Hem günün akışını izliyor, hem de yazı konusunda karar kılmaya çalışıyordum. Birinci Dünya Savaşı’nda yirmi milyon insan ölmüştü. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise bu sayı altmış milyona fırlamıştı.
İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da başlamıştı... Epeydir 1 Eylül gününü “Dünya Barış Günü” ilan ederek geçmişteki çok derin acıları unutmaya çalışıyorduk... Silahçıların, silah komisyoncularının “barış” istemediği bir dünyayı yazabilirdim...
Gene...
Eylül’le birlikte bağbozumu yeniden gelip çatmıştı... Eylül hüznünün kırılganlığını yazabilirdim...
Ama...
Başbakan Erdoğan’ın, Gündoğdu Beldesi’ni ziyaretinin ardından düzenlediği basın toplantısında söylediklerini okuyunca, Rize’de kaldım...
***
Rize’de kaldım çünkü “siyasal rejimin adı Rize’de ölmektir” başlıklı yazımda şunları söylüyordum:
“Ormanlardaki yasal ve yasadışı kesimlerin önlenmesi, çaylık alanlardaki genişlemenin durdurulması, heyelanlar dikkate alınarak köy yollarının güzergâh seçimi, mevcut yolların istinat duvarları ve drenaj sistemlerinin düzeltilmesi, çay bahçelerinde fazla suyu boşaltıcı, akıtıcı kanallar yapılması ve bunun denetimi, ana dere yataklarının hali hazır genişliğinin uygunluğu, 100 yılda bir gelmesi muhtemel bir saatlik yağış şiddetine göre (90mm/saat) taşkın alanlarının belirlenmesi, dere yataklarının ıslahı, menfez, köprü gibi mühendislik hizmetlerinde 100 yılda bir gelecek maksimim debiyi ve heyelanla taşınacak ağaçları da geçirebilecek genişliklerin hesaplanması...
Evlerin sağlam zeminlere yapılması, doğru arazi kullanımı, uygun imar ve yerleşim ilke ve planlarının ortaya konulması, uygulanması, halkın heyelanlar konusunda bilinçlendirilmesi ‘devletin’ temel işi değil midir?
Peki, neden bu işlev yerine gelmiyor?
Çünkü Karadeniz’de her yıl aynı nedenle ölenler ‘siyasal rejimin’ derdi değil.”
***
Baktım, Başbakan da “rejimi” dolaylı olarak, toplumu da içine alarak aynı minvalde tanımlıyor:
“Afetler sürekli oluyor Karadeniz’de.
Bu vesileyle dertli olarak bir şey söyleyeceğim. Her zaman söylüyorum; ne olur, binaları inşa ederken ‘ne kadar göğe yükselirsek o kadar iyi olur’ anlayışıyla yapmayalım.
Zemin etütlerini en iyi şekilde yapmadan bina yapılmasına girilmemesi, bina yapılmaması gerekir.
Ama şurada arkadaşlarım bana fotoğraflar çektiler, onları gördüm.
Yani derenin üzerinde inşa edilmiş bina.
Ve hele bu bina belediyeye ait bir bina olursa bunu neyle izah edebiliriz?
Tabii ben buradan başta kamu görevlilerine de sesleniyorum; asla buralarda siyasi hesap güdülmemeli.
Bir yere inşaat yapılmaması gerekiyorsa oraya imar müsaadesi veren belediye başkanı, köylerde valilikler bu işin kesin sorumlusudurlar.”
***
Başbakan “kulağının üzerine” yatan devlet vurgusunu kibarca yaptıktan sonra lafı topluma getiriyor:
“Ben çocukluğumu biliyorum.
Bizim orman olan yerlerimizi ormandan çıkardık çaylığa dönüştürdük. Evlerimizin altında ahırlardaki gübrelerimizi kullanırdık. Tamamıyla evlerin altını boşalttık ve Avrupa gübresi dediğimiz kimyasal gübreyi kullandık.
Bunun sonucunda toprak adeta bir balçığa dönüştü. Şimdi bu tür yağmurla bütünleştiği anda toprak bir balçık olarak adeta bir bulamaç gibi akıp geliyor. Akan yerlere bakın, çaylıklar. Ağaçların olduğu yerde direnme var. Erozyona karşı en büyük tedbir köklü ağaçlardır. Ama çayın kök noktasında böyle bir yapısı yok
... Ama vatandaşlarımızın da duyarlı olmasını, orada ‘bu yapılmasın’ dendiği zaman onların da ısrarlı olmamasını, kaçak yollara tevessül etmemesini, bir musibet bin nasihatten daha iyidir diyerek hatırlatmak istiyorum.
Karadeniz’de bunları bir daha yaşamayalım diyorum.
Erken uyarı sistemi çalışmıştır ve sistemle ilgili olarak valimiz bu sistemden hareketle kendisi gerekli açıklamasını o gün yapmıştır.
Yağmur yağacağını, yağmurun şiddetinin yüksek olacağını söylemiştir.
Buna rağmen tabloyu görüyorsunuz.
Eğer siz Rizeli veya Trabzonluysanız, burada yağmurun olup olmamasını bırak, heyelanın olmaması diye bir sorun var mı?
Niye?
Bunun tek nedeni var. Ormanlar hakkını alır. Dere yatağında akar. Bunu unutmayın. Burada da aynı şeyi görüyoruz.”
***
Karadeniz’de her yıl aynı nedenle ölenler “siyasal rejimin” derdi değil.
Ama Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın altını çizdiği gibi “toplumun” da umurunda değil...
“İnsanoğlu” karşısındaki bu ortaklaşa ve temel aldırmazlık değişince; işte o zaman “siyasal rejim” gerçekten demokratikleşmiş olacak...
Ve Karadeniz’deki geleneksel heyelan ve ölümler sona erecek...
Saray iktidarının ve egemenliğinin yerini kutsalların kutsalı sayılması gereken “insan” ya da başka bir değişle “sıradan vatandaş” almış olacak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder