23 Şubat 2011 Çarşamba

Muhafazakar Türkiye'nin başkenti

Farkında mısınız, bu aralar fena halde Ankara modası var. 'Behzat Ç' isimli polisiye dizi öncü oldu. Zaten dizinin alt başlığı da 'Bir Ankara polisiyesi'. Bütün televizyonların İstanbul'da kurulu olduğu, bir şehir macerası yapılacaksa illa fonda İstanbul'un kullanıldığı bir ortamda alışılmadık bir seçimdi. Kendisine fon olarak Ankara'yı alan bir dizi çoktandır hatırlamıyorum üstelik; en son 'Ferhunde Hanımlar' ve 'Kaynanalar' galiba...
Sonra 'Aşk Tesadüfleri Sever' filminde bir kez daha Ankara ortaya çıktı. Hatta bu filmdeki kamera oyunları, filtreler ve ışık kullanımıyla Ankara 'sevilebilir' bile görünmeye başladı göze. Filmi izleyen eski Ankaralıların çoğunun nostaljiye dalmasına sebep oldu.
Film bir masaldı, tıpkı yansıttığı Ankara gibi. Öyle bir şehrin artık olmadığını hepimiz biliyoruz.
Ankara'nın geçirdiği değişimleri görmek için bu yıl Berlinale'de yarışan 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' filmine de bakılmalı. Bu film de Ankara'da geçiyor. Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanındaki temalardan biri de Ankara'da genç, solcu, isyankar olmak nedir anlatıyor; kısaca öğrenci olmak.
'Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in bir sahnesinde üniversite öğrencileri bir meydanda toplanmış, birisi bildiri okuyor, ardından diğer öğrenciler slogan atıyor. Eşit öğrenim hakkı, eğitimde özgürlük istiyorlar. Ve üzerine polisler yürümüyor, biber gazı sıkılmıyor.
Bir zamanlar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının isyan hareketlerini başlattıkları Ankara'da artık isyan etmek de sadece filmlerde mümkün.
Aynı film, Ankara'yı bir orta sınıf memur, bürokrasi, küçük ve mütevazı hayatların şehri olarak da gösteriyor. Neredeyse hepimizin belleğinde kaldığı şekliyle.
Halbuki son yıllarda bütün devlet kurumlarının uğradığı değişimden bir devlet şehri olarak Ankara da nasibini aldı. Benim gibi Ankara'ya uzaktan gidip geldikçe takip edenler bile değişimin farkında; o kadar gözle görülür.
Şehrin mimarisi, yapısı, estetiği baştan aşağı değiştirildi bir kere. Kazılan tünellerle yayalara düşman, kuruluşunda ustalıkla tasarlanmış meydanlarını yok eden bir şehre dönüştü. Dahası, giderek kent merkezini varoş ele geçirmeye başladı, kent merkezinde oturanlar da şehri dışa doğru büyüttüler. Çayyolu, İncek gibi bozkırlarda milyon dolarlık havuzlu villa modası başladı.
Aynı şekilde, mülki idaredeki değişim de şehirciliğe yansıdı: AKP'nin 'toplu konut projesi' diye adlandırılan Çukurambar diye bir semt ortaya çıktı ve çok çocuklu ailelere, çok odalı apartman dairelerinin olduğu bloklar yapıldı.
Nargileciler, içkisiz lokantalar da gece hayatında pavyonlarıyla meşhur olan Ankara'ya son sekiz yılın katkıları.
Değişim, alışkanlıkları, hayatları ve ilişkileri de etkiledi. Akşamlar ne zamandır rakıyla, viskiyle değil Faruk Malhan'ın tasarladığı modern ince belli bardaklarda içilen çaylarla tamamlanır hale geldi.
Bu değişen Ankara'ya tanık olmak da benim için heyecan verici aslında. Bir ülke yeniden şekilleniyor Ankara'da.
Henüz ekrana ya da beyazperdeye bu hali yansımadı ama.
Fakat eski Ankara'nın yüceltildiği birkaç yapımın arka arkaya çıkması da ilginç bir tesadüf değil mi?
Ben şimdi Mustafa Altıoklar gibi bir yönetmenden de karşı atak olarak İzmir modasını başlatmasını bekliyorum.
Hem bir İzmir modasının başlaması için yeterli altyapı da mevcut; Yılmaz Özdil'in efsanevi 'İzmir' yazısının yarattığı etkiyi düşünün. Birinin fitili ateşlemesi gerekecek...
Bir tarafta muhafazakar Türkiye'nin başkenti Ankara varsa, diğer tarafta da Beyaz Türkiye'nin gönlündeki başkent İzmir var ne de olsa...
Medyayı yeniden şekillendirme planım
Bir süre önce, birkaç arkadaş oturduk ve meyhane masasında medyayı kurtardık. Başkaları ülkeyi kurtarır, gazeteciler bir araya geldiğindeyse medyayı kurtarır. En sevdiğimiz şey kendi mesleğimiz üzerine atıp tutmaktır.
Önce Milliyet gazetesini masaya yatırdık. 'Taha Akyol gitsin, yerine oğlu gelsin'den tutun da 'Başyazar Kadri Gürsel olsun', 'Çetin Altan haftada bir pazar günleri yarım sayfa ekte yazsın', 'Tezkan üç'te yazsın' gibi bir dolu fantezi.
Sonra sıra Hürriyet'e geldi, 'Nuray Mert buraya hiç olmadı, en doğru yer Radikal' diye girdik konuya, 'Ertuğrul Özkök olsaydı bu manşeti nasıl atardı', 'Şuraya bir patlangaç konsa iyi olurdu' gibi bir dolu laf...
'Ufuk yaşasaydı bu haberi nasıl verirdi' diye hüzünlendik...

***
İyi ki tüm bunlar meyhane masasında kaldı ve iyi ki telefonda konuşmamışım diye düşünüyorum.
Kim bilir, yarın öbür gün 'Medyayı yeniden tasarlama planı' olarak karşımıza bile gelebilirdi bu geyik muhabbetleri.
Dün, bilgisayarımda eski bir dosya ararken karşıma altı-yedi sene öncesinden notlar çıktı. Bir dergi taslağı var... Kimler düzenli yazar, kimlerden dışarıdan yazmasını isteriz, ne gibi konular işlenir, hangi bölümler olur gibi. Neyse ki bu basit bir gençlik dergisi projesiydi.
Yazılmamış roman taslakları, hatta bir tiyatro oyunu, bir kitap için notlar... Unuttuğum pek çok yazıma da rastladım.
Ayrıca defterlerimde birçok not var... Mesela 'Vanity Fair Türkiye'de çıksa Mehmet Barlas'tan Domnick Dunne tarzı yazılar yazmasını isteyelim' gibi şeyler karalamışım kendi hayal dünyamda.
Gazetecinin not defteri olur... Bu not defterlerine de insan aklına gelen her şeyi yazar...
Galiba artık aklımıza geleni sadece kendimize saklamamız gerekecek. Ne kimseyle paylaşacağız, ne kağıda dökeceğiz. Gerçi, siz ne kadar tedbir alırsanız alın birileri sizin adınıza günlükler, notlar tutup yerleştirmekten hiç çekinmiyor galiba...
En iyisi her şeyi ezberlemek, sadece kendi beynimize güvenmek. Bakarsınız, bu süreçten beynini çok daha farklı yetiştirmiş bir kuşak bile çıkar.
Büyük bir hata
Cumhurbaşkanı Gül gibi evde izlemeye başlayıp uyuya kaldığım ve sıkıntıdan bir türlü tamamlayamadığım 'King's Speech' filmini sonunda mecburiyetten sinemada izledim.
İzledim ki, Akademi'nin nasıl bu yıl bir tarihi hata daha yapacağını göreyim diye... Yaşlı üyelerin hoşuna gidecek her şey var 'King's Speech'te; kahramanlık, başarı, liderlik, siyaset, aristokrasi ve sıkıcılık!
Son yıllarda başı sonu bu kadar belli, ne olacağını daha ilk sahneden kestirdiğiniz, içinde hiçbir merak unsuru bırakmayan, en ilginç kısımlarının (dersler) da kısa kesildiği sıradan, vasat bir film...
Ve bu film Oscar'ı alacak diyorlar.
Colin Firth'ün oyunculuğunda da öyle abartılacak bir şey yok; geçen sene 'A Single Man'de çok daha etkileyiciydi ve düpedüz hakkı yendi, bu sene 'Özür dileriz' mahiyetinde heykelciği kaldıracak herhalde.
Bundan 10 sene sonra hiç kimse dönüp de 'King's Speech'in yüzüne bakmayacak. Tıpkı 'Crash', 'Chicago' ya da 'Shakespeare in Love'ın yer aldığı tarihin çöp tenekesinde yerini alacak.
Oysa bundan 50 sene, 100 sene sonra bile 2000'lerin ruhunu öğrenmek isteyen biri 'The Social Network'ü birinci kaynak olarak kullanır.
Bu durumda hangisi 'En iyi film' oluyor?
Bildiğim tek şey 'en iyi filmin' Akademi tarafından seçilmediği ve Oscar'ın illa da yılın en iyi filmine verilmediği.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder