30 Temmuz 2011 Cumartesi

Terörist mi, özgürlük savaşçısı mı?

Kulağıma eğiliyor: “O düşmanını yüreğinle affedemezsin ama aklınla affedebilirsin, eğer barış diyorsan...” Peki, bu saat ne zaman çalar? İki taraf da birbirini şiddetle tüketemeyeceğini anlayınca...


EDİNBURGH
Dokuz asırlık bir şato, İskoçya’nın en eskisiymiş. “27 kral ve kraliçe gördü bu şato” diyor. Çoğu avlanmak için gelirmiş...
Akşam yemeği.
Şatonun kapısında etekli bir İskoç tarafından karşılanıyoruz, pür ciddiyet gaydasını çalıyor.
Şömine çıtır çıtır...
Ayaküstü sohbet.

Uzun bir günün sonunda böyle bir ortam ve buz gibi şampanya doğrusu iyi geliyor.
Kütüphanenin bir tarafında, sayfaları sararmış, eprimiş bir kitapçık gözüme ilişiyor. Üstünde kocaman bir sözcük:
BARIŞ.
Şunlar yazılı:
“Barış için bir dilek ya da bir makale, mevcut ayrılıkları gidermek amacıyla...”
Yayın tarihi, 1690.
Biri kalkmış, üç yüz küsur yıl önce İskoçya’da barışa dair ayrılıklar ve çözüm yolları üzerine düşüncelerini yazıya dökmüş, kitaplaştırmış...
İyi güzel.
Ama gel gör ki, üç asır sonra bile daha bu topraklarda hâlâ barış ve koşulları tam oturmuş değil.
Londra’dan başladık, Belfast üzerinden Edinburgh’a geldik, barışı konuşa konuşa, barışı tartışa tartışa.
Güzel, verimli bir yolculuktu.
Güney Afrika, Kuzey İrlanda ve İskoçya tecrübeleri nedir sorusunun karşılıklarını, konuyu çok iyi ya da hayatın içinde bilen kişilerden dinledik.
Şiddet-barış ilişkisini konuştuk.
Londra’da Güney Afrikalı beyaz bir siyaset bilimcisinden dinledim:
“Siyahlarla beyazlar arasındaki ilk gizli buluşmada, birbirine güven sıfırdı. Konuşmaları olanaksız gibiydi. Bir taraf diğerine terörist, öbür taraf da diğerine faşist diktatör diyordu. Ama zamanla diyalog kanalları açıldı. Ve Güney Afrika’da çözüm üç aşamada geldi: (1) Siyasal tutukluların serbest bırakılması... (2) Siyasal faaliyetlerin serbest bırakılması... (3) Ve yeni anayasa...”
Kuzey İrlanda parlamentosu Stormont’un çatısı altında kulağıma çalınan iki cümleyi not defterime kaydetmişim:
“Bir zamanların teröristi ama sonra bir özgürlük savaşçısı...”
“O düşmanını yüreğinle affedemezsin ama aklınla affedebilirsin, eğer barış diyorsan...”
Peki, bu saat ne zaman çalar?
Bu beş günlük gezide de aynı noktaya geldim:
İki taraf da birbirini silahla, şiddetle tüketemeyeceğini anlayınca...
Şiddetin pençesinde yıllar yılı kıvranan Kuzey İrlanda’da böyle olmuş...
Türkiye’de olabilir mi?
Beş gün boyunca tanık olduğum, katıldığım tartışmalarda bu soru gündeme gelmedi. Türkiye ve Kürt sorunu konuşulmadı, ama bu soru kafamın arkasından hiç eksik olmadı.
Kuzey İrlanda barışını yapan İşçi Partisi’nin eski lideri ve Britanya başbakanlarından Tony Blair, ‘barışın olgulaşması’ndan söz eder siyasal anılarında.
Muhafazakârlara yakın, emekli Büyükelçi Sir Kieran Prendergast da (hem Ankara’da büyükelçilik yaptı, hem de BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın bir numaralı siyasal yardımcısıydı), Londra’daki toplantımızda şu soruları gündeme getirdi barışla ilgili olarak:
“Çözüm için taraflar birbirine ne kadar uzak, ne kadar yakın? Çözüme ilişkin şartlar olgun mu, değil mi? Taraflarda çözüm için iyi niyet ne kadar var?”

Sir Prendergast barışa ilişkin şu noktaları da vurguladı:
“Gerçek barış tek taraflı olamaz. Kalıcı barış bir tarafa dikte edilemez. Hakça bir barış diyorsak, her iki taraf da kazançlı çıkmalıdır bundan. Barış istiyorsak, sabır ve sebat şarttır.”
Şunu da söyledi:
“Britanya olarak IRA’yı askeri yoldan bitiremezdik. Halkın desteğine sahipti çünkü...”
Ve son olarak ekledi:
“Gerçekten çözüm ve barış istiyorsan, kendi hasmını ya da düşmanını şeytanlaştırmaktan, onu insan olarak aşağılamaktan kaçınman gerekir. Böyle yapmazsan, kendi kamuoyunu çözüm ve barış konusunda ikna etmen çok, hem de çok zorlaşır.”
Barış eninde sonunda kapıyı çalıyor. Önemli olan savaştan, çatışmadan barışa giden yolu olabildiğince kısaltmak.
Bunun için de gerçek liderlik lazım, güçlü siyasal irade ve cesaret lazım her iki tarafta da...
Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün düzenlemiş olduğu, Ak Parti, CHP ve BDP’den sekiz milletvekilinin de katıldığı beş günlük gezinin en çok Belfast durağından etkilendim.
Çünkü bu diyar, ‘direniş’in topraklarıydı. Bir sabah vakti martı sesleriyle uyandım Belfast’ta. Güneş deniz tarafından doğuyordu. Ve denizin kokusu...
Titanik’in inşa edildiği tersaneye günün ilk ışıkları vururken, artık bu toprakların da trajediye doymuş olabileceğini düşündüm.
Darısı, bizim memleketin başına...
İyi pazarlar!





Asker, seçilmiş sivil otoriteye tabidir!
EDİNBURGH
Artık eski zamanlardaki gibi değil. Dünyanın neresinde olursa olsun, her şey elinin altında ya da bir tık mesafede.
Bir başka deyişle:
Bu yer yuvarlağında hangi delikte olursan ol, kaçamazsın olaylardan. Ne olup bittiğini izleyip yazabilirsin.
Hatta yazmak zorundasın.
Bu nasıl bir yaz, ne kadar sıcak değil mi? Gazeteci milletine bir an rahat yok.
Biliyorum laf uzadı.
Yazıyı da uzatmak istemiyorum. Haftaya daha ayrıntılı girerim konuya...
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Koşaner’le kuvvet komutanlarının istifalarıyla ilgili olarak şimdilik bir noktayı belirtmek istiyorum:
Asker, seçilmiş sivil otoriteye tabidir!
Son söz askerin değil, seçim sandığından çıkan hükümetlere aittir.
Asker, demokrasilerde başına buyruk değildir, siyasal iktidarın çizdiği sınırlar içinde hareket eder.
Türkiye de buna artık alışıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder