mısır’da
yaşadığı bir dönemdir. Kırıkhan ise o dönemde Fransız manda
yönetimindeki Hatay’a bağlıdır. Ali İlmi olayı şöyle anlatıyor:<br />
“…
Bir gün elime Bereketzâde Cemil Bey’e hitaben yazılmış bir mektup
tutuşturuyorlar. İmzaya baktım, ‘Kırıkhan hapishanesinden Mehmet Akif
Beyin mahdumu Emin.’ Okudum. Diyor ki:<br />
‘Kırklareli’nde vazife-i
askeriyemi ifa ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma
Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde
görüldü. Divan-ı Harb’e tevdi olundum ve tevkif edildim. Tevkifhaneden
şimdi benimle beraber bulunan çavuşumun delalet ve himmetiyle firar
ettik. İstanbul’a geldik, oradan bir vapura atladık. Mersin’e çıktık.
Mersin’den yaya olarak Antakya’ya gelirken jandarmalar halimizden
şüphelendi, pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan’a
gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye’ye iade edecekler. İmdadımıza
yetişiniz.’<br />
Maalesef imdatlarına yetişemedik, çünkü mektup yazılıp
elden ele bana gelinceye kadar günler geçmiş, kendileri de hududu
aşmıştı. Bilmem ne ceza verecekler? Akif Bey’e yazmadım. Çocuğunki
divanece bir harekettir. Asker koğuşunda Kur’an tefsir okunur mu?
Bugünkü inkılâb rejiminden bu derece gafletin manası ne?”<br />
Cezasını
çeken talihsiz adam uzun yıllar yoksulluk içinde yaşar. Bunalım içinde
yaşadığı bir gün bir gazeteci yazarın bürosuna gider. Yazar o anı bakın
nasıl anlatır;<br />
"Yıl 1966 sonları, bir öğle sonrası odamdayım.
''Sizi biri görmek istiyor'' dediler. Buyursun... Dedim. İçeri tıraşı
uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırol’u
andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:<br />
“Bendeniz Mehmet Akif'in oğluyum.” dedi.<br />
Bir anda ne olduğumu şaşırdım... Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:<br />
“Oooo buyurun buyurun, nasılsınız? '' türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı:<br />
“Rahatsız etmeyeyim. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim.” dedi.<br />
Gökler
mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim;
doğrusu fena allak bullak oldum... Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım,
cüzdanımı çıkartıp uzattım. O, bükük boynuyla:<br />
- 'Siz ne münasip görürseniz’, dedi.<br />
Cinnet
cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ''Durun bakalım
neyimiz varmış'' gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım,
fazla bir şey de yoktu. Elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece
bir 10 yahut 20 lira aldı.<br />
- “Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim.” dedi ve çıktı.<br />
Aradan
bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme:
Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif'in oğlunun ölüsü
bulunmuştu...”<br />
Bize bu olayı anlatan gazeteci yazar kimdir biliyor
musunuz? Merhum Akif’in oğlunu kırk yıllık dost gibi karşılayan, ona
nazik ve kibar davranan, yardım talebine bütün cüzdanını uzatan, sonra
da o acı ölüm karşısında kahrolan, Çetin Altan'dan başkası değildir.<br />
Sübhanellah!..<br />
Benî
İsrail’den fahişe bir kadının susuz bir köpeğe bir kuyudan su ikram
etmesine karşılık Rabbimizin hidayet ve rahmetine mazhar olduğunu haber
veriyor Sevgili Peygamberimiz (sav) Efendimiz.<br />
Ben de bundan
cesaret alarak diyorum ki, Rabbim -haddimi aşmışsam beni bağışlasın- bir
ömür Akif ve fikriyatıyla mücadele eden bu adama, yaptığı bu iyiliğe
mukabil ahir ömründe hidayet ve istikamet nasip eylesin. Evlatlarına da,
zürriyetlerine de.<br />
“Olmayacak duaya amin denmez” demeyin, Rabbim dilerse neden olmasın, lütfen sizler de “âmin” deyiniz.<br />
<br />
Yazının linki<a href="http://www.habervaktim.com/yazar/64184/yurek-dayanmaz.html"> http://www.habervaktim.com/yazar/64184/yurek-dayanmaz.html</a> </div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-13419810704127846492014-03-21T12:50:00.001-07:002014-03-21T12:50:35.215-07:00Akif’in Perişan Çocukları<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="title">
</div>
<div class="date">
21 Mart 2014 Cuma</div>
<div class="email">
www.cemalnar.com</div>
<div class="text_content" id="author_article_content">
<span style="line-height: 1.6em;">Bugünlerde İstiklal Marşımızın kabulü münasebetiyle Mehmet Akif Merhumdan, davasından ve çilesinden behsediyorduk.</span><br />
<b>Bir
evvelki yazımız, Akif’in çilesine ailesinin de ortak edilmesi
yanlışlığı ve yazıklığı hakkında idi. Bu münasebetle Mehmet Akif’in
büyük oğlu Emin Ersoy’un askerlik görevini yaptığı sırada, koğuştaki
arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harbe
verilmesi ve ardından yaşanan acı bir hayatı geçen yazımızda işlemiştik.</b><br />
Şimdi de ailenin diğer fertlerini kısaca görelim isterseniz.<br />
<a name='more'></a><br />
<b>Cemile</b><br />
Cemile,
1883 yılında Kahire' doğumlu Ömer Rıza Doğrul ile evlendi. Kocası aslen
Burdurlu bir ailenin çocuğuydu. Ailecek Mısır'a göç etmişlerdi.
Ezher'de hukuk eğitimi gördü ama gazeteciliğe ilgi duydu ve mesleğe
Mısır'da başladı. Hayatının akışını değiştirecek kişi olan Mehmet Akif
Ersoy'la da Mısır'da tanıştı.<br />
1. Dünya Savaşı'nın arifesindeki
Osmanlı başkentine (İstanbul) de Ersoy'la yeniden konuşabilmek için
geldi. Bu gelişi aynı zamanda Mehmet Akif'e damat olmasıyla sonuçlandı.
Akif'in kızı Cemile'ye aşık oldu. Evlendiler.<br />
Hem evlilik hem de
dünya savaşının başlaması üzerine Mısır'a dönmekten vazgeçti.
İstanbul'da kaldılar. Büyük bir gazeteci ve yazar olarak hayatına devam
etti. “Tanrı Buyruğu” tefsirini yazdı. Birçok telif ve tercüme kitapları
vardır. Masondur.<br />
Ömer Rıza Bey'in Cemile Hanım'la evliliğinden üç çocuğu oldu. <b>Bülent, Nazan ve Rezzan.</b><br />
<b>TKP Genel Başkan'larından Aydemir Güler,</b> Rezzan Hanım'ın oğludur. Yani Aydemir Bey, Ömer Rıza Bey'in torunudur.<br />
<b>Zamanın fesadıyla işte bu gibi satır aralarına düşülen küçücük notlarda kaybolur gider imanlar, evlatlar, torunlar…</b><br />
<b>Suat Ersoy</b><br />
Babası
Mehmet Akif’in emekli maaşıyla geçinen küçük kızı Suat Ersoy da 1991
yılında üzücü olaylarla karşılaştı. Kızları Ferda ve Selma Argon’la
birlikte Beyoğlu’nda yaşayan Suat Hanım evden atılmak istendi.<br />
<b>Bu üzücü olayın gazetelerde yer alması üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal, Suat Hanım’a Halkalı’da bir daire tahsis etti.</b><br />
Ancak
ekonomik sıkıntılar ailenin yakasını bir türlü bırakmadı. Evini satmak
zorunda kalan Suat Ersoy Hanım, Kadıköy’de Vakıflara ait döküntü ahşap
bir eve taşındı. Suat Ersoy Hanım bu evde zor günler yaşadıktan sonra
yaşama veda etti.<br />
<b>Tahir Ersoy</b><br />
Mehmet
Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy ise tercüman olarak çalıştıktan sonra
emekli oldu. 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliğinden vefat
etti.<br />
<b>Emekli maaşı yeterli olmadığı için Ankara’da SSK’ya
bağlı bir hastanede tedavi edilen Ersoy, daha sonra İstanbul’a
getirilerek, Esma Hatun Hastanesi’ne yatırıldı. Ancak hastalık iyice
ilerlemiş olduğundan tedavi sonuç vermedi ve Tahir Ersoy hayata
gözlerini kapadı. Tahir Ersoy’un cenaze törenine ise ne yazık ki çok az
insan katıldı.</b> (<a href="http://www.ilkadimdergisi.net/node/1047" target="_blank">http://www.ilkadimdergisi.net/node/1047</a>)<br />
<b>Bunlar
acı, ama yalın ve sade birkaç örnek. Daha bunun gibi nice alimlerin,
velilerin, müftülerin, hoca efendilerin çocukları imansızlık
bataklarında boğuldu gittiler</b>. Biz “İlim ve Özgürlük”
kitabımızda bu ortamı anlatmaya çalışmıştık. İşte yaşanan sosyal
depremin acı yıkıntıları, yaman kayıpları.<br />
<b>Evet, ülkeyi bu
hale getiren deprem, Batılılaşmadan başka bir şey değildir. Batılılaşma
Osmanlıdan başlayan ve Cumhuriyetle hedefine ulaşan uluslararası bir
projedir.</b><br />
Biz bu projenin nasıl bir fay hattında kırılma
yaşatarak büyük bir sosyal deprem meydana getirdiğini, önümüzdeki nisan
ayının sonunda çıkacak ve adı muhtemelen “Osmanlıdan Cumhuriyete Büyük
Kırılma” olacak kitabımızda epey anlattık.<br />
Bu da yetmezdi elbette.
Bu kırılmanın, bu sosyal depremin toplumda nasıl bir hasar meydana
getirdiğini, nasıl dinden dönmelere ve küfre düşmelere sebep olduğunu da
adı muhtemelen “Müslüman Toplumlarda Kafirleşme Sorunu” adıyla yazdık.<br />
Bunlar
bizim büyük dertlerimizdir. Esas davamızın bir İslam devlet ve
medeniyetini inşa olduğunu her zaman yazıyoruz. Bunun temel taşı olan
devletimizin şeklini şemailini daha önce “İslam’da Devlet ve Siyaset”
kitabımızda yazmıştık. Ama bu laik toplumda İslamî yönetime erme
çalışmalarını da iki kitapta bitirdik. Sırada onlar var. Onlar ve hem
derdimizin hem de devamızın anlatılmaya çalışıldığı bir çok eser.<br />
Bu
arada yeri gelmişken söyleyeyim, bir yorumcumuzun beklediği “Din ve
Diyalog” kitabı bizim için çok acil değildir. Yani çok önceliği yok. Ama
o veya bir başkası, arzu edenler varsa, buyursun bir matbaa ile
anlaşsınlar, onların basımına izin verebiliriz.<br />
Hem de seve seve…<br />
<br />
Yazının linki <a href="http://www.habervaktim.com/yazar/64214/akifin-perisan-cocuklari.html">http://www.habervaktim.com/yazar/64214/akifin-perisan-cocuklari.html</a> </div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-23154398115803821062014-03-17T09:03:00.002-07:002014-03-17T09:03:54.740-07:00Gülen Cemaatinin Piramidi Ortaya Çıktı<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-R0cDwbyy3rY/UyccG5wbVHI/AAAAAAAAvN0/kgFW8Ta9iSc/s1600/1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://1.bp.blogspot.com/-R0cDwbyy3rY/UyccG5wbVHI/AAAAAAAAvN0/kgFW8Ta9iSc/s1600/1.jpg" height="286" width="400" /></a></div>
<div class="short_content">
<b><i>Fethullah
Gülen Cemaati’nde 25 yıl görev alan Prof. Dr. Ahmet Keleş, paralel
yapının piramidini anlattı. 5’inci kata kadar çıkan Keleş, cemaatin 1, 2
ve 3’üncü katmanının halk tabakası olduğunu söyledi.</i></b></div>
Prof.
Keleş, “4. kat ara kattır. 5, 6 ve 7. katmanlar ‘örgüt ve teşkilat’
katlarıdır. 6. katta Hocaefendi’nin bildiği ve takip ettiği ‘hayati
hizmetler’ yürütülür. Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi
bir tabaka. Bugünkü sorunların nedeni 5. katın abileridir” dedi.<br />
<a name='more'></a></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Askeri
vesayetin kaldırılmasından sonra kendi vesayetini kurmaya kalkışan
paralel yapının gizli yönetim piramiti deşifre oldu. Fethullah Hoca Arşı
dışında 7 katmandan oluşan paralel örgütün 5’inci katmanına kadar
yükselen ve karanlık yapıya 25 yıl hizmet veren Dicle
Üniversitesi’ndoen Prof. Dr. Ahmet Keleş, Fethullah Gülen Cemaati’nin
bilinmeyenlerini tüm çıplaklığıyla anlattı.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Orta
Anadolu Bölgesi’nde 1976 yılında ilk hizmet evini açanlardan biri olan
Prof. Keleş, örgütün yönetim şemasını açıkladı: “Piramidin temelini halk
tabakası oluşturur. İkinci ve üçüncü katta öğrenciler ve öğretmenler
yani hizmet mensupları yer alır. Dördüncü tabaka ara kattır. Hem alt hem
de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci
katlar hocaefendinin de içinde olduğu ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. Bu
katlar ile altta yer alan ilk üç tabakanın arasında tanımlanamayacak
derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk
çekilen de budur.”</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Prof.
Keleş, devletin tüm kurumlarında kadrolaşmayı başaran bu yapı
dışındakilerin bu durumu kolay kolay anlayamayacağını belirtti. Hedefe
ulaşmak için Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş
için eğittiklerini söyleyen Prof. Keleş “Net ve açık söylüyorum. Bu
hareket sadece ve sadece devleti ele geçirmek için var oldu ve çalıştı”
dedi.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Fethullah
Gülen’in dinle değil örgüt kurmakla uğraştığının altını çizen Prof.
Keleş “O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak
görülmekten de hoşlanmadı” dedi. Oluşturulan hizmet algısı ile her türlü
şantajın, kumpasın caiz hale getirildiğini anlatan Keleş, Gülen’in
sürekli beddua ettiğini belirtti. Fethullah Hoca’nın kendisini gelmiş
geçmiş en büyük Veli, Fatih olarak gördüğünü de kaydeden Keleş “O tüm
dünyayı fetheden ilk ve son Fatih olmaya kendisini inandırmıştı” dedi.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Cemaatle nasıl tanıştınız?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Hizmet
serüvenim 1973 yılında başladı ve 1998 yılında sonlandı. Ben kavram
karmaşasına uğrayıp, anlaşılamama sorunu yaşamak istemiyorum. İlk kavram
“Hocaefendi”. Benim kullanımımda bir övgü ya da imalı bir tahkir söz
konusu değil. Tıpkı bir özel isimmiş gibi kullanacağım. Ali, Veli vs.
gibi... Diğeri “Cemaat” sözcüğü. Bu sözcük ile şu anlamı kastediyorum:
Yedi katmanlı bir piramitten oluşan bir yapının, en temelini ve esasını
oluşturan halk tabakasını, öğrenciler ve öğretmenler gibi birinci,
ikinci ve üçüncü tabakada yer alan hizmet mensuplarını kastediyorum.
Çünkü dördüncü kat ara kattır. Hem alta hem de yukarıya bağlantıyı
sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci kat, Hocaefendi’nin kendi
katı, tabir yerindeyse onun Arşı, bu katlar artık kelimenin tam
anlamıyla bir “örgüt ve teşkilat” katlarıdır. Bu katlar ile altta yer
alan ilk üç katın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve
zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Alt tabaka ile üst kattakilerin niyeti aynı değil</b></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-4F1mC109R0Y/UyccI3eDx3I/AAAAAAAAvOA/KwvqeNMsbyA/s1600/2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-4F1mC109R0Y/UyccI3eDx3I/AAAAAAAAvOA/KwvqeNMsbyA/s1600/2.jpg" height="400" width="362" /></a></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b> -Hizmet hareketi denince bizler neyi anlamalıyız?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
“Hizmet”
dediğimde piramidin ilk üç katında yer alanların yaptıkları
faaliyetleri kastediyorum. Bunlar, gerçekten Dinî, Ahlâki bir eğitim
hizmeti vermektedirler. Yukarıdaki son üç kat ise bu ilk üç katın
oluşturduğu toplumsal kabul ve değeri kendi “Örgütsel” hedeflerini
gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. Yani, alttakilerin niyeti ile
üsttekilerin niyeti aynı değil. Bu büyük zıtlığı kamufle eden ve
görünmemesini, anlaşılmamasını sağlayan figür ise Hocaefendi’dir. İşte
bu iki zıt durumu birden temsil ettiği içindir ki ciddi çelişkiler
sergilemekten kurtulamıyor. “Bu ne, bu ne” diye insanı hayrette bırakan
halleri, sözleri ve davranışlarının nedeni bu zıtları temsilden
kaynaklanmaktadır. </div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Bu
arada şunu da belirtmeliyim, ben aidiyet olarak hep zemin kata, halka
mensup oldum ama beşinci kata kadar da yükselme imkânı buldum. Hazır bu
kat meselesine girmişken bir hususu daha açıklığa kavuşturmakta yarar
görüyorum. Beşinci kat, yurtiçi ve yurtdışı tüm hizmetlerin yürütüldüğü
konuşulduğu ana meclisi oluştururdu. Hizmetin her meselesi burada ele
alınır, müzakere edilir, karara bağlanır ve uygulama startı verilirdi.
Altıncı kat ise, sadece Hocaefendinin bildiği ve takip ettiği “hayati
hizmetlerin” yürütüldüğü kattı. Tabiri caiz ise Bakanlar Kurulu veya
Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kattı. Bugün karşı karşıya olduğumuz
sorunların failleri ve yürütücüleri bu katın mensuplarıdır. Bunlar da
beşinci katın abileridir.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Bu
mukaddime ve kavramsal girişten sonra, asıl konuya geçebilirim. Ancak
ben yine yüksek hoşgörülerinize sığınarak, konunun daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım bir arka plandan bahsetmek
istiyorum.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Nasıl oluyor da ülkemizde bu tür faaliyetler bu kadar taban ve destek buluyor?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Bence
asıl görmemiz geren nokta burasıdır. Çünkü bu nokta, ülkemizin
geleceğini de yakından ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu çok
önemli bir hususu gözden kaçırdı. O da bu topraklarda yaşayan insanların
bin yıldan fazla bir dini geçmişi ve Müslüman kimliğinin olması gerçeği
idi. Bu kimliği birden bire yok saymak veya yok edileceğini düşünmek,
tıpkı bir fabrikada seri üretim yapıyor gibi toplumu modernleştirmeye
kalkışmak son derece yanlıştı. Az sayıdaki elit tabaka hariç, daha
Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkenin büyük bir kısmında “Din elden
gidiyor” algısı oluştu. Din elden gidiyorsa bu dine sahip çıkıp onun
elden gitmemesini sağlayacak dini liderler mutlaka çıkacaktır. Siz böyle
bir boşluk ve talep oluşturursanız bu boşluğu mutlaka birileri doldurur
ve bu talebe arz eden de bulunur. Hele de bu toplumun kültürel
belleğinde “Mehdi”, “Mesih”, “Müceddit” ve “Asrın İmamı” vs. gibi pek
çok kurtarıcı figür varsa... Bu ünvan ile ortaya atılan herkesin oldukça
büyük destek ve taraftar bulması kaçınılmazdır. Nitekim karşı karşıya
olduğumuz durum tam da budur.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Bir hiç iken kutsal bir davanın neferi olduk</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Siz nasıl bir davet karşılığında cemaate katıldınız?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Benim
gibi bir Anadolu köylüsü, kendisini dışlanmış hisseden önemsiz gören
biri, birden bire “dini kurtarma davasına gönüllü olma” gibi bir davet
alırsa, bu davete hayır deme şansı yoktur. Nitekim ben de diyemedim.
İşte toplumun bir kurtarıcı beklediği yıllarda Bediüzzamanlar, Süleyman
Hilmi Tunahanlar gibi dini önderler bu beklentileri karşılayıp önemli
bir altyapı kurdular. Tam da Hocaefendi gibi yeteneklerin, hatiplerin
değerlendireceği, istedikleri gibi ekip biçebilecekleri bir zemin...
Hocaefendi bu zeminden en iyi mahsulü kaldırmaya soyundu ve bunu da
fevkalade başardı. İnsanlara; “Ey insanlar, gelin, sizi ümit ettiğiniz
yere götürecek kurtarıcı benim, binin benim gemime sizi Hz. Muhammed
limanına taşıyacağım. Acele edin vaktimiz dardır”, diye cami
kürsülerinden 1970’lerde seslenmeye başladığında benim gibi Anadolu’nun
gençleri koşarak gitti ve “Emret hocam hizmetindeyiz” dedi. Önce bu
tarihsel koşulu görmemiz gerekir. Yoksa durup dururken insanlar bu dini
cemaatlere katılıp onların peşinden gitmiyorlar. Orada büyük bir manevi
değer ve anlam buldukları gibi, kendileri de aynı anda bir anlam ve
değer kazanıyorlar. Bir hiç iken, birden bire kutsal bir davanın büyük
bir eri haline geliyorlar. Bu azımsanacak ve kaçırılacak bir paye
değildir.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Biz de kaçırmadık...</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Darbe girişimini bizzat Gülen yürütüyor</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Gülen ile nasıl tanıştınız?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Ben,
Hocaefendi’yi 1970 yılında tanıyıp, ardından birkaç yıl yaz kamplarına
katılıp Orta Anadolu’da, 1976 yılında ilk hizmet evini açan kişiyim.
1998 yılında ise 28 Şubat süreciyle başlayan gelişmeler ile daha önceden
dolmaya başlayan bardağımın taşması sonucu hizmetteki beraberliğime son
verdim. Benim gibi bu yapıya içerden bakamayan, bakmaktan da öte bizzat
o yapıyla bütünleşmeyen hiç kimse onu tanımlayamaz ve tam olarak
anlayamaz. Bugün ülkemizde yaşanan kafa karışıklığı da bundan
kaynaklanıyor. Bu yapı, sosyolojik kurallar ve kalıplar ile anlaşılmayı
fazlasıyla aşan bir derinliğe, gizliliğe ve örgütlenme ağına sahiptir.
İlginçtir, hizmetten kopuşumda büyük payı olan en önemli olay
Hocaefendi’nin 28 Şubat’ta rahmetli Erbakan aleyhine yürüttüğü politika
olmuştu. Bugün ki konuşmam da Başbakanımızın hükümetten düşürülmesine
yönelik Hocaefendi’nin bizzat yürüttüğünde hiç kuşkum olmayan darbe
girişimidir.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Kendini dünyayı fetheden ilk ve son fatih sanıyor</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b></b><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<b><a href="http://4.bp.blogspot.com/-NeLyJCXSvkA/UyccJnji9OI/AAAAAAAAvOI/fwKL4Vo0p60/s1600/3.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/-NeLyJCXSvkA/UyccJnji9OI/AAAAAAAAvOI/fwKL4Vo0p60/s1600/3.jpg" height="400" width="300" /></a></b></div>
</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Hareketin amacı tam nedir?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Hocaefendi,
kendisinin Üstad Bediüzzaman’dan sonraki görevli olduğunu, aynı zamanda
kıyamete kadar kendisinden sonra da kimlerin görevli olacağını
bildiğini, gözünü yumsa bunları bir bir sayacağını sıklıkla söylerdi.
Hatta askerliği sırasında bir ara kendisine “Gayb” perdesinin açılıp
kıyamete kadar nelerin olacağının gösterildiğini, bugüne kadar o gün
gördüklerinden farklı bir gelişmeye şahit olmadığını da söylerdi. Kısaca
“GÖREVLİ” olduğuna hem kendi hem de biz inanıyorduk. Ancak ona
yakınlaştıkça fark ettim ki, Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil,
aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük
Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona
göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya
kendisini inandırmıştı.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Cemaat ne zaman dünyaya açıldı?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
80
ihtilalından sonra hizmet sadece öğrenci evi ve yurt açmayı bırakıp,
resmi dershaneler ve okullar açmaya da başlayınca Hocaefendi bize;
“Görüyor musunuz, Allah şer sandığımız şeyle bize nasıl farklı alanlarda
hizmet imkânı açtı” derdi. Nihayet 90’lı yılların başında Rusya
dağılınca rahmetli Özal’ın da büyük teşvikiyle Orta Asya’ya gidildi ve
orada okullar açıldı. Hocaefendi dünyayı fethetmeye doğru önündeki
engellerin bir bir kalktığını, açılan okullar sayesinde Rusya’yı
fethettiği gibi bir gün Amerika’yı da fethedeceğini söylüyordu. Tabii
kendisi Amerika’ya gidince konuşmalardan bu sözleri çıkarılıp sansür
edildi. İlk Amerika’ya gittiği sıralarda cemaatin ilahiyatçı ağabeyleri,
hadislerde geçen Kisra’nın “Beyaz Evi” olarak zikredilen İran sarayının
Müslümanlar tarafından kıyametten önce mutlaka fethedileceğine dair
haberleri Hocaefendi’nin “Beyaz Sarayı” fethetmesine bir işaret olarak
yorumladılar. Cemaat artık Fetullah Hoca’yı, Amerika’dan tüm dünyayı
fethetmeye giden Müslüman lider olarak algılıyordu.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Bu bir hayal ve ütopya mıydı?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Bu
bir hayal falan değildi. Bu inanılan ve uğrunda hiçbir fedakârlıktan
kaçınılmayan bir idealdi.Tüm hizmet tam da bu hedefe uygun olarak dizayn
ediliyordu. Akıl almaz bir organizasyon vardı. Devletin bile
tutamayacağı istatistikler tutuluyordu. Her yılın hizmet planı stratejik
olarak planlanıyor, insan gücü, finansman desteği, siyasi destek vs.
her şey inceden inceye planlanıyordu. Bu hareket eşi benzeri görülmemiş
bir örgütlenme disiplinine ve düzenine sahiptir. Hedefe ulaşmak için tüm
Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittik.
Bu hareket başka birşey için değil sadece ve sadece devleti ele geçirmek
için varoldu ve çalıştı. Öyle hassas bir şekilde çalışıldı ki mesela,
bu yıl kaç öğrenci evi açılacak, kaç yurt, kaç dershane, kaç okul ve
diğer tüm hizmet alanları tek tek belirleniyordu. Ardından da öğrenciler
hizmette duyulan ihtiyaç alanlarına göre üniversitelerde bölümlere
yönlendiriliyordu. Ne kadar hukukçuya, öğretmene, doktora vs. ihtiyaç
var ona göre başarılı öğrenciler üniversitelere yerleştiriliyordu. İşte
bu sistemli çalışma doğru sonuçlar veriyor ve hizmet inanılmaz şekilde
büyüyordu. Yurt genelinde ilgilenilen öğrencilere Hocaefendi’ye bağlılık
derecesinin ölçüldüğü puanlar verilirdi ve buna biz “beşlik sistem”
diyorduk. Hocaefendi hocalıkla, din adamlığıyla değil örgüt kurmak ve
planlamakla uğraşırdı. O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din
adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı. </div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Dine değil Hocaefendi’nin kaprislerine hizmet etmişiz</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Taban bunu nasıl görüyor?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Cemaat
tabanında başından beri bir devlet düşmanlığı, ülkeyi yönetenlerin
İslam düşmanı olduğuna ilişkin oluşturulmuş bir ön yargı ve ön kabul
olduğu için, bu devleti ele geçirmek, onun içinde örgütlenmek kötü bir
şey değil tam aksine harika bir şeydi. Biz din iman adına bir şeyler
yaptığımızı sanıyorduk. Meğer yaptığımız şey, Hocaefendi’nin hırsına ve
kaprislerine hizmet ve tam tersine İslam’ı ve Müslümanları dünya
tarihinden silmek isteyen ne kadar şer güç varsa onların planlarına
hizmet edip ondan bir parça haline geliyormuşuz.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Toplanan himmetlerin yüzde 15’i hoca’nın kasasına teslim edilir</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Para kaynağını nasıl açıklarsınız?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Bu
beslenmiş ve güçlendirilmiş inanç nedeniyledir ki Hocaefendi cemaate;
“Bize bir gazete lazım” deyince gerekli finans anında sağlanıyordu.
Samanyolu televizyonunun açılması için yurt genelinden özel kampanya ile
yardım toplamıştık. Sadece benim görev yaptığım bölgeden 80 kilo altın
sadece hanım kardeşlerimizin ziynet eşyalarından toplanmıştı. Nakit
paralar hariç... Gerisini siz düşünün...</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Her
vilayette kazalar da dâhil “Himmet” denilen yardım toplantıları olurdu.
İnsanlar yıllık taahhütlerde bulunurlardı ve bu taahhütlerini bir yıl
boyu öderlerdi. Memurlar için maaşlarının asgari yüzde 10’u istenirdi.
Esnaflar zekatları da dâhil olmak üzere kazançlarının büyük bir kısmını
verirlerdi. Tüm ülkede toplanan bu yardımların yüzde 15’i örtülü ödenek
olarak nakde çevrilip Hocaefendi’nin özel kasasına teslim edilirdi. İşte
Hocaefendi hediye ettiği altın saatleri, değerli tespihleri vs. hep bu
paradan harcar. Tabii Amerika’daki seçim yardımlarını da... Miktarını
sadece Hocaefendi bilir. İnsanlar bindikleri mütevazı arabalarını satıp
himmet borçlarını ödediler. Oturdukları gecekondularının tapularını
bağışladılar... Dünya tarihi böyle bir fedakârlığa, Asr-ı Saadet hariç
başka hiçbir devirde şahit olmamıştır.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Peki, bu nasıl mümkün oldu?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Hepimizin
büyük katkıları ve tabii başta da Hocaefendi’nin vaaz ve nasihatleri
sayesinde oldu. Böylece cemaatte öyle bir “Hizmet” algısı oluşturuldu
ki, bu bir iman idi. Cemaat için artık “Hizmet” dendi mi akan sular
duruyordu. Hizmet için ver dendi mi veriyorsunuz. Öl dendi mi
ölüyorsunuz. Öyle güce sahip olmuştu ki, önüne Hizmet eklediğiniz her
şey anında caiz hale geliyordu. “Hizmet” de ne istersen yap! Evet, işte
bugün bu inanılmaz ve akıl almaz şeyler böyle oluyor. Amirin değil
ağabeyinden emir alacaksın, hizmet budur dendi mi artık Cumhurbaşkanı da
söylese o dinlenilemez. Hizmet de telefon dinle, Hizmet de kameraya
çek. Hizmet de mahrem alana gir. Hizmet de başını aç. Hizmet de yalan
söyle. Hizmet de rüşvet al. Hizmet de şantaj yap. Hizmet de... Ne
yaparsan yap... İşte devletin içinde kılcal damarlara kadar böyle
girilebildi. İşte devlet böyle “Klonlandı.” Bu hareketi kim
engelleyebilir, kim bu hareketin önüne geçebilir ki?! Allah bu millete
ve ülkeye merhamet etti de hareket ülkenin en güçlü siyasi iktidarına ve
Başbakanına hamle yaptı. Bu girişim Başbakanımıza ve AK Parti
hükümetine değil de başka bir iktidara karşı yapılmış olsa idi ülke
kayıtsız şartsız Hocaefendi’nin örgütü tarafından yönetiliyor olurdu.
Hoca da Gölbaşı’ndaki Beyaz Saray’ına oturuyor olurdu.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>28 Şubat’ta ‘Hükümet düşecek herkes görevini yapsın' emri verdi</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Sizin için kopuş ne zaman başladı?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Rahmetli
Erbakan, dişiyle tırnağıyla var ettiği Milli Görüş hareketi artık yavaş
yavaş yerel yönetimler başta olmak üzere siyasi başarılara imza atmaya
başlamıştı. </div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Refah-Yol
koalisyon hükümeti kuruldu. Müslümanların başarısından iç ve dış güçler
rahatsızdı. Düğmeye basılmıştı ve Erbakan düşürülecekti. Tüm aktörler
seçilmişti. Tabii baş aktör de her zaman olduğu gibi bizimkiydi...
Komplolar devrede, medya devrede, asker devredeydi. Çağın çilekeş ve
yılmaz adamına tezgah üstüne tezgah kuruluyordu. Karar verilmişti.
Erbakan bitirilecekti. Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten
kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye
edilmesini isteyen Hocaefendi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı.
Beşinci kat meclis toplantısındayız. Erbakan hoca hakkında atıp tuttu.
“Bu adamlar mı İslam’ı temsil edecek” diye hafife alıp aşağılıyordu.
Hatta bir ara öyle galeyana geldi ki; “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek
ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. Kararını verdi. “Hükümet
düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Gazete ve televizyon hükümet
aleyhine çalışacak. Belde imamları da başta askeri erkân olmak üzere
devlet adamlarını ziyaret edecek ve bizim bu Milli Görüşçüler’le
alakamızın olmadığı, bizim onlardan farklı Müslüman olduğumuz
anlatılacak, Refah Partisi’nin ilgası için bize ne görev verilirse
yapmaya hazır olduğumuz söyleyecekti. Bunu yerine getirmeyen tek
kişiyim. Bu da benim sonumu getirecekti. Yine aynı yerde toplantıdayız.
Hükümet direniyor. Elinde Zaman gazetesiyle geldi ve “Bir hükümeti
düşüremeyen bu gazete yerin dibine batsın çıkarmayın daha iyi” dedi. Bu
arada şunu hatırlamadan geçemem. Hani gündeme bomba gibi düşen “Beddua”
var ya, Hocanın bedduası yeni değil, ilk defa yapıyorum demesine da
bakmayın, zira ekseriya beddua eder. Ben Bandırma’da Ramazan himmeti
toplantısında konuşuyorum. Gecenin geç vaktinde İstanbul esnafından
ileri gelenler de gelmişlerdi onlarla sohbet ediyoruz. İçlerinden biri
dedi ki, “hocam size bir müjdem var. Dün gece teheccüt vaktinde hacet
namazı kıldık. Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler
gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi
ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.” Bunu
bana müjde diye söylüyordu. Rahmetli Erbakan’ın ne kadar yaşadığı malum,
bu son bedduayı dinleyince bazı arkadaşları arayıp dedim ki; “Sayın
Başbakanımıza müjde verin inşallah ömrü çok uzun olacak, çünkü Fetullah
Hocanın ölmesi için beddua ettiklerini Allah ona inat çok uzun
yaşatıyor.”</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Fethullah hoca kavgayı bitirmez</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Bundan sonra ne olur?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Hiç
tereddüt etmeden söylüyorum, Hoca bu kavgayı sonlandırmaz. Yurtiçinde
ve dışında Başbakan’ı bitirinceye kadar durmayacaktır. Fakat burada
şunu da belirtmeliyim ki, bu kavga Hoca ile Başbakan arasında süren bir
kavga değildir. Bu Türkiye’nin geleceği ve Ortadoğu’nun nasıl
şekilleneceğine dair uluslararası bir projenin kavgasıdır. Bu kavganın
hiç kuşkusuz birinci tarafını Başbakanımız oluşturuyor. Dünya da bu
lideri içeriden biriyle vurmak istiyor. Buna ise her zaman gönüllü
olacak hazır kıta bekleyen bir aktör de var... Bu aktör bir taraftan
kendi hesapları için buna hazır, diğer taraftan da ondan bu görevi
isteyenlere karşı borçlu olduğundan hazır... </div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-AK Parti’nin kurulmasına nasıl baktı?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Hizmet
yıllarında beraber olduğumuz çok değerli bir ağabeyimizin oğlu
Amerika’da hem şirket işlerini yürütüyor hem de hizmetlerle
ilgileniyordu. Tam AK Parti’nin kurulma günleriydi. O delikanlı anlattı.
Şöyle dedi: “Hocaefendiyi ziyarete gitmiştik. Orda kendisine Tayyip
Erdoğan’ın parti kuracağını sordular, nasıl değerlendiriyorsunuz,
dediler. Tebessüm ederek şöyle dedi: “Ben söylemeyim Kuran söylesin,
deyip kalktı Kuran’ı eline alıp rastgele açtı, (buna “Kuran ile Tefeül”
denir), oradan bir ayet okudu, ayet güya “onlar hayal peşinde
koşuyorlar” diyordu. Ardından da şöyle söyledi: Bunlar devlet yönetmeyi
ne zannediyorlar. Devlet yönetmek belediye başkanlığına benzemez.”</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Daha
parti kurulmadan bile o partiyi ve kurucusunu, hem de Kuran ayetiyle
idama mahkum eden bir zatın bu harekete karşı nerede durduğu gayet açık
ve nettir. Bu nedenle referandum da dâhil Hoca hiçbir zaman AK Parti’yi
desteklememiştir. Oy vermek desteklemek değil çünkü... O askeri vesayeti
devirmek için destekledi ve bu desteğin, gönülsüz desteğin bedelini de
şimdi nasıl ödetiyor görüyorsunuz...</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>GÜLEN'İN GEÇMİŞTE KRİTİK ÇIKIŞLARI</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>ÖZAL'I SEMT İMAMI BİLE YAPMAM</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Rahmetli
Turgut Özal’ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu.
Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini
aktarmış ve şöyle demişti: “Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal’ı
kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal’a semt imamlığı verir
miydim bilmiyorum” dedi.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>ERBAKAN'A ÖLSÜN BEDDUASI</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Necmettin
Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış
pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp
tuttu. Hatta “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o
İslam” diyordu. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Biri
anlattı: “Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler
gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi
ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.”</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>BEDDUA VE ÖVGÜ</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Demirel
için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım
sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ödül
töreninde Süleyman Demirel’e hitaben; “Söz sultanının yanında söz
söylenmez...” diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak
gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu?</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>TCK 163. Madde kalkmasın diye Özal’a rica etti</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>-Nasıl bir karaktere sahiptir?</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Egosantrik
bir karaktere sahip olan Hocaefendi, daha çocukken kendisinin büyük bir
insan olacağına inanmış ve kendini hep öyle görmüştür. Bu düşüncesinden
olmalıdır ki değer gören herkesi kıskanır ve ondan rahatsızlık
duyardı. Bu nedenle, etrafındaki insanların, gözleri başarılı
insanlara kaymasın diye sürekli onları küçümserdi. Örneğin, rahmetli
Necip Fazıl için hep şöyle derdi; “bizim Abdullah Aymaz hoca ondan çok
iyi yazar” derdi. Ama ne zaman ki Necip Fazıl üstat vefat etti, aynen
şöyle diyordu: “İslam dünyası Sultan-ı Şuarasını kaybetti. Yeri dolmaz
bir şair, hatip ve edipti.” Çünkü artık ölmüştü ve Hocaefendi için rakip
olmaktan çıkmıştı. Rahmetli Özal ile ilgili bir bilgiyi daha sizinle
paylaşmalıyım. Rahmetli, Müslümanların başının belası 163. Maddeyi
kaldırmıştı. 163. Maddeyi kaldırmaması için Özal’a ne kadar ricacı
olduğunu anlatamam. Hocaefendi’ye göre 163. Madde kalkarsa her sokak
başında bir şeriat partisi kurulacaktı... </div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>İLAHİYATÇI PROF. AHMET KELEŞ’İN CEMAAT YILLARI</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Hizmet rotadan sapınca ayrıldım</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
1973’de
bir yaz günü Fetullah Hoca’nın vaaz kasetini dinleyip, aynı yaz İzmir’e
giderek kendisiyle tanıştım. İlk tanışmaya da beni, Eski İzmir Otogarı
yanındaki camide görevli olan hizmetin en ünlü hocalarından Mehmet Ali
Şengül hocam götürmüştü. Her yaz düzenlenen öğrenci yetiştirme
kamplarına katıldım: Buca, Edremit kampları başta olmak üzere... Daha
Ankara’da ilk hizmet evlerinin açılmaya başladığı yıldı. Meşhur Necati
Bey Caddesi’nde açılan ilk hizmet evinde, hizmetin duayenlerinden ve
hala da hizmetin kurmay ekibinden olan Naci Tosun’un ile irtibata
geçerek Kırıkkale’de ilk öğrenci evini açıp hizmeti başlattım. </div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Elinden tuttuğumuz isimler</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Arkasından
çok kıymetli bir hizmet dostum ve arkadaşım olan (M. İ. B.) İle
birlikte Yozgat ve civarında, kazalar dâhil evler ve yurtlar açtık.
Sayın Ekrem Dumanlı Yozgat’ta ilk elinden tuttuğumuz gençlerdendi.
Hizmete kazanılmasında bir ağabeyi olarak çok emeğim vardır ve bunu hiç
unutmadığından eminim. Orta Anadolu’nun hemen her yerine gece gündüz
koşarken, 1980 İhtilalı oldu. Hocaefendi’nin arandığı yıllar başladı.
İhtilal bütün hesaplarımızı bozdu. 1983 de hem Kayseri’deki hizmetlerle
ilgilenmem hem de bu arada bir fakülte okuyup askere gitmemem için
Kayseri İlahiyat Fakültesi’ne girdim. 1983-1993 yılları arasında tam on
yıl Kayseri ve çevresinde hizmette bulundum. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan
ile birlikte çalıştık. Kayseri ve civarında o kadar meşhur olmuştum ki,
Kayseri’nin en büyük camii Sanayi Camii’nde vaaz ediyordum ve cemaat
saatler öncesinden camiyi dolduruyordu. Kayseri’de hizmetler çok
gelişince hizmetin az geliştiği yerlerden olan Balıkesir vilayetine
tayinim çıktı. 1993 yılında orada göreve başladım. Bölge imamı olarak
çalıştım. Hizmetten kopuş sürecim de burada başladı... Açılım süreçleri,
siyasete girmeler ve 28 şubat... 1998 yılında Hocaefendi Amerika’ya
gitmeden... Kendisine yapılan yanlışları ve hizmetin rotasından
saptığını söyleyerek hizmet yolculuğuma son verdim. Yoksa hamdolsun biz
her an Allah yolunun hizmetkârlarıyız...</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>Rektörlüğe aday oldum</b></div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
Cemaatten
ayrılınca bana Balıkesir’i acilen terk etmem söylendi. Gidecek yerim
yoktu. Hiçbir sosyal güvencem vs. yoktu. Sadece Kayseri’de yaptığım
doktoram vardı. Bana seni Diyarbakır’a aldıralım, başka hiçbir yere
giremezsin, dediler. Gerçekten de giremedim. En son 1998 Eylül’ünde
Diyarbakır’da İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalında Yardımcı Doçent
olarak göreve başladım. 2004’te doçent, 2009’da da profesör oldum. 2012
yılında bir garip olarak gittiğim Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi
Rektörü adayı oldum.</div>
<div style="line-height: 1.7; margin: 0px 0px 12px; padding: 0px;">
<b>STAR</b><br />
<br />
Bu röportaj <a href="http://www.habervaktim.com/haber/364529/gulen-cemaatinin-piramidi-ortaya-cikti.html">http://www.habervaktim.com/haber/364529/gulen-cemaatinin-piramidi-ortaya-cikti.html</a> <br />
linkinden alınmıştır. <b><br /></b></div>
</div>
</div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-440534068694976292014-01-16T10:54:00.001-08:002014-01-16T10:54:32.842-08:00Erdoğan'ı ameliyat masasında kim öldürmek istedi?<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="title">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-aw7pdBdp5L8/UtgpwvREo_I/AAAAAAAAu1o/OYh6IFmuxug/s1600/rte.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-aw7pdBdp5L8/UtgpwvREo_I/AAAAAAAAu1o/OYh6IFmuxug/s1600/rte.jpg" /></a></div>
<div class="short_content">
Gazeteci
Yazar <b>Hüdaverdi Allahverdi</b>, Başbakan Erdoğan'la ilgili çok çarpıcı bir
yazı kaleme aldı. Erdoğan'ı ameliyat masasında kim öldürmek istedi?</div>
<div class="content content_12" id="news_content">
Başbakan Erdoğan'da ameliyat masasında kaldırılmayacaktı. Birileri bunu uygulamaya koymak için ellerinden geleni yaptılar.<br />
<a name='more'></a><br />
Şimdi
söyleyeceklerimi eminim ki sizde “Yok canım” tarzından
değerlendireceksiniz… Ama emin olun bu söylediklerimin hepsi gerçek ve
bunlar bu ülkede yaşandı… Bugün olanları anlama noktasında biraz
eskilere gitmek gerekiyor…”kefen, ölüm, ameliyat”ın neden Erdoğan
tarafından sık sık kullanıldığını o zaman anlarız<br />
<br />
Bu ülkenin
Başbakanı bir araç içerisinde kaldı, kapılar kitlendi ve balyozlarla
araç kırıldı….2006 yılında rahatsızlanan Erdoğan'ı hastaneye getiren
korumalar, aracın anahtarının içerde kalması ve kapıların otomatik
olarak kilitlenmesi üzerine panik yaşadı. Korumalar, hastanenin yanında
çalışan inşaat işçilerinden alınan balyoz ve kesici aletlerle aracın sol
ön kapı camını kırarak Erdoğan'ı sedye ile Güven hastanesine
kaldırdılar. Bilinci kapalı bir şekilde hastaneye kaldırılan Erdoğan,
“Üşüyorum üstümü örtün” diyordu…<br />
<br />
Bu örneği niye verdim, bu
ülkenin Başbakanlarını siyasetten koparmanın en iyi yoludur, hasta
yatağından onu kaldırmamak. Rahmetli Ecevit ile ilgili bugün hastane
tedavisinde söylenenler hala ortada…Bir hastane tedavisi sonrası Ecevit
ülkeyi yönetemeyecek hale getirildi…<br />
Başbakan Erdoğan’da ameliyat masasında kaldırılmayacaktı. Birileri bunu uygulamaya koymak için ellerinden geleni yaptılar.<br />
<br />
Başbakan
iki defa ameliyat geçirdi…Birinci operasyonda ters giden bir şeyler
fark edildi. Başbakan Erdoğan’ın önce hastanesi değiştirildi daha sonra
da onu ameliyata alacak olan ekip Sağlık Bakanlığı tarafından haber
verilmeden Türkiye’nin farklı yerlerinden toplandı ve hastaneye
getirildi. Onlara önemli bir ameliyata girecekleri ifade edildi ve
hastaneye gelene kadar Başbakan Erdoğan’ın ameliyatına gireceklerini
bilmiyorlardı. Ameliyatı yapan ekip güvenlik gerekçesi ile
değiştirilmişti. Başbakan Erdoğan’ın ameliyat masasından
kaldırılmayacağı ile ilgili alınan istihbarat üzerine çalışma
yapılmıştı. Birileri Başbakan Erdoğan’ı ameliyat masasında öldürmeye
kararlıydı.<br />
<br />
Başbakan Erdoğan’ın bu istihbarat sonrası getirildiği
hastanede operasyonu yapacak ekipteki doktorlar Başbakan Erdoğan’ın
kılına zarar gelmesin diye adeta göğüslerini siper ettiler. Ameliyatta
kullanılacak olan malzemeler başında saatlerce nöbet tuttular.
Malzemelere dışarıdan bir şey karıştırılmaması için azami özen
gösterdiler.<br />
<br />
Başbakan Erdoğan ameliyat edildi ve ameliyat
başarılı gerçekleşti. Daha sonra yapılan açıklamada "Sayın Başbakanımız
26 Kasım 2011 tarihinde laparoskopik yöntemle başarılı bir sindirim
sistemi ameliyatı geçirmişlerdir. Ameliyat Sayın Başbakanımızın
programının müsait olması nedeniyle 26 Kasım tarihinde gerçekleşmiştir.
Sayın Başbakanımızın sağlık durumu yerindedir. Doktorların gerekli
gördüğü istirahatin ardından, Sayın Başbakanımız çalışmalarına
başlayacaktır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur." Dendi.<br />
<br />
Başbakan
daha sonra iyileşme sürecinde tedavisinin devamı olarak ikinci bir
ameliyat geçirdi. Erdoğan'ın vücudundan daha önceki ameliyatında takılan
ve kanının temizlenmesine yardımcı olan bir cihaz çıkarıldı. Ameliyat
bölgesindeki dikişleri alındı.<br />
<br />
Başbakan ölüm kalım mücadelesinde
bulunurken birileri MİT krizini çıkardı ve Başbakan Erdoğan o ameliyatlı
haliyle bir de bunlarla uğraşmak zorunda kaldı…<br />
Başbakan Erdoğan,
defalarca suikasttan kurtuldu ve bunları bu millete anlatmadı. İçeride
hainleri çok fazla deşifre etmedi, tedbirini aldı Allah’a havale etti.
Dışarıdan özellikle su içmemeye özen gösterdi. Suyunu sürekli olarak
arabanın bagajında taşımaya özen gösterdi. Hatta Mahmut Efendi
Hazretlerini hastalığından sonra ziyaret ettiğinde yanındakilere aynen
şunu söyledi: “Efendi hazretlerine açık su içirmeyin”<br />
<br />
Başbakan’ın
bugünlerde kefenden musalla taşına kadar ölümü hatırlatıcı birçok
beyanı tekrar dillendiriyorsa, “Bu can bu bedende olduğu sürece
korkmayın” diyorsa, sürekli olarak kendi ameliyat masasını hatırlayıp,
“Bu ülkede ameliyat yapılmasına izin vermeyiz” diyorsa siz Fetih
Süresini okumayı sıklaştırın, günde 500 defa ya Settar çekmeye devam
edin….Başbakan Erdoğan 10 yıl içerisinde 30’dan fazla suikasttan
kurtulduysa bunda yaptığınız ve yapacağınız duaların etkisi çok
fazladır…Allah dualarınızı kabul etsin…<br />
<br />
Acizane olarak şunu rica
etmek istiyoruz; seçimlere kadar Eyüp Sultan Hazretlerinin Türbesinin
açılması manevi dünyadan isteniyorsa biz de bunu Başbakan Erdoğan’dan
rica ediyoruz…Seçimlere kadar Eyüp Sultan türbesinin sürekli açık
tutulması önemlidir…Unutulmamalı ki Bedir’de 3 bin melek, Uhud’da beş
bin melek yardıma gelmişti…Ne kadar çok büyük sıkıntı o kadar yardıma
ihtiyaç var…<br />
<br />
11 Ocak 2014<br />
<br />
Haberin kaynağı: <span class="fbPhotosPhotoCaption" data-ft="{"type":45,"tn":"*G"}" id="fbPhotoPageCaption" tabindex="0"><span class="hasCaption"><span class="text_exposed_show"><a href="http://www.kanalahaber.com/haber/gundem/erdogani-ameliyat-masasinda-kim-oldurmek-istedi-157315/" rel="nofollow nofollow" target="_blank">http://<wbr></wbr><span class="word_break"></span>www.kanalahaber.com/haber/<wbr></wbr><span class="word_break"></span>gundem/<wbr></wbr><span class="word_break"></span>erdogani-ameliyat-masasinda<wbr></wbr><span class="word_break"></span>-kim-oldurmek-istedi-15731<wbr></wbr><span class="word_break"></span>5/</a></span></span></span></div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-19136165847467573752013-12-20T11:53:00.000-08:002013-12-20T12:05:23.550-08:00Rockefeller'den Son Yüzyılın En Büyük İtirafları <div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="short_content">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-4kKgH5dFggY/UrSilTnFuzI/AAAAAAAAu0g/A7QAAa96zck/s1600/000.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://4.bp.blogspot.com/-4kKgH5dFggY/UrSilTnFuzI/AAAAAAAAu0g/A7QAAa96zck/s1600/000.jpg" /></a></div>
<span style="font-size: large;"><b>ABD'li Yahudi bankacı iş adamı David Rockefeller den son yüzyılın en büyük itirafları.....</b></span></div>
<div class="short_content">
<span style="line-height: 1.6em;">ABD’li
Yahudi bankacı işadamı David Rockefeller, son yüzyılın en büyük
itiraflarını yaptı. Rockefeller’e atfedilen bu itiraflar, aslında
hepimizin bildiği tarihi gerçekler..</span></div>
<div class="short_content">
<div class="text_content" id="news_content">
<br />
<b>İşte David Rockefeller’in söyledikleri:</b><br />
<br />
<b>TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK</b><br />
<a name='more'></a>Mesela
Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı
savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes
gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog
kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı
adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi
yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama
yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar
tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı
sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını,
diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar
benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul
etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk
defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu.
Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler
yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre
için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi
ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla
beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve
yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın
baskısıyla onu idamdan kurtardı.<br />
<b>1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI</b><br />
Aynı
ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda
yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor
ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı.
Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma
ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer
az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve
serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest
bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar,
fakat işi uzatıyorlardı.<br />
<b>BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ</b><br />
En
sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü.
Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol
ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi
göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde
halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu.
Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye
gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı.
Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar.
Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak
çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında
eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir
serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma
ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara
geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün
olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı
darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona
ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş,
sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz
bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu
kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.<br />
<b>ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI</b><br />
Askeri
hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir
kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim
isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı.
Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk
önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü
düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu.
Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi
artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına
sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız
bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda
başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla
sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu
malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans
şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir
borç batağına sürükleniyorlar.<br />
<b>TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ, ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU</b><br />
Bu
arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş
yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum
sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun
yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet
yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli
entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş,
dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar
görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük
işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas
dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz
yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu
işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz
fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.<br />
<b>“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ” HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK</b><br />
Beyni
yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin
gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı.
Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma
geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya
başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık.
Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini
ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini
istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt
devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı.
Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda
koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta
varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek
durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir
süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca
hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.<br />
<b>TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ… SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA</b><br />
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;<br />
Türkiye
hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik
konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:<br />
Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.<br />
İkincisi,
Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir.
İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.<br />
Üçüncüsü,
Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz
gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim
olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen
elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de
yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine
düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında
hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her
an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki
adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen
istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.<br />
<b>EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR</b><br />
Dördüncüsü,
ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden
dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale
gelecek.<br />
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin
beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan
büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya
ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni
olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler,
Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük
uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali
yüksektir.<br />
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış
olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk
yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi
toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya
medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin
araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin
yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin
araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz”
manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000
civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı
deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi
yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay
Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında
kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla
faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer
tapınaklarından gelir.<br />
Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan
Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış
olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya
tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti
başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra
piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve
İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde
yapmışlardır.<br />
<b>MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK</b><br />
Medeniyetin
beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile
bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak
hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı
olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum
kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek
için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek
tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş,
rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.<br />
Aslında
insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama
insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.<br />
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.<br />
<b>OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI</b><br />
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.<br />
Rothschild:
Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci
Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en
önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol
yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için
çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o
zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin
desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize
karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı.
Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri
ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup
kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla
ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli
adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde
yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde
olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş
devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların
çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız
harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı;
ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine
ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi
şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı
sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani
sentezi oluşturdu.<br />
<b>HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR</b><br />
İkinci
Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan
ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal
topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya
yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in
bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim
tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman,
Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı
Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya
savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü
Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin
bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu
Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin
hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile,
yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan
baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere
kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden
Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve
söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde
milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi
aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere
uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece
Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da
Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.<br />
<b>ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI</b><br />
Almanlar’dan
nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı
Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları
Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı.
Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için
Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman
şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası
atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına
rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için
yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına
göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.<br />
<b>İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ’NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU</b><br />
Ve
böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail
Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle
kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden
ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller,
Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar
devreye giriyordu.<br />
<b>SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ</b><br />
Sovyetler
Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği
için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği
ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü
tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları
açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve
kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler
Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve
bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.<br />
<b>ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK</b><br />
Çin
ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle
süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz,
dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda
bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi
bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.<br />
<b>VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI</b><br />
Size
dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam
savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah
endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve
silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden
çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler
üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa
sürüklendi.<br />
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma
hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu
ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik
savaş denemeleri yapıldı.<br />
Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı
reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine
ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.<br />
Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.<br />
Endonezya
devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik
Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca
sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.<br />
Afganistan savaşı
Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz
de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir
fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına
sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz
altındadır.<br />
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak
başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini
bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla
silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas
ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri
yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha
fazla borç almakla mümkün oluyordu.<br />
Saddam dolduruşa getirilerek
başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha
çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş
bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu
savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu
bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki
yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine
yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.<br />
1990
Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası
bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve
yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba
olarak kurbanlarını bekliyorlar.<br />
Rotthschild konuşmasına “Bu
ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım
söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller
devam etti.<br />
<b>ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA,
DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY,
ANGOLA’DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI</b><br />
Zaire
devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu,
George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.<br />
Çad
Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen
Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.<br />
Yemen
1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle
savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.<br />
Guatemala’da
hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953
yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri
hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.<br />
Şili’de
General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim
isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik
Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa
sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin
olduk.<br />
Brezilya da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke
yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik
Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri
oldu.<br />
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile
bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.<br />
1990’lı
yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında
ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla
dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.<br />
Fiji,
Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı
gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve
hala ölmeye devam ediyor.<br />
Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti,
Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya
ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın
bir parçasıydı.<br />
<b>BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ</b><br />
Avrupa
ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri
sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.<br />
İstanbul’daki
sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları,
bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için
yaptırıldı.<br />
New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve
Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız
doğrultusunda icra edildiler.<br />
Ben “dünyada el atmadıkları başka
ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni
şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini
tamamladı;<br />
<b>DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ</b><br />
“Bu
arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var.
Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı
bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor.
Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin
haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde
işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı
bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha
çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında
çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir,
çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız
ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün
bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para
ve rüşvetler dahildir.<br />
<b>NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR</b><br />
Bu
örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı.
Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel
Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını
görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri
vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın
diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim
ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak
istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar.
Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için
çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla
bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha
da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı
uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde;
refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim
emirlerimizi bekliyorlar.<br />
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında
yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında
yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre
işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların
üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa
giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve
tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir
maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar.
Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün
geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.<br />
İlk önce bütün
bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer
ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu
hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve
ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen
insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün
bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu…</div>
<br />
Bu yazı <a href="http://www.habervaktim.com/haber/355122/rockefellerden-son-yuzyilin-en-buyuk-itiraflari.html">http://www.habervaktim.com/haber/355122/rockefellerden-son-yuzyilin-en-buyuk-itiraflari.html</a> linkinden alınmıştır. </div>
</div>
Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-26529403494935300582011-10-11T21:20:00.000-07:002011-10-11T21:20:00.955-07:00C vitamini ile spor, kanser ve gribin ilacıKış geldi gelecek. Havalar soğumaya başladı. Yakında sobalar yanacak, kaloriferler çalışmaya başlayacak. Buna bağlı olarak da, günümüzün çoğu zamanını kapalı mekanlarda geçirecek, bakteri, virüs, mikro küçüklükte mantarlarla koyun koyuna yaşamaya başlayacağız. Yağmur, çamur, kar, soğuk havalarda devreye girince sağlıklı kalmak epey zorlaşacak.<br />
Bilim dünyası kapıya gelip dayanmış bu tehlike nedeniyle, daha şimdiden, 'Aman dikkat!' nitelikli uyarılarda bulunmaya başladı bile.<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
<b>NİYE HASTALANIRIZ?</b><br />
İnsan organizmasında, 'İmmun sistem' yani, doğal savunma sistemi denen bir yapı vardır. Bu yapı, eğer bilinçli beslenmeyle ihtiyacı olan, mineral, elektrolit, enzim, hormon, vitamin, kimyasallara sahip kılınırsa, her türlü virüs, bakteri, mikro mantarı, tesirsiz hale getirebilir. İlgili konuda yapılan araştırmalara göre, kimin organizma doğal savunma sistemi güçlüyse, o kişi kışı dipdiri atlatabiliyor.<br />
Dr. Ulrich Th. Strunz bakın bu konuda ne diyor; 'Doğru dürüst beslenmesini ve sağlıklı kalmak için ihtiyacınız olan hormonları kendi içinizde üretmeyi (Salgılatmayı) bilmiyorsanız sağlıklı yaşayamaz, kışı diri geçiremezsiniz.<br />
Mesela C vitamini buna bir örnek. Çoğu kişi 200-250 mg C vitamininin ihtiyaca kafi geleceğini söyler. Oysa bu miktar sadece dişlerin dökülmemesi için gerekli miktardır. C vitamini doğal savunma sistemini yöneten gerçek bir liderdir. Bir defa, organizmadaki tüm yapı bozukluklarının sebebi olan serbest radikaller, ancak yeteri miktarda C vitamini varsa tesirsiz hale getirilir. Aksi halde, hücre zarları okside olur, organik çöküş başlar.<br />
Tabiat ana, böbreklerimize C vitamini depo etme özeliği vermiştir. Böbrekler 3-5 gr. C vitamini depo ederler. Her gün alınacak 2000 mg. C vitamini ile bu depolar sürekli dolu olur ve doğal savunma sistemi organizmayı her türlü yıkıcı gelişmeden korur. Bu nedenle özellikte kışın ve her gün bol miktarda C vitamininden zengin sebze ve meyve tüketilmelidir.<br />
Kış günleri ve yeteri kadar hareket yapılmadığı zaman, vücut ısısı düşer ve hayati öneme sahip, testosteron ve insan büyütme hormonu salgısı azalır. Eğer, hergün en az 45 dakika müddetle yürüyüş, kültür fizik yapılırsa, vücut ısısı 1-1.5 derece artar. Bunun soncunda İmmun sistemini ayakta tutacak, enzim, hormon (Testosteron, insan büyütme hormonu, yağ yakan enzim) salgısı fazlalaşır, doğal savunma sistemini zayıflatan Cortisol hormonu salgısı azalır.<br />
Böbreklerindeki C vitamini deposu sürekli dolu tutulan kişiler, her gün 45 dakikalık spor etkinliğini sürdürürse, organizmadaki yağ hücrelerini küçülten mekanizmada harekete geçer ve yağ yakma enzimi üretimi artar. Bu durumda ilgili kişi düzenli olarak yağ yakarak incelir. Hem de güçlü bir doğal savunma sistemiyle.<br />
<br />
KANSER VE SPOR<br />
Güçlü hale getirilmiş doğal savuma sisteminin kanseri önleyen, katil hücre sayısı yüzde 30-40 oranında artar. Bu hücreler, virüslerin, bakterilerin, mikro mantarların yanı sıra, kanser hücrelerinin de yok edilmesini sağlar.<br />
İnanması güç ama organizmamızda her gün dört defa yoğun hücre dejenerasyonu olur. Her gün dört defa kansere yakalanma riskiyle karşı karşıya geliriz. Güçlendirilmiş doğal savunma sistemi ve fazlalaşmış güçlü katil hücreleri dejenere olmuş ve kanseri tetikleyecek bu hücreleri tanır ve anında yok eder.<br />
Özetlemek gerekirse, bilinçli beslenme ve sporla ne kış, ne de hastalık sizi yatağa mahkum eder'.<br />
Dr. Ulrich Th. Strunz böyle diyor ve ekliyor; '...Güçlü doğal savunma sistemi, düzenli spor ve deposu C vitle dolu böbrek, organizmada Melotonin hormonu salgısını da arttırır ve sağlıklı bir ayı gibi kış günleri mışıl mışıl uyursunuz'.<br />
Daha ne olsun?Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-11680699533933680672011-10-11T21:13:00.003-07:002011-10-11T21:13:46.179-07:00İttihatçı'dan adam olur mu?Eisenhower, 1955 yılında Süveyş krizi çıktığında, "Osmanlı İmparatorluğu bu bölgede varolsaydı bunları yaşamazdık" demiş, bilmiyordum, Mehmet Barlas'tan öğrendim.<br />
Yazıya böyle girersen okunma şansın da kalmaz çelebi! Hem iki tane yabancı isim, hem 1955 gibi gençlere "tarih öncesi" gelen bir yıl...<br />
Neyse canım, beterin beteri var: Yorumculuk yaptığım yıllarda bizim televizyonda çalışan bir lumpen oğlan vardı... Kadın berberi... Bir gün çocukluk anılarımı anlatıyordum, Başkan Eisenhower'ın 1959 yılında Ankara'ya gelişinden sözettim... Lumpen oğlan "hadi be," dedi, "Amerikan başbakanı Charles Aznavour ne zaman Türkiye'ye geldi ki?"<br />
<a name='more'></a><br />
"Ike" namıyla maruf ünlü komutan ve başkan, Osmanlı'yla ilgili bu sözünü kime söylemiştir bilemem ama o sırada ben merhum Fatin Rüştü Zorlu'nun yerinde olsaydım, "Hariciye Vekili" olsaydım yani, cevabını yapıştırırdım: "Peki o zaman siz müttefikler Osmanlı İmparatorluğu'nu niçin yıktınız?"<br />
Sevgili Mehmet ağabey de, "keşke Osmanlı Baharı diyebileceğimiz İkinci Meşrutiyet demokrasisi İttihatçı darbeyle sona ermeseydi de Osmanlı hem bölgeye hem de bize istikrarsızlıkları değil demokrasiyi miras olarak bıraksaydı" diye iç geçirmiş...<br />
Elbette. Teyzemin bazı organları değişik olsaydı kendisine dayı diyecektim ben de.<br />
Fakat 1908 yılında gerçekten memlekette bir bahar havası esmişti, otuz yıl önce Abdülhamid'in kaldırdığı anayasa yeniden yürürlüğe konuyor, imparatorluğun bütün halkları reform ve demokrasi bekliyor, "imam, papaz ve haham kolkola geziyorlardı"... Bu abartma değil gerçektir.<br />
Olmadı. Bir kere, gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti "legale çıktı", siyasi partiye dönüştü ama tek başına iktidara gelemedi (mirasçıları bugün de gelemiyorlar.)<br />
İkincisi, İtalya Libya'ya saldırdı, bizim devrimden iki yıl sonra, 1910 yılında.<br />
Bu emperyalist saldırıya İtalyan sosyalistleri bile destek verdiler. (Hem Fransız hem Alman sosyalistlerinin karşılıklı olarak Birinci Dünya Savaşı'na destek vermekten utanmayacakları gibi.)<br />
Hemen hepsi mason olan İttihatçı yöneticiler birdenbire apışıp kaldılar: Demek ki adalet, müsavat, uhuvvet falan, o güne kadar hayal dünyalarını besleyen her şey, Avrupalı'nın gözünde artık "hikâyeydi!" (Ayrıntılar için Ömer Seyfettin'i okuyunuz.)<br />
Paniğe kapılan İttihat ve Terakki, 1911 yılında politikasını yüz seksen derece değiştirdi.<br />
"Halkların eşitliği" iddiası bırakıldı, ırkçılığa varan "Türk milliyetçiliği" esas alındı.<br />
"Bunlardan da bir halt olmaz" kararına varan Balkan ülkeleri de 1912'de imparatorluğa savaş açtılar ve kazandılar.<br />
Bunun üzerine 1913 başında İttihatçılar darbe yaptılar ve imparatorluğun yönetimine zorla el koyup beş sene içinde onu batırdılar.<br />
Kemal Tahir, "tuttukları yol onları ancak bu sonuca götürebilirdi" der...<br />
Olabilir miydi? Halklara vaat ettiklerinden şaşmasalar, Osmanlı İmparatorluğu eşit halkların eşit haklarına dayalı bir konfederasyona dönüşebilseydi ayakta kalır mıydı?<br />
Mustafa Kemal Bey herhalde emekli bir albay olarak 1938 yılında Selanik'te vefat ederdi!...<br />
Acaba bundan yüz sene sonra da birileri çıkıp bizim için "tuttukları yol cumhuriyeti ancak yıkıma götürebilirdi, eşit haklara dayalı bir federasyona gidebilselerdi ayakta kalırlardı" diyecek midir?Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-41405180282091411842011-10-11T21:13:00.001-07:002011-10-11T21:13:01.793-07:00Karayılan hangi yazarları seviyor?12 Ekim 2011 Çarşamba<br />
<br />
Hasan Cemal’in Kürtler”in devamı sayılan “Barışa Emanet Olun” kitabını okuyorum. Hemen söyleyeyim, “faydalı” bir kitap.<br />
<br />
Zaten Hasan Cemal ne yazsa okurum... “Tank Sesiyle Uyanmak”tan başlayarak, bütün kitaplarını adeta “yuttum...” Hem de çok şey öğrendim ve geleceği bırakılmış çok önemli belgeler olarak kütüphanemin “önemli kitaplar” bölümünde mahfuz tutuyorum<br />
<br />
Bu “Kürtler” ve “Türkler” vurgusu her zaman rahatsız etmiştir beni ama Hasan Cemal’in yazdıklarına ilişkin bir rezerv değil bu.<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Sanki “Kürtler” ve “Türkler” nitelemesi (ve buna vurgu yapan her cümle), çözümden bir parça daha uzaklaştırıyormuş gibi geliyor bana.<br />
<br />
Biz, birbirimizi tanımlama gereği duymadan, asırlarca birarada var olmasını bildik. İttihatçılığın saçtığı zehir bile birarada olmamızın koşullarını ortadan kaldıramadı ama “sistemli asimilasyon” ve “kimliklerin reddine dayalı devlet politikaları” (yani modern zamanlar telakkisi) bizi bu duruma getirdi.<br />
<br />
Burdan kurtulmaya uğraşıyoruz.<br />
<br />
Kurtulamıyoruz.<br />
<br />
Hasan Cemal de işte, modern zamanlar telakkisine uygun bir<br />
dille (bir kavrayışla) birtakım “kurtuluş reçeteleri” sunuyor ve çözüm konusunda en uygun konjonktürde bulunduğumuzu söylüyor.<br />
<br />
Kitapta benim dikkatimi daha çok Murat Karayılan’ın kişilik özellikleri çekti.<br />
<br />
İlginç bir kişilik Karayılan...<br />
<br />
Daha doğrusu, “komplike” bir adam...<br />
<br />
Dünya ve Türkiye meseleleri üzerine düşünüyor, insanlık tarihine ilişkin filozofik değerlendirmeler yapıyor, “din ve içtimai hayat” bahislerine giriyor, Kürtler için yeni bir tarih yazıyor, vs...<br />
<br />
Hem politikacı, hem düşünür, hem terör örgütü lideri...<br />
<br />
Biraz da tuhaf bir adam...<br />
<br />
Bütün dünya meselelerini sırtlanmış gibi davranıyor ve bunu görmemizi, takdir etmemizi, yürüttüğü savaşa destek olmamızı istiyor. Bunu göremeyince de kırılıyor, küsüyor ve “kıyıcı” bir halete giriyor...<br />
<br />
Hasan Cemal’in prizmasından yansıyan ve “kabul edilebilir” niteliklere sahip Karayılan imajını, her şeye rağmen “nirengi” sayacaktım ama o mektup her şeyi berbat etti.<br />
<br />
Evet, Ahmet Altan’a gönderdiği mektuptan söz ediyorum.<br />
<br />
Upuzun bir mektup...<br />
<br />
Söylediklerinden çıkardığımız sonuç şu:<br />
<br />
Karayılan eleştiriden hoşlan<br />
mıyor ve davasına “alaka” gösterenlerden koşulsuz biat istiyor. İhtimal ki, Hasan Cemal’in kitabından da hoşlanmamıştır.<br />
<br />
Karayılan’da (ve tabii kimi BDP’li yöneticilerde) yeni trend şu:<br />
<br />
Liberaller işimize karışmasın, bize akıl öğretmesin.<br />
<br />
Nitekim, aynı Karayılan, yine Ahmet Altan’a yolladığı “mesajda”, bugüne kadar Kürt meselesinin yükünü taşımış (ve bu meseleyi gündemde tutmuş) “liberallere” üstü kapalı gözdağı veriyor, “işimize karışmayın, yoksa sizi de düşman sayarız” demeye getiriyordu. Bununla birlikte, Türk medyasında başka değerli yazarların bulunduğunu müjdeliyordu...<br />
<br />
Peki, kimlerdi bu “başka değerli yazarlar?”<br />
<br />
Bazı internet siteleri, remil atar gibi, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Ali Bayramoğlu isimlerini zikrettiler ama Karayılan (ve önderlik makamı) bu isimleri sevmiyor artık.<br />
<br />
Çünkü liberaller sadece devleti değil, “örgüt”ün şiddet politikalarını da eleştiriyor...<br />
<br />
Bu yüzden, gözden düştüler. Yerlerine, “başka değerli yazarlar” ikame olundu.<br />
<br />
İsim istemeyin benden...<br />
<br />
PKK’nın baskıcı, otoriter, Stalinist uygulamalarını hiç görmeyen, buna mukabil içinde bulunduğumuz çözümsüzlüğü “AK Parti’nin açılım politikalarına” yükleyen kimlerse, onlar...<br />
<br />
Biri Hudson Enstitüsü’nde, darbe toplantısında görülmüştü hani...<br />
<br />
Biri BDP’nin seçim otobüsünde zafer işareti yaparken yakalanmıştı...<br />
<br />
Biri de şu sıralarda Balyoz davasını itibarsızlaştırmak için uğraşıyor...Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-25443429523139972612011-10-11T21:12:00.001-07:002011-10-11T21:12:33.405-07:00Köstebek, Beşir Atalay mı?Kemal Kılıçdaroğlu, grup toplantısındaki konuşmasını "Köstebek, Beşir Atalay'dır" cümlesiyle tamamladı. Peki neye dayanıyordu? 14 Ekim 2009'da, saat 22.19'da, İçişleri Bakanlığı Özel Kalem'inden, bakanın koruma müdürünün yaptığı konuşmaya istinaden bu iddiasını ortaya atmıştı. Koruma, Kırıkkale Belediye Başkanı Veli Korkmaz'ı aramış, ona, Deniz Feneri'yle ilgili bazı kişilerin ev ve işyerlerinin aranacağı haberini vermişti. Veli Korkmaz, saat 22.22'de, Kanal 7 televizyonu Genel Yayın Müdürü Mustafa Çelik'i aradı. Çelik, hemen arkasından ortağı İsmail Karahan'a haber verdi. Aynı zamanda, Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman'ı da arayarak hemen bir toplantı düzenlenmesini sağladı. Zaten, İsmail Karahan'ın savcılık ifadesinden de, Mustafa Çelik'in, arama yapılacağı haberini kendisine verdiği anlaşılıyor. Karahan, "Çelik bir yere ayrılmamamı, gerekirse bilgime müracaat edeceklerini söylemek için beni haberdar etti" diyor savcıya.<br />
<a name='more'></a><br />
Dolayısıyla, bakan korumasından başlayıp, Veli Korkmaz, Mustafa Çelik, İsmail Karahan ve Zekeriya Karaman'a uzanan zincir doğru. Ama ne yapıyor Kılıçdaroğlu? Bakanın ismini karıştırıyor. Oysa savcılığın hazırladığı dosyada böyle bir suçlama yok. Kılıçdaroğlu'nun adetidir; doğrulara hep yanlışları katık yapar, kafa karıştırır. Savcılarla konuştum. Bakan ile koruma müdürü arasında olaya ilişkin bir irtibat bulunamamış; böyle bir delil yok. Ama Kılıçdaroğlu, kolayca insanları "yolsuzluk yaptı" diye suçlayan biri. Kayseri'de bunun örneğini gördük. Beşir Atalay, Kılıçdaroğlu'nun "çamur at izi kalsın" kuralına niçin istisna teşkil etsin ki!<br />
***<br />
Şüphelileri tanımaları dolayısıyla, bu dava AK Parti üzerine yıkılmak isteniyor. Tabii, savcıların dosyadan alınması, muhalefetin elini güçlendirdi ve çok yanlış oldu. Bununla beraber, göreceksiniz hiçbir şey değişmeyecek. Eldeki deliller değerlendirilecek ve sonuçta hâkimler, vicdanları doğrultusunda bir karar verecek. O kararın ne olacağını şimdilik söylemeyeceğim. Ama topyekûn bir beraat olmayacağına kesinlikle inanıyorum.<br />
Resimaltı: Köstebeğin Beşir Atalay olduğunu gösteren hiçbir delil dosyada mevcut değil. Ama koruma polisinin İçişleri Bakanlığı'nın Özel Kalemi'nden, geç vakitte haber uçurduğu telefon kayıtlarıyla sabit. Bu durumda, Beşir Atalay, o korumayı işten çıkarıp, kendisiyle ilişkisini kesmek zorunda.Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-15256519766001444692011-10-11T21:11:00.003-07:002011-10-11T21:11:58.465-07:00NATO Füze Savunma SistemiABD Savunma bakanı Leon Panetta, gelen tepkiler üzerine savunma sisteminde İsrail’le bilgi paylaşımı olmayacağını söyleyerek Başbakan Erdoğan’ın sözlerini teyit etti.<br />
<br />
<br />
“Füze kalkanı” adı altında içte ve dışta çok fazla sayıda spekülasyon yapıldı. Hatta Türkiye’ye açıkça düşmanlık yapan Fransa başkanı Sarkozy “Biz kediye kedi deriz” diyerek, Türkiye ile İran’ın arasını açmaya çalıştı. Türkiye’nin resmî açıklamalarının aksine bu projenin İran’a karşı yapıldığını söyleyen Sarkozy, Türk düşmanlığı sayesinde yaklaşan seçimlerden kendine pay çıkarmaya çalışıyor.<br />
Sarkozy’ye bir diyeceğim yok, zira kendi siyaseti ve politikası gereğince bunu yapıyor. Lâkin hükümeti yıpratmak adına yapılan her anlaşmaya ve projeye karşı çıkmak doğru mudur? İyice düşünmek lâzımdır.<br />
<a name='more'></a><br />
”Füze kalkanı” projesinin önemli bir ayağı olan ve Malatya Kürecik’te kurulması planlanan radar ile ilgili olarak yapılan eleştirilerin ilki, bu anlaşmanın ABD ile yapıldığı ve NATO projesi olmadığı iddiası idi. Ayrıca buradan elde edilecek bilgilerin müttefik ülkelerle paylaşılacağı, yani İsrail’e de verileceği açıklanıyordu. ABD Savunma Bakanı, NATO ülkeleri arasında yer almayan İsrail’le bilgi paylaşımı olmayacağını belirterek spekülasyonlara açıklık getirdi.<br />
Zaten İsrail’de bu radarın benzeri olan ve aynı işlevi gören bir benzeri var. Yani İsrail’in böyle bir radar bilgi paylaşımına ihtiyacı yok. Bu ülke kendisi ile ilgili olan tehditlere karşı yıllarca önceden tedbirini almış, gerekli silâh ve teçhizatı elde etmiş. Onun derdi başka. Türkiye’ye düşmanlık adına her türlü fitne ve entrikaya çanak tutmaya devam ediyor. Kendi çıkarları adına konuştuğu için Sarkozy gibi onlara da söyleyecek bir sözüm yok.<br />
İlginçtir, bu proje ile ilgili olarak en sert tepkiyi Rusya gösterdi. Hatta NATO’ya alternatif olarak “Avrasya Birliği” adı altında yeni bir politika arayışına girdi. Yapılan spekülasyonların aksine asıl hedefin başka olduğu çok net bir biçimde ortaya çıktı. “Uzay savaşları” adı verilen ve yıllar önce Sovyetler Birliği’nin baskısı ile rafa kaldırılan projeler yeniden gündeme geliyor.<br />
Türkiye’ye karşı sert bir açıklama yapması beklenen İran Devlet başkanı Ahmedinecad ise, beklenenin aksine diplomatik bir dil kullandı ve endişelerini dile getirdi. “Türkiye’nin NATO ülkesi olması dolayısıyla ile bu tip projeleri anlayışla karşıladığını” söyledi ve beklenenin aksine nazik bir dil kullanarak projeye karşı olduğunu dile getirdi. Hâlbuki Türkiye’nin Suriye politikası dolayısıyla kendisinden mangalda kül bırakmayacak sertlikte bir mesaj vermesi bekleniyordu.<br />
Türk donanmasında yıllarca silâh elektroniği ve radar konusunda çalışmış birisi olarak şunu söylemek isterim ki; radarlar muhtemel bir sıcak savaşta en önemli savunma teçhizatlarından birisidir. Zaten savaş zamanında tahrip edilmesi gereken öncelikli hedefler arasında yer almaktadır. Son on yılda yapılan savaşlara bakıldığında ilk vurulan yerlerin başında yer almaktadır. Irak ve Sırbistan’ın başına gelenlere bakıldığında, silâhlarından sonra vurulan en öncelikli tesislerinin radarları olduğu görülecektir.<br />
Radarları yok edilen bir savaş gücü ne kadar büyük olursa olsun adeta kör savaşçı gibidir. Düşmanlarına karşı savaşamaz ve yenilgiye mahkûm olur. Bu sebeple silâh kadar önemlidir.<br />
Yıllarca NATO’ya hizmet etmiş bir ülke olan Türkiye’de ne kadar radar tesisi inşaa edilse, o kadar faydalı olacağına inanıyorum. Neticede bunların parası bütün üye ülkelerden çıkıyor. Yok, bunu “Ben kendim yapacağım” desen, maliyemizin gücü yetmez ve öncelikle yapılması gereken altyapı, eğitim ve sağlık yatırımları için ayrılan bütçeden para ayırmak gerekir.<br />
Elbette ilk hedef olunacağı için sakıncaları vardır, lâkin Türkiye zaten NATO’nun cephe ülkesidir. Allah korusun yapılacak ilk savaşta kaçınılmaz olarak hedef olacaktır. Almanya ve Fransa gibi ülkelerin coğrafî olarak mevkii Orta Avrupa olduğu için tuzu kurudur. Onlara sıra gelene kadar sırada çok devlet vardır.<br />
Kıssadan hisse bu olmak gerektir ki; her iki kişiden birisinin oyunu almış olan bu hükümete özellikle dış politika konusunda muhalefet ederken dikkat edilmesi gereklidir. Unutmayalım ki Avrupa ve Asya’da hatta Afrika’da rekabet içinde olduğumuz ülkeler AKP hükümetine karşı çıkmıyorlar. Dolayısıyla onların tahriklerine kapılmak yerine hükümetin açıklamalarını dikkate almalıdır. Atalarımız “Kol kırılır yen içinde kalır” diyerek rekabet içinde olduğumuz ülkelere karşı yürütülen politikalarda bu hususu dile getirmeye çalışmışlardır, vesselâm…Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-38246976485640106722011-10-11T21:11:00.001-07:002011-10-11T21:11:26.306-07:00Gülen Hareketi ve PKK12 Ekim 2011 Çarşamba<br />
<br />
New York<br />
<br />
Fethullah Gülen Harekatı Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki faaliyetleri nedeniyle PKK’nın tepkisini çekiyor.<br />
<br />
Hem Kandil, hem sokaktaki kimi Kürt başta KCK operasyonu olmak üzere bölgedeki gelişmelerden hareketi sorumlu tutuyor.<br />
<br />
Seçim zamanı gördüğümüz üzere, Hareket’le ilişkisi olduğunu düşündüğü din adamlarını doğrudan hedef alıyor.<br />
<br />
Oysa somut hayata baktığımızda bu Hareket’in mensuplarının Kürtlere ve toplu haklarına çok olumlu baktığını görüyoruz.<br />
<br />
Los Angeles’taki ziyaretimiz esnasında rehberimiz İspanyolca ve Çince’nin Kaliforniya’da resmi dil olduğunu söylediğinde, Anadolu’dan gelen birçok insan olumlu tepkisini dile getirdi.<br />
<br />
Bu sadece göstermelik bir tepki değil çünkü Hareket bölgede Kürtçe yayın yapan televizyonlar kuruyor.<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Çünkü müslüman kimliğini öne alıyor ve bölge insanına mesajın hangi dille gittiğinden çok gitmesine önem veriyor.<br />
<br />
Ayrıca her dilin yaradanın eseri olduğuna inandığı için bir dili baskılamanın günah olduğuna inanıyor.<br />
<br />
Buna rağmen PKK Gülen Hareketi’ni hedef alıyor.<br />
<br />
Çünkü Hareketi bölgede kurmaya çalıştığı mutlak iktidara rakip görüyor.<br />
<br />
Kendinden farklı düşünen Kürt aydınlarını hedef alıp yok etmeye çalıştığı gibi Hareketi de hedef alıyor.<br />
<br />
Bu da Kürt Sorunu’ndan ayrı olarak PKK sorunu ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.<br />
<br />
Demokratik reformlar elbette gerçekleştirilmeli, Kürtlerin anadilde eğitim başta olmak üzere tüm hakları yeni anayasada yer almalı.<br />
<br />
Ancak bu adımların PKK sorununu çözeceğini düşünmek bu tablo karşısında saflık olur.<br />
<br />
Çünkü PKK’nın asıl amacının Kürtlere temel hakları sağlamanın ötesine geçtiği, bölgeyi yönetmeyi hedeflediği ortada.<br />
<br />
Kürt sorununun taşıyıcılığını yapan bir örgüt olarak yeni dönemin yöneticisi olmayı en öne koyuyor.<br />
<br />
Bölgedeki gelişmelere bu gözle bakmakta yarar var.<br />
<br />
Demokratikleşme adımları PKK’nın şiddet eylemlerini sona erdirmeyecek ama bölge halkı arasındaki desteğinin daha fazla sorgulanmasına yol açacaktır.<br />
<br />
Onun için demokratik açılımın bir an önce başlaması gerekir.<br />
<br />
Ayrıca bölge gençliğini hem şiddetin, hem de uyuşturucunun pençesinden kurtaracak bir organizasyona hız verilmeli.<br />
<br />
Demokratikleşme, gençleri sokaktan kurtarmayı hedefleyen bir programla birleştirilmeli ve bunu dağdaki gençleri kapsayan bir genel af hedeflenmeli.<br />
<br />
Bölgede orta ve uzun vadede barış ve huzuru sağlamanın yolu bence bu.<br />
<br />
Sahici adam!<br />
<br />
Sabah, Star, Zaman, Bugün, Yeni Şafak ve bu gazetede yazanlar yandaş.<br />
<br />
Çünkü AK Parti’nin demokratikleşme, Türkiye’yi küresel sistemin parçası yapma politikalarını destekliyor, sivilleşmenin arkasında duruyor.<br />
<br />
Yandaş olmayan gazeteciler, Ergenekoncular ve Balyozcularla kucak kucağa oturup demokratik gazetecileri sindirmeye çalışırken en çok kullandığı deyim yandaştı.<br />
<br />
Bugün askerin umut olmadığı, AK Parti’nin kalıcı olduğu anlaşıldı şimdi yandaş yancıları türedi.<br />
<br />
Başbakan Erdoğan’ın en acılı günlerinden birini fırsat bilip sahici adam güzellemeleri yapıyorlar.<br />
<br />
Bu yolla göze gireriz, darbeci çabalarımız unutulur diye düşünüyorlardır.<br />
<br />
Doğrudur...<br />
<br />
Hedefiniz iktidarın yanına yanaşmaksa, fikir mücadelesi değilse kendinize mutlaka masada bir yer bulursunuz.<br />
<br />
Çevreye bakınca örneklerini sıkça görüyoruz.<br />
<br />
Bu tiplere yandaş dememek lazım.<br />
<br />
İzmir’de bunlara uygun düşen bir deyim vardı ama yazmayayım, çocuklara ayıp olur.Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-61134625784110215062011-10-11T07:19:00.001-07:002011-10-11T07:19:23.445-07:00Bıçaklanmış kanlı çıplak kız bedeni11 Ekim 2011 Salı<br />
Kaymakamlık Yazıişleri Müdürü ve bir yüzbaşının da aralarında bulunduğu 28 kişinin Mardin’de 2002 yılında yedi ay boyunca sürekli tecavüz ettiği 12 yaşındaki N.Ç.’yi hatırlıyor musunuz?<br />
<br />
Olayın ortaya çıkmasıyla N.Ç.’yi pazarladığı öne sürülen iki kadın ve 25 erkek tutuklanmıştı.<br />
<br />
Davanın ilk duruşması 24 Şubat 2003 yılında yapıldı.<br />
<br />
Aynı yılın altıncı ayından sonra davada hiç tutuklu kalmamıştı...<br />
<br />
Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi ise ancak sekiz yıl sonra, Şubat 2011’de karar verdi.<br />
<br />
13 sanığı, ‘15 yaşından küçük çocuğun ırzına geçtikleri’ gerekçesiyle alt sınırdan beş yıl hapisle cezalandıran mahkeme, altıda bir oranında iyi hal indirimi yaparak, cezayı dört yıl iki ay olarak belirledi. <br />
<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
11 sanığa da aynı maddeden alt sınırdan beşer yıl hapis cezası verdi. Bu cezayı ‘suçun birden fazla kere işlenmesi nedeniyle altıda bir oranında artıran’ mahkeme, bu sanıklara da takdir indirimi uyguladı ve nihai cezayı dört yıl 10 ay olarak takdir etti.<br />
<br />
18 yaşından küçük bir sanığa da üç yıl iki ay ceza verildi.<br />
<br />
Bir sanık ise eyleminin teşebbüs aşamasında kalması nedeniyle sadece bir yıl dört ay hapse mahkûm edildi.<br />
<br />
Böylece, cezalarda en alt sınır uygulanmış oldu.<br />
<br />
Mahkeme, sanıkları en alt sınırdan cezalandırma gerekçesi olarak da ‘küçük kızın her şeyin farkında oluşunu’ gösterdi... <br />
<br />
Peki, dönemin Kızıltepe Kaymakamlık Yazıişleri Müdürü’nden, Mardin’de görevli yüzbaşıya, Kızıltepe Mehmetçik İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı’ndan Yeni Mahalle Muhtarı’na bütün o ‘tecavüzcüler’ ‘her şeyin farkında’ değil miydi?<br />
<br />
Kısacası...<br />
<br />
Bu coğrafyada 12 yaşındaki küçücük bir kız çocuğu ‘her şeyin farkında’ ise kentin tüm önde gelenleri onun ırzına geçebilirdi...<br />
<br />
***<br />
<br />
Üstelik tecavüz sanıklarına Adli Tıp’tan da destek gelmişti... <br />
<br />
Zaten mahkeme de kararında, İstanbul Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulu’nun, N.Ç. ile ilgili raporuna da yer veriyordu.<br />
<br />
Raporda, kız çocuğunun, ‘olayın ahlaki kötülüğünün farkında olduğu’ yazılıydı.<br />
<br />
Mahkeme, kararını bu rapor üzerine kurmuştu: <br />
<br />
‘N.Ç.’nin mağduresi olduğu olayların ahlaki kötülüğünün farkında olduğu, bu olaylara ruhsal yönden karşı koymaya muktedir olduğu halde kendi iradesiyle para kazanmak amacıyla sanıklar T. ve E. ile irtibata geçtiği veya bunlarla irtibata geçen diğer sanıklarla ilişkiye girdiği anlaşılmaktadır.<br />
<br />
Adli Tıp’ın tespitine göre, mağdurenin olay tarihindeki gerçek yaşı 15’tir. Sanıkların maddi veya manevi bir cebir kullandıklarına dair unsurun bulunmaması, mağdurenin yaşının da kanunun suç olarak kabul ettiği 15 sınırında olması nedeniyle, sanık T. ve E. dışındaki sanıklar için cezaların alt sınırdan tayin edilmesi gerektiği kanısına ulaşılmıştır.’<br />
<br />
***<br />
<br />
Avukatlar kararı anında temyiz ettiler...<br />
<br />
Geçen gün, Yargıtay Başsavcılığı’nın 12 yaşındaki kız çocuğu için yerel mahkemenin ‘küçük kızın her şeyin farkında olduğu ve sanıkların en alt sınırdan cezalandırılması’ talebine destek verdiğini okudum.<br />
<br />
Dosyayı inceleyen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 14. Ceza Dairesi’ne gönderdiği yazıda yerel mahkemenin kararının onanması yönünde fikir bildirmekteydi...<br />
<br />
Şimdi, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin alacağı karar merakla bekleniyor... <br />
<br />
Daire, Başsavcılığın mütalaasına uyar ise ‘12 yaşındaki küçücük bir kız çocuğu her şeyin farkında ise kentin tüm önde gelenleri onun ırzına geçebilir’ anlayışı içtihat haline gelecek...<br />
<br />
***<br />
<br />
Günlerdir manşetten verilen bıçaklanmış kanlı çıplak bedeni konuşuyoruz...<br />
<br />
Yukarıdaki hikâye ise utançla isyan etmemizi bekleyen tecavüzcü oligarşik düzenin bıçakladığı kanlı çıplak kız bedenlerini sergiliyor...Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-45858783766822119192011-10-11T07:18:00.003-07:002011-10-11T07:18:45.438-07:00Bu adamın sonu kötü olacak!Bütün gücünü Türkiye karşıtlığına yöneltmiş. Seçim hazırlıklarını, dış politikasını, Avrupa Birliği'nin geleceğine ilişkin perspektifini hatta ekonomi politikalarını Türkiye'yi tecrit etmeye, sindirmeye, Avrupa'nın dışına itmeye adamış. Avrupa ne ki, Türkiye'yi mümkünse Ortadoğu'dan, Balkanlar'dan, Kafkaslardan hatta Orta Asya'dan çıkarmak için yoğun çaba sarfediyor.<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Bir gün Ermenistan'da, bir gün Atina'da, bir gün Kıbrıs Rum Kesimi'nde bir başka gün Tel Aviv'de... Nereye giderse gitsin değişmez tek gündemi var; Türkiye'ye duyduğu öfke. Bazı başkentlerde Osmanlı korkusunu işliyor, bazı başkentlerde soykırım tezlerini, bazılarında yeni Türkiye'nin oluşturduğu muhtemel tehditleri, bazılarında Kürt meselesini işliyor.<br />
<br />
Öfke, büyük ihtimalle kişisel. Fransa'nın ulusal politikalarıyla tam da örtüşmüyor. Bir ülkenin ulusal politikalarının bu kadar kişiselleştirildiği çok az örnek vardır her halde... Fransa Cumhurbaşkanı, skandalların adamı Nicolas Sarkozy'nin gerçekten sorunu ne, içinde taşıdığı ama açıkça ortaya koyamadığı öfkenin kaynağı ne?<br />
<br />
Son Erivan ziyaretinde Türkiye'ye verdi veriştirdi. Yüzünü Ağrı Dağı'na çevirip şov yaptı, fotoğraflar çektirdi. Ermeni tezleri üzerinden piyasa yaptı. Seçimler için Ermeni oylarını garantiledi!<br />
<br />
Peki Rum Kesimi üzerinden hangi tezi işliyor? Almanya ve İsrail'le birlikte Akdeniz'de Türkiye karşıtı askeri, ekonomik ve siyasi eksen kurmaya girişirken neyi hesaplıyor? Libya'da Türkiye karşıtı gösterileri organize ederken neyi hesaplıyordu? Lübnan'da ve geniş anlamda bütün Ortadoğu'da Türkiye ile rekabete girerken hangi hesabı yapıyor?<br />
<br />
Seçim yatırımı mı? Hayır.. Fransa'nın agresif, kişisel hırslarla bir yerlere sürüklenmesi, Türkiye ile bölgesel çatışma için cepheler açılması bugünkü dış politik gerçeklerle pek de örtüşmüyor. Bu adamın başka bir sorunu olmalı. Kişisel ya da tarihin derinliklerinden gelen ama açıklamaya utandığı ya da çekindiği bir sorunu olmalı. Bu öfkenin Sarkozy'nin zihin haritasında, bilinçaltında bir karşılığı olmalı.<br />
<br />
Bir hırçın adam... Her ne kadar Türkiye düşmanlığı ile öne çıksa da, Fransızların bile utanmasına, onunla alay etmesine neden olan, devlet adamlığı ile asla örtüşmeyen bir karakter. Paris'teki yangınlar, isyan onun tahrikleri sonucuydu. Ülke nüfusunun yüzde onunu teşkil edenleri aşağıladı ve sokağa döktü. Şimdi, bütün coğrafyada kargaşaya yatırım yapıyor. Avrupa Birliği ve Amerika'ya öncülük etmeye yelteniyor. AB'nin İslam karşıtlığı, göçmen karşıtlığı tezlerinin temsilciliğine soyunuyor. İsrail aşırı sağı ile Fransız dış politikasını örtüştürüyor, bir ülkeyi ırkçı, dar bir alana hapsediyor.<br />
<br />
Sanırım Fransa bu yükü uzun süre kaldıramayacak. Sarkozy'yi bir şekilde sırtından atacak. Bu hafifliğin, şımarıklığın bedelini uzun süre ödeyemeyecek. Birkaç adım sonra, Sarkozy politikaları Fransa'ya her cepheden reaksiyon olarak geri dönecek.<br />
<br />
Ona kalsa İran'a hemen saldırmalı Batı. Suriye'ye saldırmalı, Lübnan'ı işgal etmeli, İslami hareketler kökünden kazınmalı, Kuzey Afrika yeniden sömürgeleştirilmeli, bölgenin kaynakları yeniden paylaşılmalı. Türkiye her cepheden kuşatılmalı, Anadolu'ya hapsedilmeli, gerekiyorsa Anadolu da parçalara ayrılmalı.<br />
<br />
Gerçekten sağlıksız bir görüntü veriyor ve talihsiz bir kişilik Sarkozy.. Türkiye için, Avrupa Birliği için, Amerika için, kuzey Afrika için zaten böyle de asıl Fransa için büyük bir talihsizlik.<br />
<br />
Ekonomik olarak batmak üzere olan bir ülkenin kendi sorunlarıyla uğraşması, daha ağırbaşlı ve sorumlu biçimde sorunlarla ilgilenmesi gerekirken, ülkesini unutmuş dünyaya akıl vermeye kalkışan şımarık bir liderle bu kritik dönemi atlatması epey zor olacak gibi.<br />
<br />
Birkaç yıl önce Şam'da, Başbakan Erdoğan'ın yanında "Biz Türkiye ile Ortadoğu'da işbirliği yapmak istemiyoruz, ortak olmak istiyoruz" diyen bir adam, Türkiye'nin kontrol edilemeyecek bir güç olarak öne çıkmasından duyduğu rahatsızlığı bu kadar çiğ bir şekilde ortaya koyması gerçekten acınası. Amacına ulaşamayınca, çaresiz kalınca, beceriksizliğini her ülkede Türkiye karşıtlığına yatırım yaparak örtmeye çalışıyor. Erdoğan nereye giderse o da gidiyor ve aynı şeyleri yapmaya çalışıyor. Bunu da başaramıyor, başarısız olunca da hırçınlaşıyor.<br />
<br />
Bugün, Türkiye'nin yakın çevresindeki düşmanlıkların hepsinin merkezinde Sarkozy var. Ermenistan, Rum Yönetimi, Doğu Akdeniz'deki kriz ve aklınıza neresi gelirse... Üç koldan Türkiye karşıtı eksen oluşturmaya çalışıyor.<br />
<br />
Ama inanın fiyaskoyla sonuçlanacak, bütün Avrupa'nın güldüğü, alaya aldığı bir kişi kalacak geriye. Rol çalmaya çalışan bu uyanık, er geç bir kayaya çarpacak. Skandallarla siyasi kariyerini noktalayacak. Bu adamın sonu kötü olacak, göreceksiniz...Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-49597993315446079552011-10-11T07:18:00.001-07:002011-10-11T07:18:15.871-07:00Söylem ile eylem -111 Ekim 2011 Salı<br />
<br />
Hükümetin 'Komşularla sıfır problem' söylemine yönelik eleştiriler çoğalınca ve Esad'ın CHP heyetine söylediklerini Cumhuriyet Gazetesi yayınlayınca Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 12 meslektaşımızı davet ederek eleştirilere yanıt vermiş. Meslektaşlarımız bu sohbetin detaylarını kendi köşelerinde anlattılar. Herkesin üzerinde özellikle durduğu konu Suriye-Türkiye ilişkileri. Çünkü Suriye; Türkiye'nin dış politikasının yani 'Komşularla sıfır sorun' ilkesinin test edildiği yerdir.<br />
Gelin birlikte bakalım.<br />
<a name='more'></a><br />
2002 sonunda iktidara gelen AK Parti, ilk bölgesel açılımını Suriye ile başlattı. Suriye ile dostluk ilişkilerini başlatan hükümet, birçok nedenden dolayı Arap alemine çok daha kolay girdi. Türkiye'nin Suriye'ye açılımı ise AK Parti ile değil Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Haziran 2000'de Hafız Esad'ın cenaze törenine katılmasıyla başlamıştı. Tıpkı Türkiye'nin Yunanistan'a açılımının rahmetli Ecevit ve İsmail Cem zamanında, İran'a açılımın da rahmetli Erbakan döneminde başladığı gibi.<br />
Hemen söyleyeyim ben ilk günden itibaren AK Parti hükümetinin bölgesel açılımlarına hem Türk medyasında hem de Arap medyasında yoğun destek verdim. Arap ve uluslararası medyada AK Parti'ye verdiğim destek başlangıçta yoğun tepkiyle karşılanıyordu. Nitekim bugün AK Parti yanlısı gibi görünen birçok Arap gazeteci ve aydın beni 'AKP'li olmakla suçluyor' ve 'AKP'lilere güvenilmemesi gerektiğini' savunuyorlardı. Ben ise o zaman doğru yolda olduğuna inandığım AK Parti hükümetinin dış politika ile ilgili tüm söylem ve eylemlerine destek veriyordum. Ta ki 'Arap Baharı' başlayıncaya kadar. Çünkü 'Arap Baharı' olmamış olsaydı belki de bugün Türkiye önderliğinde bölgede olağanüstü önemli gelişmeler yaşanmış olacaktı. Olmadı ve olmadığı gibi Türkiye'nin tüm bölgesel ve uluslararası hesap ve kitapları karıştı.<br />
Sırayla bakalım.<br />
1- Geçen yıl Suriye ile birleşme aşamasına gelen ancak 'Reform yapmıyor' diye Esad'a kızan Ankara, şimdi bu ülkeyle ilişkilerde savaş sözcüğünü kullanmaya başladı.<br />
2- Lübnan'da Batı yanlısı Saad Hariri hükümeti düşüp yerine Hizbullah'ın ağırlıkta olduğu hükümet kurulunca, Ankara'nın Lübnan ilişkileri de kötüleşiyor. Suriye'ye ve dolaysıyla Lübnan'a giden silahların geçişine izin vermeyen Türkiye, Hizbullah'ı kızdırmaktadır.<br />
3- Mart Tezkeresi sonrasında Iraklı tüm taraflarla olağanüstü ilişkiler geliştiren Ankara, şimdi yalnıza 'Sünni İslamcıların' bir bölümü ile iyi ilişkilerini sürdürüyor. Çünkü İran etkisindeki Şii'ler Ankara'nın Suriye'deki 'Sünni ' Müslüman Kardeşler'e verdiği destekten dolayı tedirgin. Çünkü Suriye'de olası bir iç savaş öncelikle Amerikalıların yakında çekileceği Irak'taki Şiileri ilgilendirecektir. 2005'ten bu yana demokratik açılımların Kürt sorununu çözmeye yetmediğini, AK Parti hükümetinin PKK ile diyaloğunun sonuç vermediğini gören Iraklı Kürt liderler ise alenen söylemeseler de Ankara ile ilişkilerine giderek mesafe koyuyor.<br />
Özetle Suriye ve Lübnan ile olduğu gibi Türkiye'nin Irak ilişkileri de kötüleşiyor.<br />
4- Bir diğer önemli komşu İran. Türkiye'nin İran ilişkileri son 3-4 yılda olağanüstü olumluluk içinde seyretti. Ancak hükümetin İran'ı 'Şii olduğu için Suriye'yi'' destekliyor suçlamasında bulunması ve son olarak Malatya'da Amerikan radarlarını yerleştirmesi Tahran'ı çok kızdırmışa benziyor. Tepkiler giderek yükseliyor ve sertleşiyor. Amerikan Predator uçaklarının İncirlik'e yerleştirilmesiyle bu tepkiler daha da artacağa benziyor.<br />
Özetle Ankara daha bir yıl öncesine kadar ideal bir ilişki içinde olduğu bu dört ülkeyle gerginlik dönemine girmiştir. Bölgedeki genel kanı 'Sünni Türkiye; Alevi Esad ve onun yandaşları Şii Bağdat, Tahran ve Hizbullah'a karşı'.<br />
Ama işin ilginç tarafı Türkiye bu ülkelerin düşman olduğu Yahudi İsrail'e karşı söylemini de giderek sertleştiriyor. Yahudi sözcüğünü ben değil İsrailliler kendi ülkeleri için kullanıyor. Aynı tanımı Başbakan Erdoğan'ın Medeniyetler İttifakı Projesi'ndeki ortağı İspanya Başbakanı Zapatero geçenlerde ısrarla kullandı!<br />
Yarın: Diğer komşulara bakalım.Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-27953125875231849522011-10-11T07:16:00.002-07:002011-10-11T07:16:58.557-07:00Facebook’taki erozyon!Kuveyt’ten Suna Durmaz: “Bildiğiniz gibi teknoloji çift taraflı bir silâhtır. Hayra kullanıldığı zaman hayır, şerre kullanıldığı zaman şer getirir.<br />
<br />
Doğrusu, 2 yıldır facebook’a üye olup olmama konusunda düşünüp durdum. Sonra, her gün Risale-i Nur’dan bir vecize koymak, yazılarımı paylaşmak, Arap âleminde olup biten son olayları yorumlamak için bir hizmet ve iletişim aracı düşüncesiyle üye oldum. Üye olunca baktım ki, nice kapalı genç hanımlar poz poz resimlerini koymuşlar. Tek olarak yüz güzelliklerini, şıklıklarını gösterir şekilde adeta bir resim panosu yapmışlar. Çok rahatsız oldum. İlla bir resim gerekiyorsa (ki, hiç gerekli değil) tanıtım amaçlı vesikalık resim yeterlidir diye düşünüyorum. Kadının kaşının gözünün güzelliğini gösteren resimler oraya uygun mudur? Konuyu fıkhî olarak ele alır mısınız?”<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Allah’ın, asrımız insanına medeniyetin mehasini ile birlikte sunduğu teknolojik nimetler güzeldir güzel olmasına.<br />
Ama her nimet gibi, bazı şartlarla güzeldir. <br />
O şartlardan soyutladığınız zaman, ortaya çirkin bir ahlâksızlık çıkıveriyor.<br />
Ahlâksızlık da, öncelikle nimete karşı “istihfaf, hürmetsizlik ve küfran” demek oluyor.<br />
Nimetin devamı için şükür lâzım.<br />
Şükredilmediğinde nimet, ahirete kalmadan, daha dünyada iken yüzümüze çarpılır, elimizden alınır.<br />
Şükredilmeyen nimet nimet olmaktan çıkar, nikmet olur; saadet değil, şekavet getirir; taltif değil, tokat yedirir. <br />
Bilgisayar ve internet dünyası her geçen gün önümüze adeta sonsuz bilgi ve iletişim seçenekleri sunmaya devam ediyor.<br />
Nurdan bir nimetler ağı!<br />
Kablolu, kablosuz, ortalıkta dolaşan adeta nurdan bilgiler değil; İsm-i Nur’un tecellileri.<br />
“Allah göklerin ve yerin nurudur.”1 âyetinin remzen işaret ettiği küçücük bir tecelli: Göklerde ve yerde dünya kadar nurdan bilgiler uçuşuyor, gelip masamıza konuyor, şuur dünyamıza gülümsüyor!<br />
Sayfa nurdan, yazı nurdan, mesaj nurdan, resim nurdan, hafıza nurdan, bilgiler nurdan, iletişim nurdan…<br />
Tebrik kartları ve mektuplar unutulduğu gibi, neredeyse kitaplar ve kütüphaneler de unutulmaya yüz tuttu şimdi.<br />
Ama bunca nimetler elbette şükür istiyor.<br />
Şükür deyince, sadece dil ile söylediğimiz iki kelimeyi kast etmiyorum.<br />
Allah korkusu bir şükürdür. Dürüstlük bir şükürdür. İffet bir şükürdür. İzzet-i İslâmiye bir şükürdür. İzzet-i imaniye bir şükürdür. İzzet-i ilmiye bir şükürdür. Edep bir şükürdür. Haya bir şükürdür. Namus bir şükürdür.<br />
İnterneti ar, namus ve edep değerlerimize yakışmayan bir hoyratlıkla kullanmak şükürsüzlüktür.<br />
İnternetin sunduğu sanal imkânları yalan, dolan, hile, aldatmak, fitne, fesat, insanları iğfal etmek, kapalı ya da açık bedenimizi teşhir etmek… vb. gibi ahlâkımızla örtüşmeyen davranışlarla his ve hevesatımızın oyuncağı haline getirmek şükürsüzlüktür.<br />
İnternetin mahrem alanımızı silip süpürmesine izin vermemeliyiz.<br />
Youtube, Webcam, Massenger, Facebook, Twitter… derken çağımız insanı gerçekten bir iletişim şovu yaşıyor!<br />
Bu şovu inancımızla izah edebileceğimiz biçimde dikkatli kullanmak ise, asrımız Müslüman’ının imtihanı bulunuyor.<br />
Çünkü bu şov, kaygan bir erozyon zemini teşkil ediyor!<br />
Manevi değerlerimizden yana ne varsa alıp götürüyor, kaydırıp kaybettiriyor.<br />
Saygıdeğer Suna Hanım kardeşimin de ifade ettiği gibi, genç kızlarımızın ya da oğullarımızın kapalı da olsa oraya boy boy poz vermeleri bir suud değildir; bu kesin!<br />
Sukut demeye de dilim varmıyor.<br />
Ama en hafif ifadeyle, sukuta giden yolun başlangıcı olsa gerektir.<br />
Gönül onları sukutta değil, suudda; gaflette değil, akıllı ve faziletli işlerde görmek istiyor.<br />
Duâlarımız da bu yöndedir.<br />
Çağımızda cazibedar labirentler çoktur! Allah gençlerimizi şeytânî labirentlerden muhafaza buyursun! Âmin.<br />
<br />
Dipnot: 1- Nur Suresi: 35Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6819885432048997348.post-3984760200863585512011-10-11T07:16:00.000-07:002011-10-11T07:16:09.428-07:00Müslümanlarla Kürt sorunu ve Kürtçe eğitim!Bir Müslüman, Cemal Uşak özeleştiri yapıyor: “Kendine mümin diyen kişiler, farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar bu sorumluluğu yerine getiremediler.”<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Dindarlar, Müslümanlar ve Kürt sorunu... Bu konu, Türkiye’de demokrasinin yerli yerine oturmasını epeyce ilgilendiriyor.<br />
Yıllardan beri öyle.<br />
Müslümanlar, Kürt sorununa ne kadar yakın, ne kadar uzak? Bu meseleyi bugüne kadar yüreklerinde hissettiler mi, hissetmediler mi?<br />
Tabii bunun tersi de geçerli.<br />
Kürtler, örneğin Müslümanların başörtüsü sorununa ne kadar eğildiler?<br />
Ya da Aleviler Kürt sorunuyla veyahut Kürtler Alevilerin dertleriyle nereye kadar haşır neşir oldular?<br />
Şu da sorulabilir:<br />
Müslümanlar, bu ülkedeki ‘Alevi meselesi’ni içlerinde hissettiler mi?<br />
Bütün bu soruların yanıtları bizim memlekette olumlu değildir. Olumlu olmadığı gibi, tarafların sözcüleri de bu gerçeği itiraf etmekten genellikle kaçınırlar.<br />
Bu bakımdan dün bir istisnaya tanık oldum.<br />
Cemal Uşak...<br />
Fethullah Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ikinci başkanı.<br />
Kendisini tanıyorum, sohbetini biliyorum. Radikal gazetesinde Ezgi Başaran’a şöyle diyor:<br />
“Caiz olduğu söylenen Kürtçenin özgürlüğünü savunmak lazımdı ama bu yapılmadı. Çünkü Türkiye’de yaşayan dindarlar üzerinde de hegemonyasını sürdüren bir resmi söylem vardı. Milliyetçi, devletçi resmi söyleme kapılınca, benim camiam da Kürtlerin varlığını kabul etse de, vicdani gerekliliğini yapamamıştı.<br />
Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, ‘Çin zulmü altında’ anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırkdaşlarımızın veya Bulgaristan’da Türkçe isim almalarına izin verilmeyen kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük, türküler besteledik.<br />
Ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadillerini konuşamamasının ıstırabını hissetmedik.” <br />
Şöyle devam ediyor Cemal Uşak:<br />
“Kürt sorunu önemli ölçüde Kürt dilinin ve kimliğinin özgürlüğü sorunudur. Bazılarına göre TRT Şeş’in ve Kürtçe kurslarının açılması bu sorunu çözmek için yeterli.<br />
Osmanlı döneminde basılmış Kürtçe, Babanice, Suryanice, Kırmançi mukayeseli sözlük ve grameri üzerine kitaplar var.<br />
Bir dilin özgürlüğü ne demek?<br />
Ben kendimi Kürt addedecek olsam, Kürtçeyi sadece evde konuşulan bir anadili olarak mı yaşayacağım? Öyle tabii bugünün şartlarında. Halbuki bu şekilde hiçbir dil yaşayamaz.”<br />
Kürtçe eğitimi vurguluyor:<br />
“Anadilin eğitimi Kürtçe kurslarla telafi edilemez. Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı ülkenin her yerinde eğitim sisteminin içerisinde olması gerekir Kürtçenin...<br />
Bir Kürt gidip, ben çocuğumun Kürtçe de öğrenmesini istiyorum dediğinde, Kürtçe sınıfımız var seçeneğini sunmak gerek.<br />
TRT Şeş’in açılmasının sembolik anlamı var elbette. İktidar yasal düzenlemeleri zorlarcasına siyasi risk alarak yaptı ama yeterli değildir. Çünkü Kürtçenin özgürlüğü önündeki engeller hâlâ hayatiyetini sürdürüyor.”<br />
Ezgi Başaran soruyor:<br />
“Dindarlar 1990’larda Kürtlerin haklarını ciddi biçimde savunmuş olsalardı, bugün farklı bir yerde mi olurduk?”<br />
Cemal Uşak yanıtlıyor:<br />
“Kesinlikle. İslami hassasiyeti olduğunu söyleyip bugün bir yerlerde yazıp çizen bazı kişiler hâlâ bunu görememiş vaziyette. Neredeyse ‘E çok oluyorlar, yetmez mi bu kadar hak’ diyecekler...<br />
Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar bu sorumluluğu yerine getiremediler.”<br />
Bir Müslüman, bir dindar böyle diyor. Kürt sorunu konusunda özeleştiri yapıyor, Kürtçeye özgürlük diyerek, Kürtçe eğitim diyerek...<br />
İnşallah kulaklara çalınır.Muzaffer BADEMhttp://www.blogger.com/profile/14753678795503559995noreply@blogger.com0