1 Ağustos 2011 Pazartesi

Genelkurmay “Yazıcıoğlu cinayeti”ne el atmalıdır!

 
Önce; geçen yıl bugünlerde anlattığım bir “hikâye”yi hatırlatmak istiyorum.
Ölümlerin “çan çalarak” ilan edildiği bir ülke varmış.
Çan bir defa çalındığında, “halktan biri” ölmüştür.
“İki defa” çalındığında, halk içinden tanınmış, “eşraftan biri” ölmüştür.
“Üç defa” çalındığında, “saray çevresi”nden, yani “bürokrasiden biri” ölmüştür.
“Dört defa” üst üste çalındığında ise “kral” ölmüştür.
Günün birinde yine bir çan sesi duyulur. İnsanlar, biri öldü sanırlar.
Peşinden hemen ikincisi... “Oo, ölen eşraftan biriymiş, kim acaba?” der halk...
Peşinden üçüncü vuruş... İnsanlar iyice meraklanmış, “saraydan kim öldü” diye...
Dördüncü çan sesi geldiğinde ise insanlar “kral öldü” heyecanıyla kilisenin etrafında toplanmaya başlamışlar.
Ama o da ne!

Çan beşinci defa çalmış.
Peş peşe “beş çan sesi”nin ne olduğuna merak eden kalabalık, çan sesinin geldiği yere koşmuş.
Bakmışlar, adamın biri...
“Ne oldu? Kim öldü? Nedir bu beş çan sesi?” diye soranlara:
“Adalet öldü!” demiş adam;
“Bu ülkede adalet öldü.”
Sonra da, mahkemede hakkına nasıl tecavüz edildiğini anlatmış.
KAZA DEĞİL, SUİKAST!
Hikâye bu... Peki, bu hikâyeyi niye anlattık?.. Anlattık, çünkü; bu ülkede “çan”lar değil, aylardır “haykırış”lar yükseliyor ama “Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının katilleri” bir türlü ortaya çıkarılamıyor.
Özellikle “katiller” diyorum; çünkü ben merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun “kaza sonucu” öldüğüne hiç inanmadım, hâlâ da inanmıyorum... Rahmetli Yazıcıoğlu, bir “suikast” sonucu öldürülmüştür.
Dolayısıyla, ortada bir “kaza” değil, “kaza süsü verilmiş derin bir cinayet” vardır!
O ÇANTA NEREDE?
Hatırlarsınız;
1 Temmuz 2009 tarihli yazımda, bu olayın bir “kaza” değil, “plânlı bir suikast” olduğunu açık ve net olarak söylemiş, eldeki “bilgi ve belge”lerin de “cinayet”i işaret ettiğini ifade etmiştim.
Sonra da “sorular” sormuştum:
¥ Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun da cesedi bulundu ama “çanta”sı ortada yok!..
O çantada, hangi “tanıklık” belgeleri vardı acaba?.. Ne hikmettir bilinmez, bu tür “kaza”(!)larda ilk önce “çanta”lar kayboluyor ortadan!.. Malûm; bir “şüpheli kaza”da ölen Eşref Bitlis’in ve Adnan Kahveci’nin de çantaları hâlâ bulunamadı!
Ama, “sır” olan sadece “çanta”lar değil!..
Çantalar gibi, daha nice “sır”lar var ki; bu sırlar aydınlanmadan “helikopter kazası”(!) da aydınlanamaz!..
Malûm, Muhsin Bey; 25 Mart günü; kendi imkânlarıyla kiraladığı helikopterle Sivas’tan Kahramanmaraş’a gelip, miting alanındaki vatandaşlara seslenirken, şöyle diyordu:
“Devletten seçim yardımı almıyoruz...
İlk defa helikopter kiralayıp miting yapıyoruz.”
Nereden bilebilirdi ki;
“İlk defa” kiralanan helikoptere “son defa” bineceğini?.. Nereden bilebilirdi ki; bindiği helikopterde “sinyal verici cihaz” bulunmadığını?!?
Biliyorsunuz, olayla ilgili olarak TBMM’de bir “komisyon” oluşturuldu... TBMM Araştırma Komisyonu pek çok kişiyi dinledi ve sonunda bir “rapor” yayınladı!..
O raporda deniliyordu ki;
¥ “Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, helikopterde yeni nesil Artex ME406 P cihazı olduğunu bildirmişti...
Oysa, Telekomünikasyon Kurumu’nun belgesinde, helikopterde POITER 4000-10 marka ELT cihazının bulunduğu açıkça belirtiliyor.
1 Şubat 2009 tarihinden itibaren COMPAS-SARSAT uyduları 121,5 Mhz üzerinden sinyal gönderen eski ELT sinyallerinin tespit edilemeyeceğini, bunun yerine yeni nesil ELT cihazının verdiği 406 Mhz sinyallerin alınacağı uluslararası yönetmeliklerle belirtiliyor.
Bütün bu gerçekler ELT cihazının sonradan yerleştirilmiş olduğunu ve helikopterde eski model, uyduya sinyal gönderemeyen bir ELT cihazı bulunduğunu, yeni nesil ELT’nin ise kaza sonrası konulduğunu destekliyor.”
Düşünebiliyor musunuz;
ELT cihazı bile, birileri tarafından, “kaza sonrası” konuluyor!..
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun beyin cerrahı olan bacanağı Dr. Rafet Aslanoğlu ise; kazadan önce helikopterde bulunanlara program sıkışıklığından dolayı paket yemek verildiğini ifade ederek, diyordu ki;
“Adli tıp raporunda, helikopterdeki herkeste ‘tam’a yakın akut koroner damar tıkanıklığı tespit edildi. Bu bir tesadüf olamaz. 30 yaşlarında olan İHA muhabiri İsmail Güneş’te ‘tam’a yakın akut koroner damar tıkanıklığı var. Muhsin Bey’de de var. Bu hiç normal bir durum değil. Bunun böyle olması mümkün değil. Yemekte ilaç olma ihtimali var. Bu ilaç zehir olabilir.”
GÜNEŞ’İN ÇENESİNİ KİM KIRDI?
Bu “bilgi”ler, elbette çok önemli... Ama ortaya çıkan “son bilgi”ler, “cinayet” ihtimalini daha da güçlendiriyor ve hatta “göz göre göre cinayet” dedirtiyor.
“Son bilgi”leri biliyorsunuz... Akit’in, 19 Temmuz tarihli haberi şöyleydi:
“BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının ölümüyle sonuçlanan helikopter kazasıyla ilgili yeni bulgular gün yüzüne çıkıyor.
Kazadan sonra yaralı olarak kendine gelen gazeteci İsmail Güneş’in sadece bacağının değil, dört kaburga kemiğinin ve çenesinin de kırık olduğu ortaya çıktı.
Çenesi, kırık olan bir hastanın konuşmasının güç olduğunu belirten cerrahlar, İsmail’in 112 ile yaptığı telefon görüşmesi sırasında çenesinin kırık olmasının mümkün olmadığı görüşünde.”
Gerçek de, bu değil mi?..
Söyler misiniz;
“Çenesi kırık” bir adam, 112 Acil Servis’le “toplam 27 dakika” görüşüyor ve onlarla “gayet düzgün” konuşuyor... “Sadece ayağım kırık” diyor!.. Peki “çenesi kırık” bir adamın bu kadar düzgün konuşması mümkün mü?
Hani, sorası geliyor insanın;
İsmail Güneş’in cesedi bulunduğunda, birileri “sen çok konuştun!” diyerek çenesine vurup da, kırdılar mı?!?
Niye olmasın?..
Burası Türkiye!..
Bu ülkede; olmaz, olmaz!..
AMBULANS, NİYE ENGELLENDİ?
Daha nice “bilgi” ve “belge” var ki, onları şimdilik bir kenara bırakıp; şu “Genelkurmay’dan gelen esrarengiz telefon” olayına değinmek istiyorum.
29 Temmuz tarihli gazetelerde de yer alan “haber”lere göre;
Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını taşıyan helikopterin düştüğü bilgisi üzerine Kayseri’den gidecek kurtarma helikopteri, yoldan döndürülmüş.
İddiaya göre; helikopterin olay yerine gitmesini Genelkurmay engellemiş!..
25 Mart 2009’da meydana gelen ve 6 kişinin hayatını kaybettiği kaza ile ilgili ortaya çıkan yeni görüntüye göre; kaza sonrası arama kurtarma çalışmaları için hazırlanan sağlık ekibine telefonla “çıkmayın” talimatı verilmiş...
Dönemin Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimi Dr. İsmail Tamer başkanlığındaki ambulans helikopter ve sağlık ekibi bu telefon üzerine görevi iptal etmiş!..
Daha sonra AK Parti Kayseri Milletvekili olan Dr. İsmail Tamer olayı şöyle anlatıyor: “O gün helikoptere bindik ve havalandık. Kısa süre sonra pilot dönüyoruz, dedi. Genelkurmay’dan kalkış izni verilmediğini söyledi. Tekrar indik ve hazırlıklarımızı yaptık. Ben doğrudan Genelkurmay’la görüşmüş değilim. Ama pilota gelen bilgi üzerine döndük.”
RADARLAR NİYE KARARDI?
Gelen en son bilgileri de, Hasan Celal Güzel’in satırlarından aktarmak istiyorum:
“¥ Helikopterin düştüğü esnada, Genelkurmay’a ve Hava Kuvvetleri’ne ait bölgedeki bütün radarlar aynı anda saat 15:03 ile 15:07 arasında 4 dakika karartılıyor. Yani helikopterin Keş Dağı’na düştüğü sırada görüntü alınamıyor.
¥ Hava Kuvvetleri, helikopter düşmeden kaza mahalline birkaç kilometre mesafede (tam olarak 28.5 kilometre) F-4 ve F-16’ların varlığını kabul ediyor... Halbuki daha önce kaza mahalline 74 km. içinde TSK’ya ait herhangi bir uçak olmadığı söylenmişti!.. Jetlerin 74 km. mesafede oldukları kabul edilse bile, radarların karartıldığı 4 dakikalık süre sonunda helikopterin olduğu bölgeden geçebilecek sürat limitleri içinde olduğu vurgulanıyor.
¥ Uzmanlar, helikopterlerin, yanlarından geçen bir savaş uçağının saatte 2000 kilometrelik rüzgârına dayanamayacağını söylüyorlar.
¥ Karartmanın sona erdiği radar görüntüsünde üç savaş uçağının kaza bölgesine en yakın geçtiği an görüntülenmiş bulunuyor.
¥ DDK’ya ve Başsavcılığa gönderilen bilgiler hakkındaki çelişkiler, Genelkurmay’ın ve Hava Kuvvetleri’nin verdikleri bilgilerin sıhhatini ve doğruluğunu tartışılır hâle getiriyor. Hava Kuvvetleri’nin, radarların değil veri hatlarının bozulduğu açıklaması da Genelkurmay ile çelişkili görülüyor.”
ERGENEKON’UN İŞİ Mİ?
Hasan Celal Güzel, yazısının sonunda şunları söylüyordu:
“Şehit Muhsin Yazıcıoğlu, ordusuna çok kıymet veren bir vatanseverdi. Bu suikastın O’na canı gibi sevdiği ordusundan geldiğini kabul edemeyiz. Ancak, ne yazık ki Ergenekon Çetesi’nin önemli bir ayağının ordu içinde odaklandığı da artık herkesin bildiği bir hakikattir. Diğer taraftan, yabancı servislerin de bu nevi suikastlar konusunda melanetlerini tahmin etmek güç olmasa gerektir.
Yazıcıoğlu’nun mücadele hayatında, Türkiye’nin aleyhindeki birçok kumpasa vâkıf olduğunu da biliyoruz. O’nun ortadan kaldırılması bu şer odaklarının işlerine gelmiştir.”
Ben de aynı kanaatteyim...
Merhum Yazıcıoğlu, “Türkiye’nin karanlık tarihi”nin birçok “entrika”sına ve “faili meçhul”üne vakıftı, hatta bazılarına “tanık”tı... “Ergenekon soruşturması” kapsamında “tanıklığına başvurulacağı” haberleri dolaşmaya başlamıştı ki, “ortadan kaldırıldı!”
Tekrar ediyorum;
Muhsin Yazıcıoğlu başta olmak üzere, Erhan Üstündağ, Yüksel Yancı, Murat Çetinkaya, İsmail Güneş ve helikopterin pilotu Kaya İstektepe’nin ölümüne yol açan olayın; bir “kaza” değil, “suikast” olduğuna inanıyorum... Bu, sadece benim kanaatim değil; aynı zamanda “bilgi, bulgu ve belge”lerin ortaya koyduğu bir “gerçek”tir!..
NECDET ÖZEL’E DÜŞEN!..
Peki, ne yapılmalıdır?..
Şahsen ben, “gerçek bir vatansever” olduğunu düşündüğüm yeni Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’den ve yeni Hava Kuvvetleri Komutanı’ndan bu “suikast”ı ciddi olarak araştırmalarını ve “cinayetin failleri”ni ortaya çıkarmalarını bekliyorum.
Çünkü, işin içine Genelkurmay da karışmıştır, Hava Kuvvetleri de... Genelkurmay; en azından “esrarengiz telefon”un kimden gittiğini, Hava Kuvvetleri Komutanı da “radarların niye karartırtıldığını” ve o saatte bölgede F-4 ve F-16 uçaklarının bulunup bulunmadığını net olarak açıklamalı ve “cinayetin failleri”nin ortaya çıkarılmasına yardımcı olmalıdır!..
Hiç şüpheniz olmasın ki;
Sayın Necdet Özel’in, “cinayeti aydınlatmaya” yönelik atacağı adımlar, bu millet tarafından takdir ve minnetle karşılanacaktır.
Her zaman dediğim gibi;
“Hiçbir cinayet kusursuz değildir!”
“En mükemmel cinayet”lerde bile, mutlaka bir “açık” verilir... İşte gördünüz; “açık”lar tek tek ortaya çıkıyor ve “cinayet düğümü” bir bir çözülüyor.
Genelkurmay’ın atacağı bir adım, bu “çözülme”yi daha da hızlandıracaktır.
Hadi, hep birlikte bu “derin cinayet”i çözelim ve sorumlularını “Adalet”e teslim edelim.
“Çanlar 5 defa çalmadan!”

TV’lerin sahur programları
Önceki gece; hangi televizyon kanalının nasıl bir “sahur programı” yaptığını ve nelerin konuşulduğunu öğrenmek için, kanal taraması yaptım...
Baktım; bu tür programların sevilen ismi Nihat Hatipoğlu, bu yıl atv’de... Hatipoğlu hoca, her zamanki duygusallığını sürdürüyor... Kanal 7’de İbrahim Döngeloğlu hoca var ki, o da “ağlamaklı ses tonu” ile insanları etkilemeyi başarıyor.
Samanyolu TV’de; Gecenin Bereketi adlı sahur programını İbrahim Kocabıyık sunuyor... O da konuklarıyla sohbetler ediyor... Kanal A’da; Dr. Hikmet Atan’ın sunduğu Gecenin Nuru’nda, önceki gecenin konuğu İstanbul Müftü Yardımcısı Yusuf Kavaklı idi... Beyaz TV’de ise, Diyanet İşleri eski Başkan yardımcısı Necmettin Nursaçan ve Hacıbayram Camii Vaizi Mehmet Yüce’yi, kısa bir süreliğine de olsa dinledim ve hayli müstefid oldum.
TRT-1 ekranlarında ise, bu yıl Dursun Ali Erzincanlı sunuyor “Sahur Bereketi”ni... Hayli canlı, hayli güzel...
Aslında hepsi, birbirinden güzel... En azından ekrana çıkan yüzlerin çoğu “nurlu” ve en azından bir “Hoca”ya yaraşır vaziyette!..
Yalnız “Aydın Doğan’ın Star’ı”nda bir “yüz” gördüm ki, sanki “güzellik salonu”ndan çıkmış!.. Ne sakal var, ne bıyık... Öyle “silinik” bir yüz ki; gazeteye gelince “bu kim?” diye sordum arkadaşlara, Selman Okumuş dediler... Yazık... “Pudralı” yüzüyle bir “imam”ı değil, “parlak bir oğlan”ı andırıyordu ki; o olduğuna hiç inanamadım.
Yazık ediyorsun kendine Selman Hoca!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder