18 Temmuz 2011 Pazartesi

Zor bir yazı...

Günlerdir yüreğim yanıyor.

13 askerimizin şehit olmasından sonra oturup, soğukkanlı bir yazı yazmam gerektiğini düşünüyorum ama ne soğukkanlı düşünebiliyorum ne de soğukkanlı bir analiz yapacak gücü bulabiliyorum.

Sittin senedir, soğukkanlı olmadığımı bilirim. Ancak, galiba yaşlandıkça daha duygusal oldum. Bazen köşe yazarlığıyla, öğretmenliğimi de karıştırıyorum...

Bugün, bu konunun analizine hiç girmeden, şunu söylemek istiyorum ki yüreğim başka şeyler söylüyor, kafam başka şeyler söylüyor. Ama işin doğrusu insanın, yüreğinin değil, kafasının sesini dile getirmesi. Beni bugünlerde bağışlarsanız, önümüzdeki dönemde içinde bulunduğumuz koşullar için, kafamın söylediklerini sizlerle paylaşırım.

Xxxxxxxxxxxxxx

Gündemimizdeki konular içimi sıkarken, bir de havanın sıcaklığı buna eklendi. Benim bildiğim, yaz aylarında İstanbul'da 7-8 gün çok sıcak geçerdi. Geçtiğimiz hafta, bu "kontenjanı"(!) daralttık zannediyordum. Ancak Meteoroloji, sıcaklıkların süreceğini söyleyince, epey moralim bozuldu. İstanbul dışında bazı olanaklarım olmasına karşın bu kentten kolayına kopamamam, benim bir hastalığım herhalde. Kısa bir süre için olsa bile...



Aslında İstanbul'un sıcaklığından kaçarak, çok daha sıcak yörelere gidenlere de hiç aklım ermez. Türkiye'nin güneybatısı ve güneyindeki tüm beldelere gidenler, "rutubet olmaması" ve "tatlı bir rüzgâr" estiğini ve bunun getirdiği serinlik olduğunu söylerler.

Oysaki söz konusu beldelerin hemen tümüne gittim. Ne, tatlı bir serinlik gördüm ne de rutubetsiz bir hava. Ama moda olmuş. "Nereye gidiyorsun tatilde?" Yanıt, "Bodrum'a uzanacağız..."

Doğrusunu isterseniz, bu tatil beldelerinin kalınabilecek en lüks ve konforlu mekânlarında kaldım. Gene de sıcak yakamdan düşmedi. Eğer kendimi, "oda hapsine" mahkûm eder ve klimalı odadan dışarı çıkmazsam, müthiş serin bir tatil yapmış olurdum. Ama eğer oda hapsini tercih etmezsem, "Ne işim var buralarda?"

Gerçekten ne işim var?

İstanbul'da tatilde gidecek yer mi kalmadı?

Xxxxxxxxxxxxxx

İlk olarak, "Adalar'ı" ele alalım.

Her gün bir adaya gitseniz, tatilinizin 4 günü geçer. Birkaçını, çok sever ve oralardaki müthiş lokantalarda yemek yemek ister ve birkaç kez giderseniz, 6-7 gün olur.

Gelelim "Boğaz"a...

Boğaz'ın o her biri birbirinden güzel köşelerinden birine gitmek isterseniz, tatiliniz yetmez. Eğer canlılık ve kalabalık arıyorsanız, Rumeli kıyısındaki beldeler, sizi bıktıracak kadar gürültülü ve kalabalıktır. Eğer, daha asude ve huzurlu yöreler arıyorsanız, Anadolu kıyısındaki yöreleri tavsiye ederim. Zaten bunların çoğunda gerçekten, usta ellerin yaptığı yemekleri yiyebileceğiniz lokantalar bulabilirsiniz. Tabii bunların bazılarına, fiyatları nedeniyle hiç yanaşmamak gerekir ama eğer kompleks sahibi değilseniz, fiyatları öğrenir ve kendinizi ona göre ayarlarsanız.

Burası İstanbul, 3 kuruşluk şeyi, 13 kuruşa satmak isteyen de bulunur, 23 kuruşa satmak isteyen de. Akıllı insan, 3 kuruşa satan yeri bulur ve alır.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Boğaz'ı "fethettikten"(!) sonra, gelelim İstanbul'un Marmara kıyısına. Sarayburnu'ndan başlamak üzere, Küçükçekmece'ye gelene dek, bu sahil boyunca yüzlerce park ve yemek yiyecek mekân vardır. Ve hiç kuşkunuz olmasın, "Güney'den..." çok daha serin ve hesaplı...

Haliç kıyısındaki beldelere, Karadeniz kıyısındaki köylere, örneğin; Kilyos'a, Demirciköy'e vb. hiç girmiyorum.

Hepsi birbirinden keyiflidir.

Yazımın başlığını, "Zor bir yazı..." olarak koymam, elbette nedensiz değil. Dişe dokunur hiçbir şeye değinmeden boş laflarla dolu bir yazı kaleme almak, herhalde hiç kolay değil.

Bugün, bunu başarmaya çalıştım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder