Memlekette “sivil otoriteye doğru bir savruluş” olduğunu sık sık dile getiren hanımefendi köşesinde “hodri meydan” çekmiş...
Bıkmadan, usanmadan, kanının son damlasına kadar bu meselenin takipçisi olacağını söylüyor.
Kendisine yönelik eleştirileri de, “itibarsızlaştırma” kampanyasının bir parçası olarak görüyor ve “Allah utandırmasın” diyerek, savaşını başlatıyor.
Memleketin ne yöne gittiği elbette tartışılsın.
Herkes fikrini söylesin.
Hanımefendi de söylesin.
Nitekim söylüyor da.
Fikrini söylüyor diye de, kimse kimseyi olmadık sıfatlarla aşağılamasın.
Hanımefendi, memleketteki savruluşun sivil faşizm yönünde olduğunu saptamış. Olabilir...
Bu konuda çok yazdı. Birtakım deliller sundu. Arato’dan, şurdan burdan örnekler getirdi. Bazı kısıtlamaların altını çizdi. Mesela, memleketin bazı yörelerinde “içkili lokanta” yokmuş...
Neredeyse, her yazısı, muhayyel yahut müstakbel tehlikeye (sivil faşizm tehlikesine) ilişkindi.
Bu S.O.S. tadındaki yazıların, “anayasa değişikliğinin” oylanacağı referandum öncesinde yoğunlaşması dikkat çekiciydi ve zaten kendisi de, referandumdan çıkacak “evet” sonucuyla istikbaldeki faşizm tehlikesinin doğrudan ilişkili olduğunu söylüyordu yahut söylemeye getiriyordu.
Ben de tam tersini düşünüyorum...
Referandumdan çıkan “evet” sonucu, bilakis, otoritenin askeri olanına karşı “sivil alanı” tahkim etti.
Mesela?
Mesela, yargıdaki “arka bahçe düzeni” sona erdi... HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı (“çoğulculuk” esasına göre) değişti... Kapalı devre “sen beni seç, ben seni seçeyim” durumları ortadan kalktı ve ilk kez yargı elemanlarına “seçme ve seçilme hakkı” tanındı...
Uzatmayayım...
Bir cunta mamulatı olan 82 Anayasası ciddi bir revizyondan geçti ve askeri otoriteyi meşrulaştıran (kurumsallaştıran) maddelerin önemlice bir bölümü “yenileriyle” değiştirildi.
Böylece, kuvvet erkleri arasındaki “hiyerarşi” ortadan kalkmış, “siyaset kurumu”na itibarı ide edilmiş oldu.
İlginçtir, Baykal da o dönemde sivil otoriteye doğru bir savruluş olduğunu dile getiriyordu ve sık sık dönüp askere bakıyordu. Asker tepkisine göre siyaset belirlemeye çalışıyordu.
Değişimci lider Kılıçdaroğlu da böyle düşünüyor.
Hangi sivil toplum ihtiyacına göre kurulduğunu bilmediğimiz Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği müntesipleri de böyle düşünüyor.
Kimi askeri sözcüler de böyle düşünüyor.
Rutkay Aziz, Müjdat Gezen, Tarık Akan, Levent Kırca da böyle düşünüyor.
Ergenekon tutuklusu Soner Yalçın da böyle düşünüyor...
Kaldı ki, hanımefendinin bayraktarlığını yapmakla övündüğü “sivil faşizm” tartışması, memleketin çok da yabancısı olduğu bir konu değil.
Menderes’i darağacına gönderenler “sivil faşizm tehlikesini” gerekçe göstermişlerdi.
Demirel döneminde de vardı bu tehlike.
Özal döneminde de vardı.
İşte Erdoğan döneminde de var...
Bu “bir türlü geçmeyen tehlike”, nedense, sağ ve muhafazakâr iktidarlar döneminde gündeme geliyor yahut getiriliyor.
Hanımefendi için söylemiyorum ama faşizmin “askeri” olanına karşı herhangi bir itiraz geliştirmeyenlerin “sivil faşizm” diye tutturmaları biraz gülünç kaçıyor.
Hem de ayıp oluyor...
Keşke faşizmin her nevine karşı “Allah utandırmasın” diye girişsek, girişebilsek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder