30 Haziran 2011 Perşembe

Vicdanım o kadar rahat ki

Kürt kökenli milletvekilleri SHP sayesinde Meclis'e girdiğinde Türkiye'den çok uzaktaydım. Çocuktum. Laik ve Cumhuriyetçi değerlerle büyümüş, 'Apo bir bebek katilidir' ve 'Kürtler öcüdür' ezberleri öğretilmiş biri olarak o zamanlar 'Ne işleri var Meclis'te' diyordum.
O yemin törenini bir o zaman izledim, bir de dün.
Zamanla algılar değişiyor, büyüyoruz, dünyaya bakışımız da bundan nasibini alıyor.
Belleğimde kalan görüntülerle üzerinden zaman geçtikten sonra izlediğim aynı töreni algılama biçimim de değişti. Çok çocuksu ve utanç verici milliyetçilik duygularım olayların akışını net bir şekilde görmemi engellemiş.

Dün, serinkanlı bir şekilde Leyla Zana'nın yemin etmesini kare kare incelerken o zaman aklımdan geçenlerden utandım. Ne düşünürse düşünsün, kim olursa olsun böyle bir muameleye maruz bırakılmamalıydı.
Genç, korkutulmuş, cesur ama tedirgin bir kadın Meclis kürsüsüne geliyor. Daha gelir gelmez protestolar başlıyor. Sesi titreyerek yeminini ediyor, ardından da alelacele, kendi kendine bir anlık verdiği gazla neredeyse Kürtçe bir ekleme yapıyor. Yemin bittikten sonra.
Ortalık karışıyor.
Zana'ya öyle büyük bir Meclis terörü uygulanıyor ki bir anda yüzünün ifadesi değişiyor. Korkmamak mümkün mü, tedirginliğini görüyorsunuz. Meclis Başkanı ona 'Sözlerimi geri alıyorum' demesi talimatını veriyor.
Mikrofondan 'Türk-Kürt halklarının kardeşliği diyebilir miyim' diye sorması yansıyor kameralara. Bu talebini de reddediyor Meclis Başkanı, 'Yazılandan başka bir şey istemiyorum' diyor.
Sözlerini geri alıyor Leyla Zana. Dokunsan ağlayacak. Sesi zor çıkıyor. Yine müdahale ediliyor. Duyulmamış güya sözlerini geri aldığı! Oysa gayet net duyuluyor. Tekrar baskı, tekrar protesto, tekrar hakaret... Zana söylenen her şeyi yapmaya, uzlaşmaya o an hazır. Ama o gün Meclis'i domine eden vandallar her türlü nezaketten yoksun...
Orhan Doğan'ın, Leyla Zana'nın ve diğer DEP'lilerin polis arabalarına kafalarından itilerek tıkılmaları, Meclis'ten yaka paça götürülmeleri görüntülerini de unutmadım tabii ki...
Bir başka video: Fethullah Erbaş kürsüye çıkıyor, 'Anayasa'nın 81. maddesi' diye söze giriyor. Daha ağzını açar açmaz küfürler, sıralara vurmalar... Ne kadar çirkin sözler uçuşuyor havada. Sadece 'Anayasa'nın 81. maddesi' deyip önündeki metni okuduğu için!
'Yazılanı oku' diye bağırıyor birisi... 'Yazılanı okuyorum' diyor şaşkınlıkla. Meclis Başkanı 'Sözlerini geri al' diyor yine. Bir ahmaklık, bir kendini bilmezlik şovu: Hangi sözü geri alacak, neyi düzeltecek? Anayasa'nın 81. Maddesi işte, onu okuyor... Ama yok, bizim vekiller saldırmak için yer arıyor.
Dün, Haberal ve Balbay'ın vekilliği hakkında konuştuğum muhafazakar bir arkadaşım 'Peki ya Merve Kavakçı'ya yapılanlar, onları unuttuk mu' dedi.
Tabii ki unutmadık. Merve Kavakçı konusunda vicdanım çok rahat: Ecevit'in 'Bu kadına haddini bildirin' sözlerinin utancını yıllarca ben yaşadım, sadece başı örtülü diye Meclis'te o laik teyzelerin, koskoca adamların linç girişimlerinin ayıbını ben bile yaşadım.
Daha başörtüsünü savunmanın 'moda' olmadığı günlerde de bunu savundum. Nazlı Ilıcak'a o gün ilk artı puanı verdim. Merve Kavakçı'dan teşekkür mektubu bile aldım.
CHP'nin bile türbanlı aday göstermesini savunan birkaç kişiden biri oldum.
Dün ne kadar rahatsa vicdanım bugün de Balbay'ı, Dicle'yi, Haberal'ı ve diğer BDP'lileri savunurken o kadar rahatım.
Bülent Ecevit o 'tarihi' konuşmasında 'Burası devlete meydan okunacak yer değildir' diyor.
Aslında bugün yaşanan krizler de geçmişteki o utanç kareleri de hep bu cümlede gizli: Devleti kültleştirme, tabulaştırma, devlete haddinden fazla anlam yükleme. Protestodan, itirazdan, farklı olmaktan, meydan okumaktan korkarak, sürüden ayrılanı sürekli ezerek bugüne geldik... İyi mi oldu sonunda elimizdeki?
Orası Türkiye Büyük Millet Meclisi... Büyük bir millet içinde herkesi barındırır.
Bu Meclis Mehmet Haberal'ın da Merve Kavakçı'nın da Hatip Dicle'nin de ve pek tabii ki Bülent Arınç'ın da yeridir. Bu insanlar Türkiye'nin bir parçasıdır, bu Meclis de Türkiye'yi yansıtmalıdır.
Vicdanım çok rahat çünkü ben gerçek demokrasiyi biliyorum.
Super 8'de neler varmış meğer
Aslında uzun zamandır sinemaya gitmeden önce izleyeceğim film hakkında hiçbir şey okumuyorum. Böylece sürprizlere daha hazırlıklı oluyorum, filmin sunacaklarını önyargısız izliyorum.
Ama tabii yorumlardan bir şey okumadan da uzak kalamıyorsunuz. İlla ki birileri bir şey söylüyor, ya da bir yerde karşınıza çıkıyor. 'Super 8' hakkında da iyi şeyler duymadığım için 'Vakit kaybı olacak' diye izlemekten vazgeçmiştim...
Ta ki New York Times'da 'İzlediğiniz filmlerdeki göndermeleri biliyor musunuz' başlıklı bir yazı okuyana kadar.
'Super 8' meğerse yapımcısı Steven Spielberg'ün ilk işlerine bir saygı duruşunu niteliğindeymiş. 'Üçüncü Türden Yakınlaşmalar' ya da 'E.T.'ye birçok gönderme doluymuş. Bir de 1979'da geçiyor, o dönemin kıyafetleri, aksesuvarları...
Bu sefer 'Acaba filmler hakkında önceden bir şeyler okumanın faydası mı var' diye düşünerek izledim 'Super 8'i. Hem o eski Spielberg filmlerinin tadını aldım, hem de 'Stand By Me' gibi naif bir film buldum.
Kapanış jeneriği başladığında yanımdaki arkadaşım uyardı.
'Hemen çıkmayalım' dedi, 'Filmin içindeki kısa filmi göstereceklermiş birazdan, öyle yazıyordu.' Bekledik, belki de filmin en güzel kısmı bir yandan filme emeği geçenlerin adı akarken gösterilen bu kısa başyapıttı.
'Bak işte önceden eleştirileri okumanın da faydası oluyormuş' dedi...
Galiba haklı. Ama yine de emin değilim: Sinema eleştirmenleri filmler hakkında o kadar çok bilgiyi açıklıyor ki artık her şeyi önceden biliyorsunuz ve bu da film izleme zevkinden çalıyor. Bu sinema eleştirmenleri olmasaydı da küçük sürprizleri kaçırmak olası...
Bir PKK'lı, bir Hollywood yıldızı, bir travesti
Bu dünya gerçekten çok küçük... Zach Galifianakis'i biliyorsunuz. Hani 'Hangover' filminin sakallı yıldızı. Geçen gün onunla ilgili bir habere denk geldim.
'New York'ta 90'ların ortasında garsonluk yapıyordum' diyor, 'Kürt ayrılıkçılarının yeriydi, travestiler garsonluk yapardı, geceleri içip içip metroda dolanırdım.'
Bu ipuçları 90'lı yıllarda New York'u bilen Türklere hiç yabancı olmasa gerek. Hayır hayır, içip içip metroda dolandığı için değil.
Ama 'Kürt ayrılıkçı' diye bahsettiği bir zamanlar Stingy Lulu's restoranıyla bu şehirde epey kendisinden söz ettiği Karazona Çınar'dan başkası değil. Çınar ve ailesi o yıllarda hakikaten de 'Kürt ayrılıkçısıydı' ve Türkiye'den bu yüzden kaçmışlardı.
Stingy Lulu's da konseptiyle çok şaşırtıcı, New York'ta bile çok yenilikçi, kendinden söz ettiren bir mekandı. Kim Türkiye'de Kürtlerin hissettiği baskının böyle sonuçlar doğurabileceğini tahmin ederdi ki...
Zach Galifianakis oradaki çalışıp da travesti kılığına girmeyen tek garson olduğunu anlatıyor. Sahibi işe gelmeden önce arayıp 'Zach, pazartesi işe bekliyoruz ama kadın kılığında gelmeyi unutma' diye talimat bile vermiş.
Politik kimlik de 90'lı yıllar da Stingy Lulu's da çok geride kaldı tabii.
Karazona Çınar şimdi ağırlıklı olarak Çin'de yaşıyor, tasarım mobilyalar üretiyor ve bunları New York sosyetesine satıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder