17 Temmuz 2011 Pazar

Kanlı saldırının perde arkası

18 Temmuz 2011 Pazartesi
Dünyadaki çarkların nasıl döndüğünü anlamak için kullandığımız pek çok kavram ya da ifade var. Karar vericiler, uluslararası sistem vb.

Bu yapıların bir ‘kadiri mutlak’, yani her şeye gücü yeten ve yenilmez olarak görülmesi, elbette doğru ve sağlıklı bir yaklaşım değil. Ancak böyle olması, bu tür karar mekanizmalarının olmadığı anlamına gelmiyor elbette.

Bulunduğumuz coğrafya, uluslararası sistemin en keskin ve sert hesaplaşma alanlarından birisi. Sistemi sıradan göstermek isteyenlerin sıkça başvurduğu tezlerin aksine, Türkiye’nin merkezinde bulunduğu bölgenin önemini, diğerleriyle karşılaştırmak son derece yanıltıcı.


Şu günlerde sadece Suriye üzerinden yaşanan tartışmalara göz atılırsa, bu durum kolayca anlaşılabilir. Futboldan mülhem söylersek, Suriye sadece Suriye olarak görülmemeli.

Sistemin sorunlu çocuğu: İran

Uzun yıllardır sistemle çatışan, bu nedenle ambargolara ve farklı kuşatmalara maruz kalan liste başı ülke, aynı zamanda Türkiye’nin en önemli komşusu.

Kuşkusuz İran’la aramızda yüzyıllardır ciddi bir sorun yaşanmadı. Ancak bu durum, iki ülkenin pek çok bölgesel sorunda ya da başlıkta rekabet etmediği anlamına gelmiyor. Uzatmadan, sistemin üzerine yatırım yaptığı soruyu ifade edelim: Acaba Türkiye-İran rekabeti, sistemin Tahran üzerindeki hesaplarını aktif olarak besleyecek bir kıvama gelebilir mi?

Bu sorunun cevabını daha cazip hale getiren gelişme, yaklaşık dokuz yıldır devam eden ve en az bir dönem daha devam etmek üzere seçmenden vize alan AK Parti iktidarının varlığı.

Nükleer enerji ya da silah tartışmaları üzerinden İran’ı köşeye sıkıştırmak isteyenler, Ankara’nın şaşırtıcı düzeyde sert tepkisiyle karşılaştı. Komşuluk üzerinden hiç olmazsa ‘çekimser’ kalması beklenen Tayyip Erdoğan hükümetinin, Brezilya/Luna ile birlikte sisteme ‘hayır’ demesi hala hafızalarda.

Ancak o günden itibaren bölgede peş peşe yaşanan gelişmeler, füze kalkanıyla ilgili alınan tavır, Lübnan’da İran eliyle hükümetin devrilmesi ve şimdi Suriye’de yaşanan iç çatışma. Tüm bunların gelip dayandığı nokta, Ankara ve Tahran’ın bu rekabeti nasıl ve hangi zeminde yürüteceği.

Ve bildik kart: PKK

Sistemin Ankara’dan beklentisinin ne olduğunu herkes gayet iyi biliyor. Dış politikayı ‘Küresel aktörler ne derse onu yapmaktır’ diye tarif edenler açısından sorun yok. Türkiye, kendisini İran’a karşı oluşturulan Sünni bloğun güçlü ismi olarak görürse, sistemi mutlu edecek, kendisine de bunun karşılığı verilecek.

Burada çok ince bir çizgi var. Türkiye’nin kendisini yeniden keşfettiği, bölgede ve dünyada bir güç olarak sesini duyurduğu bir dönemin eşiğindeyiz. Bu gücün kodlarının sistemin iştahını kabarttığı ortada. Ancak önemli bir ayrıntı var. Ankara, kendi dinamiklerinin uluslararası sistem tarafından kontrol edilmesi noktasında pek itaatkar bir görüntü vermiyor. Hatta ‘sürpriz’lerle dolu olduğunu düşünenler hayli fazla.

Şimdi, tüm bunların ortasında, Türkiye’ye ayak bağı olan en önemli sorunun, yeniden azgınlaşması manidar. 13 askerimizin şehit olduğu saldırıyı bir de bu pencereden okumak gerekiyor.

Peki, 12 Haziran seçimlerinden güçlü bir iktidar denklemiyle çıkan Türkiye, büyük resimdeki bu çekişmeyi nasıl okuyor acaba? Bir başka soru şu: Bölgedeki tüm kritik sorunlarda önemi giderek artan bir ülkenin, yeniden terör batağında debelenmesini isteyenlerle, buna izin vermeyeceklerini beyan edenlerin bilek güreşi nasıl sonuçlanacak?

Demokratik özerklik komedisini sahneye koyanlar, tüm bunları nasıl okuyor, doğrusu çok merak ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder