13 Temmuz 2011 Çarşamba
Kartpostallar kadar hüzünlü bir şey olamaz. Çünkü önyüzleri bu kadar politik panoramalar taşıdığı halde, arka yüzleri o kadar apolitik, başka bir şeyi yoktur dünyanın... Bir Ayvalık kartpostalı düşünün mesela. İlçemizden bir görünüş adı altında azami beş fotoya iki bin yıllık serüvenin sığdırılması zorunlu bu küçük kartın en merkezi yerini, bir Atatürk büstü tartar.
Gündüz Vassaf’ın çok amaçlı kartpostala benzettiğim “türk-islam sentezi, Bach ve Metallica”sını okumak, niçin beni çocukluğuma götürdü emin değilim. Bunda muhakkak ki annemin payı büyüktür. Çünkü o beni ve kardeşlerimi, çocuklarına henüz okula başlamadan okuma yazma, nota ve yabancı dil öğretmeye ahdetmiş titiz kadınların hakimi olduğu geçen bin yılda büyüttü... Kendi çocuklarımla aramdaysa bin yıl var. Tıpkı bir akordeonun önce kapanıp sonra açılan melodik körüğü gibi, önceki zamanlarında çokça sıkıştırılanların, sonraki zamanlarında tüm kapıları yıkması gibidir benim kuşağımın arada kalmışlığı... Bende bu yüzden en büyük elem eskiye dairdir, çünkü her şeyi yeryüzünün, şaşırtıcı ve şaşalı şekilde (değersiz demiyorum haşa) ilk çıktığı andan itibaren, eskir... Gelip geçici olmayan hiçbir şeyi yoktur evrenin ve bu yüzden yatışmaz...
***
“Küreselleşen dünyada hepimizi kucaklayacak evrensel değerlere siperlerinden tavır alarak yarına yerellikle direnenlerin aşırı tahammülsüzlükleri, tarihte geçici olduklarının öfkeli bilincinden kaynaklanıyor” cümlesiyle biten yazının muhatabı, ancak sondan üçüncü paragrafta açıklanmış: “Türkiye’de İslami kesim”... “Türkiye’de İslami kesim diye bir şey var mıdır” sorusunun, “Türkiye’de İslami olmayan kesim var mıdır” sorusuna verilecek cevapla üç aşağı beş yukarı aynı kapıya çıkacağını söyleyerek kafa karıştırmayalım da... “Öfkeli bilinç”in, şehre ve şehirliliğe dair her haltı yediği halde, bir türlü Metallica ya da Bach konserlerine gelmeyen, oralarda bir türlü boy göstermeyen “başörtülü kız” üzerine inşa edilmesine ne diyelim? İlgili ilgisiz hemen her tartışmada başörtülü kıza çekilen bu yoklama, genlerimize sinişmiş asker-millet feveranının en güncel dokümantasyonlarından değil mi? Daha da vahimi, soru almacı haline dönüştürdüğünüz “o kız”, sizi aynı anda eskitip klişe haline çevirmiyor mu? 118’deki bilinmeyen numaralar muamelesi çektiğiniz “o kız”, sizi Efruz Bey’in yönettiği “kitsch” koroya aparmıyor mu?
***
“Direnenlerin, aşırı tahammülsüz” olduklarından söz etmiş Vassaf... Tam tersine, direnenler, dünyanın en çok tahammül eden insanlarıdır. Tahammülsüz olanlarsa, değişimin hüüp diye içilecek bir şurupla, Dr.Jekyll ve Mr.Hyde örneğindeki gibi şipşak gerçekleşeceğini zannedenlerdir... Yok böyle bir iksir üzgünüm. Teoman’la Müslüm Gürses’in paramparçası, Bach’tan da Metallica’dan da çok dinleniyor bu ülkede. Çünkü biz aynı anda hem üzgün hem dirençli hem de paramparçayız. Yolu nihaventten geçmeyen yoktur aramızda... Bizde en iyi “opera”yı, çocukluğumuzda Çetin Alp söylemişti de, Erovizyon’dan sıfır puan alarak çıkmıştık, bir dip not, bir dip yara gibi hatırlarız...
Ayrıca bu ülkede her çocuğun dönemlere, muhite ve ekonomik güce göre; mandolin, blok-flüt, gitar veya piyanoyla büyütülmesinin milli bir zaruret ve maarif kaidesi olduğu bilinmiyor mu diye sormayacağım...
“Küreselleşen dünyada evrensel değerlerin insanları kucaklayışı” şeklindeki iç gıcıklayıcı örgünüz, “ayı yavrusunu severken boğarmış” şeklindeki o kaba saba ama yepyerel darbımeseli anımsatıyor... Küresel ve evrensel olanın niçin iyi, niçin güzel ve niçin tek doğru olduğunu sormak geliyor içimden hem de kreşendolar halinde... Tamamdır, bu ülkede yerli ve yerel olana “kıro” ve “hanzo” muamelesi çekile çekile geldik bugünlere de... Bir kere olsun Şeyh Galip’ten, Aşık Veysel’den, Safranbolu Evleri’nden, Karagöz’le Hacivat’tan, Kemal Batanay’dan, Ressam Mithat Şen’den, Hasan Çelebi’den soru çıkarıp da dayattık mı önünüze, çektik mi sözlüye tek birinizi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder