31 Ağustos 2010 Salı

'Devleti ele geçirmek isteyen Fethullah Hoca'

Bu ifade benim değil. Geçenlerde Milliyet'in 60. yılı vesilesiyle hazırlanan '60 Yılın Tanığı' kitabının sayfaları arasında geziniyordum ki 1999 yılından kalma bir birinci sayfaya gözüm takıldı. Diğer gazetelere göre kırmızı çizgileri her zaman daha keskin olan Milliyet net bir tavır koymuş ve 'Son marifeti' diye bir manşet atmış.

Kastedilen kişi Fethullah Gülen.
Ve manşetin spot'unda bugünkü gazete okurlarına çok uzak, gazeteleri hazırlayanların ise kullanmayı aklından dahi geçiremeyeceği bu ifade: 'Devleti ele geçirmek isteyen Fethullah Hoca...'
11 yıl geçmiş aradan.

Dün açık ve net bir şekilde Gülen için 'Devleti ele geçirmek isteyen' ifadesini kullanan bir medya vardı. Bugün ise Gülen'i eleştirmek hatta Cemaat hakkında yazılan kitaptan bahsetmek bile çok kolay değil.
Tek bir spot bile Türk medyası üzerindeki baskının nasıl gazeteciliği şekillendirdiğini göstermesi açısından önemli. Halbuki insan bekliyor ki yıllar geçince, iletişim kanalları arttıkça özgürlük de ona paralel olarak genişlesin. Oysa tam tersine evrim söz konusu basında.

Fethullah Gülen ve Cemaat aleyhindeki haberlere uygulanan gizli boykot kuşkusuz bu topluluğun 'hissedilen gücünün' artmasıyla ilişkili. İzlenmeyen kanallarına, satmayan gazetelerine falan bakınca doğrusu aritmetik olarak Cemaat'in sayısal olarak büyük bir topluluk olduğunu düşünmek mümkün değil.

Ancak yıllardır oya gibi işleye işleye kilit yerlere insan yerleştirmeyi, o insanları yetiştirmeyi ve gün geldikçe de işlerine göre kullanmayı başarmaları kendilerine güç sağladı. Mesela bugün yargıda Alevi yoğunluğu olduğunu söyleyenler Cemaat'çi savcıların, hakimlerin hiç hesabını sormuyor nedense?


Bir süre önce Elazığ'daydım. Bir dağın içine oyularak inşa edilmiş, sonra da yağmalanmış bir kilisenin kapısında liseli gençler bekliyordu ve kendilerini de içeri sokup sokamayacağımızı sordular.
Yardımcı olduk, ardından da sohbet ettik.

Bir yıldır durulduklarını, serserilik yıllarının geride kaldığını ve üniversiteye girmek istediklerini anlattılar. Okumak istedikleri bölümler uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi ve hukuk... Hemen ardından da okudukları tek gazeteyi söylediler. Yanıt hiç şaşırtıcı değildi, Zaman okuyorlarmış.

Nasıl keşfedildikleri, nasıl devşirilip ileride nereye yerleştirilecekleri belli.
Elbette sokakta aylak aylak gezen insanları eğitip topluma kazandırmakta, onlara bir gelecek sunmakta onurlu bir tavır var. Ancak bu misyonda çarpık bir taraf varsa kuşkusuz bu da masaya yatırılmalıdır.

Kim bilir belki de geleceğin yandaş savcıları bu çocuklar olacak.
Ben her şeyden önce 'Cemaatçi' kafasının ne kadar özgür olduğunun tartışılmasından yanayım. Sadece Gülen'ciler değil dini her şeyin önünde tutan bütün cemaatler dogmatik, sorgulamaktan uzak, birey olamamış kişiler yetiştirir çünkü.

Dogma topluma fayda mı sağlar, zarar mı?
Bu çocuklar büyüyüp devletin önemli kademelerine yerleşince veya yerleştirilince geçmişlerinden gelen bu cemaatçi kafanın ne gibi sakıncalar doğurduğu ortada: F-Tipi polis, F-Tipi yargı diye boşuna mı kaygılanıyor? Cemaat kayırılıp, Cemaat karşıtları hapislerde süründürülmesi tesadüf olmadığına göre burada Fethullah Gülen'i de, yandaşlarının da, bu yapının da vermesi gereken bir hesap var demek ki.

Hanefi Avcı'nın 'Haliç'te Yaşayan Simonlar'ını bir de bu açıdan konuşalım.
Bir kere Avcı asla Fethullah Gülen'e rezervli biri değil. Hatta Cemaat'in bağrına bastığı bir isim. Dahası mütedeyyin bir kesimden geliyor. Çok inançlı biri olmanın ötesinde dürüstlüğüyle tanınan bir memur.
O bile Cemaat'in ulaştığı yer ve yaptıkları hakkında kaygı duymaya başladıysa, bütün somut gelişmelerden ve delilerden öte sadece bu kaygı bile Cemaat'in sorgulanmasını meşru kılar.

Unutmamak gerekir ki bu ülkede Cemaat'i seven insanlar olduğu kadar, o insanlardan daha da fazla Cemaat'in örgütlenmesinden, eylemlerinden, gizli ajandasından rahatsızlık duyan çok daha büyük bir insan grubu var.
Çok hoşgörülü, barışçıl, diyaloğa açık görünmekle beraber Cemaat iyi niyetine aklı başında bir kitleyi bir türlü ikna edemiyor ama. Başta şeffaf değiller, dahası çok fazla verilmeyecek hesapları var: Paranın kaynağından örgüt yapısına kadar... Hepsinden daha önemlisi giderek sicilleri kabarıyor.
Hanefi Avcı'nın kitabındaki iddialar teker teker ortalığa dökülmeden, her şeyin üzerine gidilmeden ve Cemaat şeffaflaşmadan da hiç kimseden şahsi kırmızı kitaplarından 'tehdit algısı'nı çıkarmaları beklenemez.
Merkez Orduevi'nden notlar
- Gecenin en çalışkanı: Akşam'ın Ankara temsilcisi Çiğdem Toker resepsiyonun tadını çıkarmak yerine sürekli haber kovaladı, sürekli haber yazdırdı, bir tek demeç atlamamak için uğraştı.

- Smokinli gazeteciler: Yayın yönetmenimiz İsmail Küçükkaya 'Gazetecilerden smokin giyen az vardı' diyor ama benim listem bayağı kabarık. Başta kendisi, Sedat Ergin, Okay Gönensin, Metehan Demir, Murat Yetkin, Okan Müderrisoğlu, Hakan Çelik, Fikret Bila... Muharrem Sarıkaya üzerini değiştirmeye fırsat bulmadığı, Murat Çelik de ana haber yayınından çıkıp geldiği için takım elbiseliydi. Ben de smokin giymeyenlerdenim.

- Liberallerin Sezen'i varsa: Ulusalcıların da Erol Evgin'i var. 30 Ağustos resepsiyonunda sahneye çıkan Erol Evgin önce marşlarla ardından kendi şarkılarıyla kalabalığı coşturdu.

- CHP nerede: Görebildiğim kadarıyla bir tek parti meclisi üyesi Nuran Yıldız vardı. CHP'liler resepsiyona katılmamıştı.

- Orkestraya tam puan: 1993'ten beri askeri resepsiyonları takip eden Sedat Ergin'e sahnedeki askeri orkestrayı nasıl bulduğunu sordum. Gazeteciliği kadar titiz müzik kulağıyla da tanınan Ergin bazı zor parçaların icralarına tam puan verdi.

- En sempatik bakan: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'yla ayaküstü sohbet edince basında hakkında çıkan övgü dolu yazıların nasıl kaleme alındığı da anlaşılıyor. Şeytan tüyü var, insan tavlamasını biliyor. Çok rahat, kendine güvenli, esprili, kendisiyle barışık bir insan izlenimi verdi. Sürdürdüğü dış politikaya hala karşıyım ama insan olarak duruşu 10 numara. Ve bir açıklama: Cumhurbaşkanı'nı uğurlayamamasının müsebbibi benim. Davutoğlu'yla uzun bir ayaküstü sohbet ettik, Erol Evgin'in orkestrasının yüksek notaları el verdiği ölçüde.

- Genelkurmay'dan sosyal medya atağı: Genelkurmay'da basınla ilişkilerden yeni sorumlu olan Tuğgeneral Tayyar Süngü'yle ayaküstü sohbet edince konu twitter ve Facebook'a geldi. Kendisine, özelikle İsrail Ordusu IDF'in sosyal medyayı nasıl kullandığını anlattım. Türk Ordusu'nun da bu ağı küçümsememesi gerektiğinden söz ettim. Yeni dönemde askerden bir twitter açılımı gelebilir.

- Ramazan ayarı: Ramazandan dolayı 30 Ağustos kutlaması saat 20:30'da başladı. Bu saat özel olarak ayarlanmış, öyle söyleniyordu. Geçen senelere kıyasla içki servisinin daha 'görünmez' olduğunu da belirtenler oldu. Benim de gözüme daha çok meyve suları çarptı.

- Bir makyaj ihtiyacı: Resepsiyon iyi hoş ama bu gibi organizasyonların artık daha profesyonelleşmesi, elden geçmesi, daha görkemli hale gelmesi gerekiyor. Kısacası Genelkurmay'a ciddi bir organizasyon makyajı yapılmalı, bu gibi etkinlikler yeniden tasarlanmalı. Daha coşkulu, etkileyici bir tören yapılabilir.

- Konuşan paşa, konuşmayan paşa: Özlem Çelik'le Aslan Güner Paşa'nın yanına gidip sohbet etmeye başladığımız anda etrafımızı gazeteciler sardı ve bir anda iç 'demeç almaya' dönüştü. Resepsiyon öncesi Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'le konuşmuşlar. Koşaner 'Ben gazetecilere merhaba derim, bayramlarını kutlarım, başka bir şey söylemem' demiş. Güner 'Ben ne diyeyim' diye sormuş. Sınırlı bir açıklama yapılması konusunda hemfikir olmuşlar. Davetin sonunda Işık Koşaner'in etrafını saran gazetecilerin aldığı tek demeç neden konuşmadığına ilişkindi.

Bu yazı
http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/oray-egin/01-09-2010-devleti-ele-gecirmek-isteyen-fethullah-hoca.html
linkinden alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder