7 Ağustos 2010 Cumartesi

İkiniz de aynısınız!


Biri (mustafi olanı), Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilecek Orgeneral Atilla Işık’ın istifasını “onurlu ve şerefli bir davranış” olarak niteliyor...
Türkiye’nin böyle davranışlara çok ihtiyacı varmış...
Diğeri (fırsattan istifade Genel Başkanlık koltuğuna oturanı) asker atamalarındaki teamülleri savunuyor.
Öteden beri askerlerin terfilerinde ve emekli sistemlerinde teamülleri varmış... Kurumları kurum yapan da bu teamüllermiş... Bu teamüllere siyasetin çok fazla burnunu sokmaması gerekiyormuş...
Birincisinin adı Deniz Baykal...
İkincisinin adı Kemal Kılıçdaroğlu...
Mustafi olanı bir kenara ayıralım...
Bitmiş bir siyasetçidir...
Denedi. Başaramadı... “Asker ve yargı üzerinden siyaset yapmanın” bedelini ödedi. Hem kendisi ödedi, hem Türkiye’ye ödetti. Yeniden Genel Başkan olmak için apartta bekliyor, memleketi Antalya’da güç ve enerji topluyor. Ama geçmiş ola... Yeniden Genel Başkan olsa bile CHP’nin makus talihi değişmeyecektir.
Meselemiz diğeriyle...
Kılıçdaroğlu’yla yani...
Bilindiği üzere, “mustafi olan”ın zaaflarından istifade ederek, daha doğrusu “yenilikçi ve değişimci” bir portre çizerek “tercih edilecek adaylar” listesinin ilk sırasına oturmuştu.
Ekstradan bir numarası yoktu.
Her geçen gün, bunu teyit yeni bir demeci ve eylemiyle çıkıyor karşımıza.
Mustafi olandan farklı bir şey söylemiyor.
İkisi de aynı.
İkisi de devlet alanını tahkim ediyor.
İkisi de demokrasinin “başımıza gelmiş en kötü şey” olduğuna inanıyor.
İkisi de darbelerin masuniyetini savunuyor.
Siyaset yapmak, devletin söylediklerini tekrarlamak ve yeni hiçbir şey üretmemekse, en kralını Baykal yapıyordu.

Neden değiştirdiniz ki?
Bir “sosyal demokrat” lider düşünün ki, Silahlı Kuvvetleri “siyaset kurumu” üzerinde “vasi” kılan 35. maddeyi değiştirmediği gerekçesiyle hükümete sallıyor, “O zaman sen getir teklifini” denildiğinde, daha da inceltilmiş ve askerin vasi pozisyonunu kalıcı kılacak yeni bir yasa kaktırmaya çalışıyor.
Bir sosyal demokrat lider düşünün ki, “iktidara geldiklerinde darbelerle hesaplaşacağını” söylüyor ve darbeye dönüşmemiş 27 Nisan muhtırasından yakınıyor, ama hazır olmuş darbelere ve Balyoz, Sarıkız, Eldiven, Ayışığı şeklinde kodlanmış darbe girişimlerine sesini çıkarmıyor.
Sesini çıkarmadığı gibi, bir de Silivri’lere, şuralara buralara selamlar gönderiyor... “27 Nisan muhtırası”na en büyük desteğin kendi partisinden geldiğini de unutturmaya çalışıyor.
Bir sosyal demokrat lider düşünün ki, bir taraftan yasaların bağlayıcı hükmünü hatırlatıyor, sıra asker terfilerine gelince “yasaların bağlayıcı hükmüne karşı yerleşik teamülleri” savunuyor.
Siyaset bu teamüllere fazla burnunu sokmamalıymış...
Siyaset, giderek “darbe konvansiyonları” oluşturmanın meşru aracı haline gelen yahut getirilen “yerleşik teamüllere” burnunu sokmayacak da, nereye sokacak?
Siyasetin görevlerinden biri de, her türlü oldubittiye karşı meşruiyeti ve “yasal olanı” savunmak değil midir?
Tamam, siyaset her alana burnunu sokmasın...
Peki, asker siyasete burnunu soktuğunda, zırt pırt darbe yaptığında, zırt pırt muhtıra verdiğinde neden sesin bu kadar gür çıkmıyordu?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder