26 Temmuz 2010 Pazartesi
Ben çocukken bana Rab ne zaman katı yasaklarla, korkularla, günah ve cehennem mefhumuyla anlatılmışsa konudan uzaklaştığımı; ne vakit aşkla, muhabbetle, şefkatle anlatıldıysa ve daha yakından düşünmeye teşvik edildiysem merakımın ve sevgimin arttığını hatırlıyorum.
Büyümek, merak duygusunu günbegün yitirmek demek. Her geçen gün biraz daha azalıyor sorularımız, bir parça daha eksiliyor hayata dair merakımız. "Neden?" diye sormaz oluyoruz artık. Halbuki en temel soru. En yaşamsal. Yaşama en çok bağlayan.
Çocukluk, merak duygusunun en diri, en zinde olduğu dönem. "Kar soğuk" diyorsun. "Ama neden?" diye soruyor çocuk. "Gece karanlık" diyorsun. "Peki neden?" diye bakıyor çocuk. "Dünyanın her yerinde savaşlar, açlık, afetler, hüzün var" diyorsun. "Neden neden?" diye soruyor hemen. Gel de anlat. Kendine de ona da. Bir çocuğun penceresinden bakınca dünyaya, insan kendi cehaletiyle yüzleşiyor aslında. Yıllanmış, kabuk tutmuş bir cehalet. Üstü zamanla örtülmüş, ince bir toz bulutuyla kaplanmış. Soru sormadan, zerre kadar anlamadan olduğu gibi ve sırf kolayımıza geldiği için öylece kabullendiğimiz nice şeyi yeniden düşünmek durumunda kalıyoruz. Yepyeni bir ışık altında. Birdenbire yeni bir renge bürünüyor dünya. Ve soruyoruz o zaman: Sahi neden?
Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir sabah 3.5 yaşındaki kızımla annemin konuşmasına tanık oluyorum.'"Anneanne, neden yağmur yağıyor?" Gülümsemeden edemiyorum. Zor soru valla. Bakalım Şafak Hanım nasıl altından kalkacak? Annem, en tatlı ve bilge anneanne pozunda birkaç saniye düşünüp cevaplıyor: "Çiçekler büyüsün, bitkiler yeşersin diye." Ben açıklamayı beğendim ama kızım pek memnun olmuşa benzemiyor. "Tanrı'nın kovası yok mu? Kovayla sulasın" diyor. "Kovayla her yeri nasıl sulasın? Plastik kovadaki su hemencecik biter" diyor annem, ikna etmeye çalışarak. "Büyük kova alsın o zaman anneanne, offf." Bir dakikalık bir sessizlik oluyor. Gel de cevap ver şimdi. Annem, Plastik Kova Çıkmaz Sokağı'na girmekle hata yaptığının farkında; bu kez daha bilimsel ve doyurucu bir açıklama bulmaya çalışıyor, olmuyor. En sonunda kestirip atıyor.
Tanrı'nın kurduğu düzen böyle evladım. Yukarıdan aşağıya. Yağmur yağar, kar yağar, yıldırım çakar, güneş açar. Her şey insanlar için."
Ben kızımın yerinde olsam, "Düzen ne demek anneanne?" diye sorardım herhalde. Ama o başka bir soruyu tercih ediyor. "Tanrı'nın evi mi var yukarıda?" Hani Sihirli Fasulyeler masalında, bahçedeki devasa fasulye sırığı ta gökyüzüne kadar uzanıyor, en tepeye çıkınca orada kocaman bir şato buluyor ya kahramanımız. Herhalde böyle bir şey beliriyor kızımın zihninde. Ben göz ucuyla anneme bakıyorum, annem bana. Çocuklara Tanrı'yı nasıl anlatırız? Dindarlıktan ya da dini ögretilerden bahsetmiyorum. Çok temel, hem basit gibi görünen hem alabildiğine evrensel, felsefi ve varoluşsal bir sorgulamadan bahsediyorum. Yaradılışa, insanlığa, arayışlarımıza, maneviyata, faniliğimize, hayata ve ölümden sonrasına dair.
Kendi çocukluğumu hatrlıyorum o zaman. Babaannemden dinlediğim Yaradan ile anneannemden dinlediğim Yaradan arasındaki farkı çok net hatırlıyorum. Her ikisi de ilk bakışta aynı yaşlarda, benzer sosyal ve ekonomik kökenlerden gelen, benzeşen dış özellikler taşıyan iki kadındı. Birini İzmir'de dinledim, birini Ankara'da. Biri korkuyla ve yasaklarla ve kurallarla anlattı her şeyi bana.
Tanrı'nın gökyüzünde hiç kapanmayan bir göz, sürekli günahlarımızı satır satır kaydeden bir ulaşılmaz, anlaşılmaz yüce varlık olduğunu aktardı. Öte yandan anneannem ise, tam tersine, muhabbet, muhabbet ve safi muhabbetle anlattı. Sonuçta ne oldu? Babaanneme bir daha soru sormadım, aklımdan bile geçmedi; anneanneme ise hâlâ bugün bile zihnime takılanı sorarım, danışırım gönlümce, dolaşırım yüreğinin o ferah ve huzurlu evinde.
Ben çocukken bana Rab ne zaman katı yasaklarla, korkularla, günah ve cehennem mefhumuyla anlatılmışsa konudan uzaklaştığımı; ne vakit aşkla, muhabbetle, şefkatle anlatıldıysa ve daha yakından düşünmeye teşvik edildiysem merakımın ve sevgimin arttığını hatırlıyorum.
Herkes çocuğuna Tanrı'yı farklı farklı anlatır elbette. Ama gelin "nasıl anlatırız?" sorusundan ziyade "nasıl anlatamayız?" sorusunu düşünelim bir parça. Azarlayarak anlatamayız mesela. Soru soran çocuğu ayıplayarak, susturarak, düşündüğü için kınayarak değil. Keza, kendimizi ya da kendi inanç anlayışımızı herkesinkinden üstün zannederek de anlatamayız. Tüm anne babalar için, hatta her insan için temel bir soru bu: Bir çocuğun penceresinden bakarak cümle kâinata ve kimseyi dışlamayan, kendin gibi düşünmeyenleri de incitmeyen bir üslupla, barışçıl ve yapıcı, huzurlu ve ahenkli bir yaklaşımla Tanrı'yı nasıl anlatırız?
www.elifsafak.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder