2 Ağustos 2011 Salı

Kahramanlık devri bitti, hayırlı olsun

03 Ağustos 2011 Çarşamba


Mustafa Kemal, Selanik'te değil de Diyarbakır'da doğsaydı... Soyadı olarak da Atatürk değil Atakürt verilseydi tarihimiz nasıl değişirdi... Ahmet Altan'ın bu fantezisi Milliyet gazetesinde yayımlandığında yer yerinden oynamıştı. Santral kilitlenmiş, laik-milliyetçi okurlar ayaklanmış, gazete içinden de Patronlar Katı'na ulaşacak kadar yoğun eleştiri almıştı.
Sonunda mecburen Ahmet Altan yukarıdan gelen talimatla kovuldu.
Milliyet o günlerde ilk kez dinamizm kazanıyor, kendinden konuşturuyor, yepyeni bir çehreye bürünüyordu. Dönemin Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Güldemir'in ilk hamlelerinden biri de Ahmet Altan'ın transferiydi.

Onunla beraber Can Dündar da Milliyet'te yazmaya başlamıştı.
'Atakürt' olayı gazetede bir milat oldu. Can Dündar hemen ertesi güne 'Kum akacak' diye bir yazı gönderdi; Altan'ın 'Kum saati' isimli köşesine gönderme. Yazı basılmadı.
Ahmet Altan'ın kovulması önce Can Dündar'ın, ardından da Ufuk Güldemir'in istifasıyla sonuçlandı.
'Bir yazarın düşünceleri yüzünden infaz edilmesi ileride başkalarının da atılmasına yol olmasın' diye vurup kapıyı çıktı Güldemir'le Dündar. Halbuki yeni gazetelerine geleli daha altı ay olmuştu.
O gün kapıyı vurup çıktılar ama...
Bu tercih sayesinde, yıllar sonra Hürriyet'te yazabildi Ahmet Altan. Ufuk Güldemir bu sayede Habertürk'ü kurdu, Can Dündar bu yüzden yine Milliyet'e dönebildi.
Bazen attığınız küçücük bir adımın ileride çok farklı sonuçları doğabiliyor.
Bazen de arkanızdan hiç kimsenin gelmediğini görüyorsunuz.
Ne ilginç, dün bir meslektaşının ifade özgürlüğü elinden alındığı için tavır koyan Can Dündar şimdi hedefte. Dün tepki gösterdiği düzen belli ki hiç değişmemiş, şimdi gelip onu vurdu. Bu sefer sesi kısılan o.
Daha birkaç ay öncesine kadar sunduğu haber bültenini 'Sadece Can Dündar için izleseniz de' diye tanıtan bir kanal bir yıldızından daha vazgeçiyor. Bunun ticari bir tercih olmadığı ortada. O halde bir meslek dayanışması göstermemiz gerekmiyor mu? İlk başta NTV'deki gazetecilerin bu konuda bir tavır koymaları doğru olmaz mı?
Yer yerinden oynamıyor.
Medya eskisi gibi olsaydı belki.
Kapıyı vurup çıkamayanları da anlıyorum. Hem tepki gösterecek kimse kalmadı: Sadece Can Dündar değil, bütün ekran yüzleri teker teker gönderiliyor. Kanal sadece habercilerden değil, haberden de vazgeçmeye toptan razı zaten. Bu kadar isim bir Marmaray etmiyormuş meğerse.
90'lı yıllarda hiçbir hesap yapmadan kapıyı vurup çıktığınızda sonuçlarına katlanmak zorunda değildiniz. Medya henüz 'tek ses' olmamıştı, farklı farklı patronlar, farklı iş olanakları vardı.
Aydın Doğan'ın Milliyet'inden istifa eden Can Dündar bir günde Dinç Bilgin'in Yeni Yüzyıl'ına dönebiliyordu. Ufuk Güldemir hemen Erol Aksoy'un Show TV'sinde yeniden işe başlayabiliyordu. Bu gruplar hem birbirleriyle rekabet ediyor, hem de ideolojik olarak farklıydı.
Bugünün medyasını 'monokültür' kelimesi açıklayabilir. Kapıyı vurup çıkarsanız bazı meslektaşlarımız gibi 'adada' yaşamaya, sakin bir erken emekliliğe razı olacaksınız. Çünkü size iş teklif etmeye cesaret edecek pek fazla kişi çıkmayacak.
Bu yüzden de meslektaşlarımızın yazıları sansürlenince, programları yayından kalkınca, hoyratça kapının önüne konduklarında sesimizi çıkartacak takatimiz kalmıyor. Patronlara da kızmak yersiz, bir yazarı taşımanın faturasının beş milyar dolar olduğunu biliyoruz.
Burası medya.
twitter.com/orayegin
facebook.com/oryegn

En seçici birinci sayfa
Batı dünyasının en önemli kültür-edebiyat dergilerinden Paris Review'ün editörü günümüzde yazarların en çok Roberto Bolano'yu taklit ettiğini söylüyor. Türkçede 'Vahşi Hafiyeler' ve 'Katil Orospular' isimli kitaplarından tanıdığımız Şilili yazarı 2003'te kaybettik. Kitapların ölümsüzlüğü bugün hala Bolano'nun tartışılmasından, ona öykünülmesinden belli.
Bu haberi geçen hafta Taraf'ın birinci sayfasında gördüm.
Bir süredir dikkat ediyorum, böylesi 'ezoterik' haberler bir tek Taraf'ın birinci sayfasında yer alıyor. Julian Barnes'ın Booker adaylığı, dünyanın en iyi restoranı El Bulli'nin kapanması ya da Venezüellalı asi gençleri klasik müzikle terbiye eden 'El Sistema' da Taraf'ın birinci sayfasında geçtiğimiz günlerde yer alan başka benzer türde haberler.
Solda akan küçük bir sütunda illa ki böyle ilgi çekici bir haber konuyor. Bana kalırsa yaptıkları en iyi iş bu. Bir de Yasemin Çongar'ın kitap yazıları.
Kitle gazetelerinden böyle bir şey beklemiyorum artık, umudumu kestim...
Ama Cumhuriyet, Radikal gibi 'belli bir kesime' hitap eden gazetelerde, kentli okuru tavlamak isteyen yayın organlarında neden böyle haberler göremiyoruz? Özellikle de birinci sayfada.
Çünkü bilmiyorlar, önemsemiyorlar, 'Kaç kişi bilir ki, kaç kişinin ilgisini çeker mi' diyorlar. Eski alışkanlıklardan kurtulamıyorlar.
Gerekirse beş kişinin ilgisini çeksin, ürünü 'farklılaştırma' bu gibi inceliklerde yatıyor oysa.

Bu haberi Radikal yazamaz
Elif Şafak'ın kapağında erkek kılığına girdiği 'İskender' kitabı çıktı. Herkesin içinde neler gizliymiş meğerse.
Giderek, Şafak'ın kitaplarıyla Serdar Ortaç'ın şarkıları benzeşiyor sanki: Her yaza bir ürün. Tutsa da tutmasa da...
Konumuz kitap değil, kapağı... Fazlasıyla 'aşırma' gibi duran o kapak.
Bu İnternet çağında 'hırsızlık' gizli kalır mı zannediyor acaba kapağı yapanlar?
'İskender' kapağının, Elif Şafak'ın üzerindeki takım elbiseden seçilen renklere kadar 'arak' olduğu hemen ortaya çıktı.
Klasik müzik dehasını anlatan 'Genius Within: The Inner Life of Gleen Gould' belgeselinin afişine kadar benziyor değil mi?
Kitabın kapağını 'Alametifarika' ajansından Uğurcan Ataoğlu yapmış. Gerçi belki 'çalmış' demek daha doğru olur. Alametifarikası bu olsa gerek!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder