Yirmialtı yıl önce bugün PKK Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla yalnız Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı çatışmalar sayfasını açmış olmadı. Aynı zamanda modern dünya tarihinin en uzun süren gerilla savaşını da başlatmış oldu.
‘Gerilla savaşı’ demiş olmama takacaklar için peşinen söylemek lazım: Nasıl Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘İster Kürt sorunu, ister terör sorunu, ister güneydoğu sorunu diyelim’ diye söze başlıyor, bu tanım çok rahatsızlık veriyorsa isteyenler ‘gayri nizami harp’ ya da ‘düşük yoğunluklu çatışma’ gibi tanımlar kullanabilirler. Dünya harp tarihi bu kadar uzun süren bir gayri nizami savaşı yazmıyor; ne Vietnam, ne Malezya, ne Çin, ne Küba; bir kuşaktan uzun sürmüş bir gayrı nizami savaş yok. Bu yöntemle sonuç alınamayacağına işarettir. Ama bitmiyor da. Yirmili yaşlarının ortasında dağa çıkan PKK kurucularının kimi içeride, kimi öldürüldü, kalanlar da atmışlarına dayadıkları merdiveni hastalıklarla tırmanmaya çalışarak gerilla yürütüyor, gencecik çocukları ölüme gönderiyorlar.
Ama gencecik çocuklar Genelkurmay’ın da açıkça söylediği gibi, dağlara çıkıp vatani görevlerini yapmak için silah altına alınan kardeşlerini öldürmek arzusuyla ölümlerine gitmeye devam ediyorlar.
Nasıl oluyor da geldiğimiz aşamada olayların akışı (mutlaka 12 Eylül’deki halkoylamasının AK Parti’nin elini kolunu bağlıyor olmasının da etkisiyle) PKK’nın eline geçmiş görünüyor? Yirmialtı yıl sonra bugün nasıl oluyor da Ankara, İmralı’da müebbet yatan PKK kurucusu Abdullah Öcalan’ın silahlı ve silahsız takipçilerine ne mesaj vereceğini dikkatle bekler durumda.
Yanıtını bulmak için yirmialtı yıl öncesine, 1984’e dönüp, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın ilk PKK saldırılarına verdiği ‘3-5 eşkıya’ tepkisine bakmak yetmez.
Özal’ın da aktif görev aldığı 12 Eylül askeri hükümeti döneminde yapılanlara, Diyarbakır cezaevindeki akıl almaz işkencelere, 1924 Anayasası’nda ‘Türk denir’ sözcükleriyle bir sıfat olarak yer alan vatandaşlık tanımının 1982 Anayasası’nda ‘Türktür’ diye isim olarak yer alışıyla zirveye çıkan köken inkârına da bakmak gerekir. (12 Eylül’ün askeri yönetiminin o zaman NATO modası olan Sovyetlere karşı İslamizasyon siyasetini nasıl şiddetle uyguladığı ayrı bir bahistir.) Bugünlere kolay gelinmedi; hep birlikte seyrediyoruz.
Devekuşu siyaseti ile
Bu işin adını tam olmasa da ‘29’uncu isyandır’ diye ilk koyan Süleyman Demirel oldu. Merhum Bülent Ecevit, aslında o da isyan olduğunu çok iyi bilmesine karşın, belki işi kaşımamak adına ‘sorun ekonomiktir, işsizliktendir’ dedi.
Buna inanmak isteyen çok oldu. Buna karşın tezler güçlüydü: ‘Ankara’nın, Kastamonu’nun, Kütayha’nın da köyleri yoksul. Onlar neden ayaklanmıyor?’ diye itiraz edenler de, aslında aksi yönden sorunun kökenine iniyorlardı: Sorunun kökeninde milliyetçi duyguların, kimlik duygularının kabarması vardı ve PKK’nın komünist bir çekirdek kadro ile kurulmasının, dışarıdan destek buluyor falan olmasının, bu haraketin millici, başka deyimle Kürtçü niteliğini gizlemesi mümkün değildi; bugün de değil.
Demirel’in üzerinde daha önce iki defa askeri darbe ile devrilmişliğin yükü vardı, arkasında tek parti gücü yoktu, Cumhurbaşkanı olduğunda sorunlu koalisyonlar işbaşındaydı, ‘Anayasal vatandaşlık’ başta olmak üzere olgunlaştırdığı düşünceleri, devletin başında olduğunda bile dile getirmekten çekindi.
Abdullah Gül, bu işin adını Demirel’den çok daha net koydu. Arkasında dava arkadaşı Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında AK Parti’nin tek parti hükümetinin gücü var, en azından 2006’dan bu yana bu işin artık askeri yöntemle çözülemeyeceğini, siyasi, hukuki, psikolojik, ekonomik yöntemlerin gerekli olduğunu söyleyen bir askeri heyet bulunuyor.
Öte yandan inanılmaz hatalarla (haydi ilk denemesi diyelim) başarısız kalan bir Kürt açılımı, ABD’nin istihbarat desteği, İran’ın sınır ötesi desteği, Irak’a sınır ötesi operasyonlara rağmen 1 Haziran İskenderun baskınıyla çatışma düzeyini yükselten ve 12 Eylül halkoylaması sürecinde hükümetin yumuşak karnına indirdiği darbelerle süreci kontrolüne almış görünen bir PKK var ortada.
Ankara yıllardır hafife aldığı, gerçek niteliğini görmezden geldiği bir sorunun faturasıyla karşı karşıya. Üstelik hâlâ çözümün yalnızca Kürtçü taleplere değil, yüzde 10 barajı, siyasi partiler yasası gibi halkın tamamının demokratik taleplerine cevap vermekten geçtiğini göremiyor. Zaman geçtikçe faturanın büyüdüğünü de göremiyor tabii...
‘Gerilla savaşı’ demiş olmama takacaklar için peşinen söylemek lazım: Nasıl Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘İster Kürt sorunu, ister terör sorunu, ister güneydoğu sorunu diyelim’ diye söze başlıyor, bu tanım çok rahatsızlık veriyorsa isteyenler ‘gayri nizami harp’ ya da ‘düşük yoğunluklu çatışma’ gibi tanımlar kullanabilirler. Dünya harp tarihi bu kadar uzun süren bir gayri nizami savaşı yazmıyor; ne Vietnam, ne Malezya, ne Çin, ne Küba; bir kuşaktan uzun sürmüş bir gayrı nizami savaş yok. Bu yöntemle sonuç alınamayacağına işarettir. Ama bitmiyor da. Yirmili yaşlarının ortasında dağa çıkan PKK kurucularının kimi içeride, kimi öldürüldü, kalanlar da atmışlarına dayadıkları merdiveni hastalıklarla tırmanmaya çalışarak gerilla yürütüyor, gencecik çocukları ölüme gönderiyorlar.
Ama gencecik çocuklar Genelkurmay’ın da açıkça söylediği gibi, dağlara çıkıp vatani görevlerini yapmak için silah altına alınan kardeşlerini öldürmek arzusuyla ölümlerine gitmeye devam ediyorlar.
Nasıl oluyor da geldiğimiz aşamada olayların akışı (mutlaka 12 Eylül’deki halkoylamasının AK Parti’nin elini kolunu bağlıyor olmasının da etkisiyle) PKK’nın eline geçmiş görünüyor? Yirmialtı yıl sonra bugün nasıl oluyor da Ankara, İmralı’da müebbet yatan PKK kurucusu Abdullah Öcalan’ın silahlı ve silahsız takipçilerine ne mesaj vereceğini dikkatle bekler durumda.
Yanıtını bulmak için yirmialtı yıl öncesine, 1984’e dönüp, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın ilk PKK saldırılarına verdiği ‘3-5 eşkıya’ tepkisine bakmak yetmez.
Özal’ın da aktif görev aldığı 12 Eylül askeri hükümeti döneminde yapılanlara, Diyarbakır cezaevindeki akıl almaz işkencelere, 1924 Anayasası’nda ‘Türk denir’ sözcükleriyle bir sıfat olarak yer alan vatandaşlık tanımının 1982 Anayasası’nda ‘Türktür’ diye isim olarak yer alışıyla zirveye çıkan köken inkârına da bakmak gerekir. (12 Eylül’ün askeri yönetiminin o zaman NATO modası olan Sovyetlere karşı İslamizasyon siyasetini nasıl şiddetle uyguladığı ayrı bir bahistir.) Bugünlere kolay gelinmedi; hep birlikte seyrediyoruz.
Devekuşu siyaseti ile
Bu işin adını tam olmasa da ‘29’uncu isyandır’ diye ilk koyan Süleyman Demirel oldu. Merhum Bülent Ecevit, aslında o da isyan olduğunu çok iyi bilmesine karşın, belki işi kaşımamak adına ‘sorun ekonomiktir, işsizliktendir’ dedi.
Buna inanmak isteyen çok oldu. Buna karşın tezler güçlüydü: ‘Ankara’nın, Kastamonu’nun, Kütayha’nın da köyleri yoksul. Onlar neden ayaklanmıyor?’ diye itiraz edenler de, aslında aksi yönden sorunun kökenine iniyorlardı: Sorunun kökeninde milliyetçi duyguların, kimlik duygularının kabarması vardı ve PKK’nın komünist bir çekirdek kadro ile kurulmasının, dışarıdan destek buluyor falan olmasının, bu haraketin millici, başka deyimle Kürtçü niteliğini gizlemesi mümkün değildi; bugün de değil.
Demirel’in üzerinde daha önce iki defa askeri darbe ile devrilmişliğin yükü vardı, arkasında tek parti gücü yoktu, Cumhurbaşkanı olduğunda sorunlu koalisyonlar işbaşındaydı, ‘Anayasal vatandaşlık’ başta olmak üzere olgunlaştırdığı düşünceleri, devletin başında olduğunda bile dile getirmekten çekindi.
Abdullah Gül, bu işin adını Demirel’den çok daha net koydu. Arkasında dava arkadaşı Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında AK Parti’nin tek parti hükümetinin gücü var, en azından 2006’dan bu yana bu işin artık askeri yöntemle çözülemeyeceğini, siyasi, hukuki, psikolojik, ekonomik yöntemlerin gerekli olduğunu söyleyen bir askeri heyet bulunuyor.
Öte yandan inanılmaz hatalarla (haydi ilk denemesi diyelim) başarısız kalan bir Kürt açılımı, ABD’nin istihbarat desteği, İran’ın sınır ötesi desteği, Irak’a sınır ötesi operasyonlara rağmen 1 Haziran İskenderun baskınıyla çatışma düzeyini yükselten ve 12 Eylül halkoylaması sürecinde hükümetin yumuşak karnına indirdiği darbelerle süreci kontrolüne almış görünen bir PKK var ortada.
Ankara yıllardır hafife aldığı, gerçek niteliğini görmezden geldiği bir sorunun faturasıyla karşı karşıya. Üstelik hâlâ çözümün yalnızca Kürtçü taleplere değil, yüzde 10 barajı, siyasi partiler yasası gibi halkın tamamının demokratik taleplerine cevap vermekten geçtiğini göremiyor. Zaman geçtikçe faturanın büyüdüğünü de göremiyor tabii...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder