Geçenlerde kendisini "Seçkin" ya da "Beyaz" Türklerden biri olarak gören bir kişiyle tartışıyorduk.
Sonunda sabrı tükendi ve "Zaten bu ülkede yaşamak istemiyorum artık" dedi.
"Türkiye'de değil de Norveç'te yaşasaydın daha mı mutlu olurdun" diye sormadım ona...
Kendisi gibi düşünmeyen, kendisi kadar inançlı veya inançsız olmayan, kendisine benzemeyen insanlarla birlikte yaşamak, acaba bu kadar zor mudur?
Ya da kendi tuttuğu partinin iktidar olamamasını "Ayaklar baş oldu" veya "Hasolar, Memolar ülke yönetimini ele geçirdiler" diye görmek, insan doğasının doğal bir tepkisi midir?
Özel bölgeler önerisi
Bunun tersi ama içerik olarak tıpkısı bir yaklaşım da Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman'ın "Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından" söz etmesi değil midir?
Oysa Avrupa Hıristiyanları karanlık çağı yaşarken İslam dünyası onlara antik Yunan'ın düşüncelerini tanıtmış, farklı dinlerden insanlar aynı mekânlarda çalışarak "Aydınlanma"nın ön çalışmaları yapılmıştır.
İspanya topraklarında yaşanan bu büyük deneyime "La Convivencia" (Birlikte var olmak) deniliyor.
İspanya'da 711-1492 tarihleri arasında hüküm süren Endülüs sisteminde Müslümanlar, Katolikler ve Yahudiler, birlikte ve barış içinde bir uygarlık inşa etmişlerdi.
Aydınlığın ilk ışıkları
Kordoba Halifeliği'nin başkenti olan Toledo'daki (Tuleytullah) enstitü-kitaplıkta üç dinden uzmanlar bir arada çalışırlardı.
Başta Aristo olmak üzere antik Yunan'ın bütün düşünürlerinin eserleri Arapça'ya, Latince'ye, İbranice'ye çevrilmiş ve bunlar Fransa'ya, İngiltere'ye, İtalya'ya taşınmıştı.
O dönemin Vatikan'ı, antik Yunan'ı ve Roma'yı puta-tapanların pagan uygarlıkları olarak görür ve bu uygarlıklara ait eserlerin okunmasını yasaklardı.
Kordoba'da ise farklı dinlerden astronomlar yıldızlardan yararlanarak deniz yolculuklarında yön belirleme yöntemlerini geliştirmişler, haritacılar bilinmeyen uzak coğrafyaları kayıtlara geçirmişlerdi. Bu çalışmalar olmasaydı Kristof Kolomb Okyanus'a açılamazdı.
Katolik yobazlığına ve Engizisyon'a dayanan İzabel-Ferdinand ikilisi, "La Convivencia" yı nihai sona erdirdiler. Müslümanlar ve Yahudiler, Katolik inancı benimsemedikleri takdirde ya öldürüldüler (Hatta diri diri yakıldılar), ya da İspanya'dan kovuldular.
Diri diri yakmak
Yani İslam'ın ve Avrupa'nın tarihinde bunlar da yaşandı.
Ve şimdi 21'inci yüzyıl Türkiye'sinde "Bizim gibi inanmayanları izole edelim" mi, ya da "Bizim gibi düşünmeyenlerle birlikte yaşamayalım mı" benzeri tartışmalara tanık oluyoruz. İspanyol engizisyonunun başyargıcı Torquemada, cumartesi günleri Seville'de bacalarından duman tütmeyen evlerin sakinlerini tutuklatırmış.
Yahudi inancına göre kutsal cumartesi günleri (Şabat) çalışmak yasak olduğu için, o gün ocağını yakmayanlar görünüşte ihtida eden ama gerçekte Yahudi inancını terk etmeyen dönmeler (Marrano) olarak suçlanırmış.
Bu suçun cezası da bazen diri diri yakılmak (Otodafe) olurmuş.
Tarihe sıfırdan mı başlayalım?
Bazılarına göre bunlar hiç yaşanmadı.
İnsanlık tarihi sanki yaşadığımız bugün başlıyor ve her çeşit bağnazlık da, ilk defa seslendirilen düşünceleri yansıtıyor.
Laiklik sanki dini inançların anti-tezi, sanki demokrasi aristokrasinin farklı bir türü ve dini inançlar da sanki ayrılıkçılığın ideolojisi...
Başı örtülü kızın üniversiteye alınmadığı bir ülkede bunlar Avrupa'da Amerika'da üniversiteye giderken, Türkiye'de farklı inanç veya yaşam sahibi olanlar için "her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa -engellemek veya ıslah etmek maksadıylamüdahale etmekle yükümlüdür" benzeri bir yorum ne akla sığar, ne de toplumsal barışa bir nefes getirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder