4 Nisan 2011 Pazartesi

Zeki Alasya’nın namaz algısı

Sanatı, sanatçıyı öven bir lafı vardır Atatürk’ün, bakan, milletvekili hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız diye...
Günümüz kimi sanatçılarının bazı tavırlarını, yaşam biçimlerini, davranış ya da sözlerini gördükçe ekleme yaptığım anlardan birisi daha işte... Sanatçı da olabilirsiniz ama insan olmak, ruh sahibi olmak... işte o en zoru...
Alt başlıkları var insan olmanın. Yetenekli olmak bunlardan biri değil. Ortalık caniden, psikopattan, sapıktan, ahlaksız, terbiyesiz, değer yargısız ‘ölü ruhlar’dan geçilmiyor. Eminim çoğunun bir şeye yeteneği vardır. Varsa bir yeteğiniz, bunu insanlık için, barış, birlik, beraberlik için, refah, huzur için kullanmadıkça insan sıfatı size bir gömlek bol gelir... Ama yaşar gidersiniz şu fani dünyada, o başka. Güzel değerlere sahip olmayı gerektirir insan olmak, yüce değerlere... Çıkarsız sevebilmek, verebilmek, paylaşmak, kollamak, insanlara, hayvanlara sevgiyle kucak açmak, tüm ‘öteki’lere saygı duymak, kimseyi yaralamamaya çalışmak, attığınız her adıma özen göstermek, hele hele nezaket, hoşgörü...
Yetenek denince aklıma ‘Yetenekli Bay Ripley’ filmi gelir. Gerçekten yeteneklidir Bay Ripley; hayatta kalma, kalma bahasına öldürme, başkalarının yerine geçerek yaşama ve hayat boyu yakalanmama konusunda inanılmaz yeteneklidir. Hani neredeyse sempati duymaya başlayabilirsiniz... Ama insandan çok uzak bir varlıktır.
‘Emek Sineması’nda namaz kılınacaksa açılmasın hiç’ demiş ünlü, yetenekli  sanatçımız. Merak ettim namazın ne zararını görmüş?.. Daha da merak ettiğim namaz kılmak denince ne anlıyor acaba?..
Bir kız arkadaşımla sohbet ediyorduk geçenlerde... “Ay, maça gittik geçen hafta, sahanın kenarında namaz kıldı birileri, çok çirkin bir manzaraydı, öff...” dedi... “Saha kenarında namaz kılmasalar da olur tabii, daha uygun yerler vardır muhakkak ama bir düşünsene, maçtan önce Budist rahipler, traşlı başları, vücutlarına doladıkları uzun kavuniçi kumaşları, ayaklarında sandaletleri ve ellerinde tütsülerle birşeyler mırıldanarak (tuttukları takım için dua diyelim) saha etrafında tur atıyor olsalar... bu seni rahatsız eder miydi?” dedim... Durdu birkaç saniye... “Yok etmezdi” dedi. “Peki” dedim, “kapı girişlerinde, bir sağda bir solda, üstlerinde maça çıkacak takımların isimleri olan, iki küçük odacık düşün... İçlerinde kiliselerde olduğu gibi İsa ya da Meryem Ana heykelleri var, tuttuğun takım için mum yakıp, adak adıyorsun... Buna ne dersin?”... Yine durdu birkaç saniye, “aaa, bu iyi fikir aslında” dedi gülümseyerek... “Peki seni rahatsız eden dua, ibadet ya da inanç değil o zaman, sen namazı beğenmedin... neden acaba?” dedim... “Sen böyle anlatınca o kadar garip gelmiyor şimdi ama... işte” dedi. İşte’nin açılımı sanırım İslamafobi.
Nispeten sıradan insanların, annelerinden, babalarından duydukları üç beş laf kulaklarında kalmış ve maalesef ezbere dönüşmüş şekilde, birkaç gazete manşetinin etkisinde yaşaması çok garip değil... Ama sanatçıları duyarlı biliriz. Kendilerini geliştirmeye çalışan, öğrenmeye açık, dünyayı kucaklayan, medeni, hoş görülü, topluma örnek insanlar... Maalesef hiç de öyle değil. Türkiye gibi bir ülkede, sahneye çıkıp, yüzde sekseni Müslüman halka ‘burada namaz kılınırsa yazık’ diyorsanız ya aklınız başınızdan gitmiş ya ruhunuz bedeninizi terk etmiş demektir diye düşünüyorum.
Kınamıyorum bile Zeki Alasya’yı. Üzüldüm adına... Bu sevgisizlik, bu at gözlüklü yaşam, bu hoşgörüsüzlükle sadece kendine zarar verir. Bize yine seyretmek kalır. Kesinlikle yine gülümseyerek ama artık alkışsız...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder