31 Mayıs 2011 Salı

PKK devletini kurdu bile!

Erdoğan’ı dinlerken Türkiye’de değil İsviçre’de yaşadığımız gibi bir hisse kapılıyorum. Hakkâri-Cizre hattından gelen görüntüler ve İstanbul’da PKK’nın yerleştirdiği patlayıcı ile kopan bacak görüntüleri nedir o zaman diye soracak olursanız, herhalde diyorum, Afganistan yahut Pakistan’da gerçekleştirilen Taliban eylemleri olsa gerek!
Oysa Türkiye’nin bir bölgesi Türkiye’den kopartılalı hayli zaman oldu. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti 814, 578 kilometrekarelik egemenlik alanının bir bölümünden sürüldü, çıkartıldı. Türk devletinin çıkarılıp sürüldüğü o bölgede PKK’nın iradesi geçerli hale geldi. “Devlet” dediğimiz “Yaptırım gücü olan irade” değil midir? Öyledir. Öyle ise bugün Cizre’de, Şırnak’ta, Hakkâri ve Yüksekova’da devletin yaptırım gücü ne kadardır? Gece ve gündüz sokaklar kimindir? Esnafından memuruna ve işsiz güçsüz vatandaşına kadar devletin mi sözü geçmektedir, PKK’nın mı? Devlet aç diyor PKK kapat, esnaf devletin değil PKK’nın emrine itaat ediyor! Halen BDP milletvekili ve bağımsız olarak 12 Haziran seçimlerine girecek olan adaylar gittikleri yerlerde havaya Kalaşnikof kurşunları sıkılarak karşılanıyor. Devletin polisi, jandarması nerede? Aynı şeyi Ankara’da yapabilir mi bir politikacı? Biz burada cebimizde çakı ile gezmekten korkuyoruz. Türkiye’nin o bölgesinde adaylar ve peşlerinden giden konvoylar yanlarında çantalar dolusu Molotof kokteylleri ile yürüyorlar. Yürümekle kalmıyor teneffüse çıkmış ilkokul öğrencilerinin üzerine fırlatıyorlar. Öğrenci yurtlarına saldırıp çocukları diri diri yakıyor, katliam denemelerinde bulunuyorlar! Niye böyle yaptınız denildiğinde, “Az bile yaptık” anlamı çıkacak laflar ediyor, “Siz de 12 gerillayı öldürmeseydiniz” türünden cevaplar veriyorlar. Zaten “gerilla” demeleri ve bu sözün yanlarına kalması bile aslında bu topraklar bizim, siz işgalcisiniz demek oluyor ama buna alıştırıldığımız için artık yadırganmaz hale geldi.
Ey millet!
Öcalan’ın Suriye’deki günlerini hatırlayınız. Hafız Esad ve tabii el altından ona arka çıkan dış güçler ellerini ceplerine sokmadan Türkiye ile onlarca yıl savaştı. Suriye’ye sıfır maliyetle Türkiye’nin ocağına incir ağacı dikildi. Türk’üyle, Kürt’üyle bu toprakların on binlerce insanı canından oldu, yetmedi, bu mücadeleye birkaç GAP parası harcadık, o da yetmedi bin yıldır kardeşçe yaşayan insanlar arasına fitne tohumları ekildi. O günkü Suriye’nin yerini bugün Doğu ve Güneydoğu bölgemizin bir kısmında Hafız Esad’ın yerini Hasip Kaplan’lar, Emine Ayna’lar, Selahattin Demirtaş’lar aldı. Daha trajik olanı ise Türkiye Hafız Esad’ı maaşa bağlamamıştı, bugünkülerin pek çoğu milletvekili maaşı ile ödüllendiriliyor. Yine bunların elektriğinden suyuna, bindikleri makam araçlarından sağlık hizmetlerine kadar bütün ihtiyaçları kendisi ile savaştıkları Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından karşılanıyor. Gelin görün ki o Türkiye Cumhuriyeti’nin o bölgede sözü geçmiyor. Şimdilik tek eksikleri tanklı, toplu, uçaklı bir ordularının olmayışı ve kendi paralarını basıp bayraklarını resmi dairelere asma aşamasına gelmemiş olmaları.
Bunu da yapacaklar.
Ne zaman mı?
Tabii ki 12 Haziran’dan sonra değiştirilecek anayasa ile olacak bu.
İnanın abartmıyoruz.
Biz, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)” diyoruz; yani Ankara’nın tanıdığı müstakil bir devlet var Kıbrıs’ın kuzeyinde. Türkiye’nin Güneydoğusu Hakkâri-Cizre hattında Molotof kokteylleri, Kalaşnikof namluları ve kaldırım taşları ile oluşturulan bölgedeki “devlete” Türkiye Cumhuriyeti’nin sözü işte o Bağımsız Devlet KKTC’de geçtiği kadar geçmiyor. Yani Ankara Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Hakkâri-Cizre ve Yüksekova’da olduğundan daha etkili. İşte böyle bir Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın seçim meydanlarında konuştuğu şeylere bakınız. Türk basınına bakınız, muhalefet partilerine bakınız, Türk halkının bu akıntıya kapılıp nasıl sürüklendiğine bakınız! Baktınız mı?
Farklı bir şey gördünüz mü?

En mütevazı tahmin Zeybek’ten!

 
Zeybek seçim tahminini açıkladı: %51. Herkes bir tahminde bulunuyor, bu da Namık Kemal Zeybek’in tahmini..

DP iktidara geliyor bu durumda. AK Parti de herhalde ana muhalefet olur.

DP %51 alıyorsa, DSP’nin de ondan az almaması lazım ama, hadi onu 3. Sıraya yazalım.

DP’nin oy oranında kimsenin kuşkusu yok da, burada asıl sorun, bu oyun % kaçının BTP’ye, yüzde kaçının DP’ye ait olduğu sorunu.. Ortadan ikiye bölelim diyeceğim ama, birine %26 vermek geçiyor içimden ama hangisine vermek gerek o 1 oy oranı farkını..

AK Parti’yi ana muhalefete oturttuk ama, ya bu sefer seçmen yanılıp AK Parti’ye vermez de oyunu SP’ye verirse, o zaman sıralama DP 1. Parti, SP 2. Parti, DSP 3., AK Parti 4., CHP 5., MHP 6. Parti olur..

Geri kalanına oy kalmıyor kalmamasına da, bu 100 puanı bu 6 parti arasında dağıtmak bile ciddi bir sorun.. %51’i DP’nin olduğuna göre kalıyor geriye %49.. Bunu beş partiye bölün bakalım.. Eşit dağıtsanız, kimse barajı geçemeyecek. DP bütün sandalyeleri kapacak. Zaten bir de BDP’li bağımsızlar var. Hadi %6 da onlara çıkalım deseniz, %43 kalıyor.

Bu arada seçim bereketi milletin yüzünü güldürüyor. Asgari ücret konusunda 850 liradan 1500 liraya kadar teklif var..

Kılıçdaroğlu uçuyor zaten, Kürtlere özerklik, askerlik 6 ay mı, 9 ay mı? Seçime kadar kim ne istiyorsa istesin.. İsteyene piskevit isteyene kivi. Evsize ev, işsize iş.

Hadi bunlar topatan siyaset tüccarının elinde kalan mallar.. Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı.. Yalandan kim ölmüş..

En mutevazıları Pamukoğlu. “HEPAR şu anda 4. Parti” diyor.. O ilk 3’ün AK Parti, CHP ve MHP olduğunu kabul ediyor.. Bana kalırsa da CHP ve MHP’den ya da oy kullanmayan ulusalcı kesimden HEPAR’a oy verecek çok sayıda insan olacaktır. Emekli subaylar için iyi bir adres olabilir..

HEPAR’ı beğenirsiniz, beğenmezsiniz, ama Pamukoğlu, “Özerklik vermeye kalkışırsanız bu ülkenin sokaklarını, mahallelerini, caddelerini size zından ederim” dese de, asker elbisesini çıkartıp siyasete giren biri.. Yerel yönetimlerin özerklik şartı ortada. Bununla mücadele edeceğim dese anlarım da, sokağa çıkınca BDP’den, KCK’dan ne farkı kalır ki?

Milletvekili sayısını 350’ye indireceğim diyor, buyur teklif et.. Kim ne istiyorsa teklif etsin.. Ve millet karar versin. Kimse millete yasa da dayatmasın, yasa teklifini de yasaklamasın. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen yasa olmasın.. Teklif edilemeyecek yasa olmasın daha doğrusu. İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisinin birleştirilip yerel parlamentolarını kurmaları ve toplanan vergiden belli bir pay almaları, sağlık, eğitim, trafik, asayişin yerinden yönetilmesi niye sorun olsun ki!

Tabii yine de “ordu göreve” filan demiyor, “Tankları yürütürüm” demiyor. Bu da önemli.. Sokakların zından değil, özgür olması gerektiğini o da bir gün öğrenecek, Anadolu yollarında dolaştıkça ve konuştukça.

Keşke liderler, seçimden sonra, daha önce yaptıkları seçim tahminlerini yorumlasalar.. Eğer bunların bütün tahminleri böyleyse, vay bu memleketin başına geleceklere..

Gazete tirajları ile partilerin oyu arasında bir ilişki var mı?

Türkiye’de günlük 36 ulusal gazete yayınlanıyor ve bunların toplam tirajı 4.850.000. Bunların 2 milyonu AK Parti’yi destekleyen yayın yapıyor..

Bunlardan 8-10 tanesi siyasette etkili değil. Spor ve bulvar tipi magazin gazetesi türü yayın organları..

Doğan Mediasının toplamı 1.350 cıvarında. Bunun %60’i CHP , %20 AK Parti, %10 MHP’ye gider, %10 diğer..

500’lük bir blok var, Habertürk, Akşam grubu vd. %40 AK Parti, %40 CHP, %10 MHP, % 10 diğer gibi

Yeniçağ, Cumhuriyet toplamda 105.000’i bile bulmuyor toplamda. CHP, MHP eşit paylaşırlar..

Sonuçta ortalama AK Parti %45, CHP %30, MHP %10, diğer %15 gibi bir rakam çıkar.

Tabii, Radyo, Tv, İnternet Mediasını da bu işe katmak gerek.. O zaman durum daha çok AK Parti’nin lehine dönüyor.. Medianın seçim sonucuna muhtemel yansıması, AK Parti %47, CHP %27, MHP %10 seviyesinde olabilir. BDP %6 olursa, diğerleri, geriye kalan (Bazı parti liderleri üzülecek ama) %10.

İlk 3 belli de, 4.’lük için ya da BDP’den sonra 5.’lik için HAS, SP, BBP, HEPAR, DP yarışacak demektir.. Yani, 5.’lik için 5 parti yarışıyor.. Bu arada MHP’de bir çözülme yaşanırsa, BBP bir sürpriz yapabilir.. Bu seçimin sürpriz partisi BBP olabilir.. Selâm ve dua ile.. Twitter: @aDilipak

Hakkâri modeli mi?

Hakkâri'ye gidip dönen birisi ile görüştüm.
Orada sadece iki gün, iki gece kalan birisi ile...
-Ne gördün dedim.
-Hakkâri'de, BDP hakimiyeti var, huzur yok dedi. Evet, hemen herkes BDP'li görünüyor ama hemen herkes de huzursuz dedi.
Bir şey daha ekledi:
-BDP'lilerden bile Van'a göç edenler var.
Selahattin Demirtaş, Hakkâri'de BDP'den bağımsız aday. Demiş ki:
-AKP'ye bir tek oy çıkmasın, AKP'li adaylar da adaylıktan çekilsin.
Bir ara İbrahim Binici, "AKP'lileri buralara sokmayız" demişti.
Bunların her biri, bölgede kurulması planlanan "Demokratik Özerklik"in ipuçları:
-Bir tek açık dükkan olmasın.
-Farklı partiye bir tek oy çıkmasın.
Nasıl bir şey bu? Kürtler özgürleşmiş mi oluyor bu durumda?
Bir ara Şerafettin Elçi, Neşe Düzel'e, "Biz sadece zalimlerin değişmesini istemiyoruz, zalimin Kürt olması bir şeyi değiştirmez" demişti. Gide gide, öyle bir zulüm düzenine gidilmiyor mu acaba? Şerafettin Elçi bunu nasıl görmez?
DTK (Demokratik Toplum Kongresi) çatısı altında kurulan geniş cephenin sözcüleri, İstanbul'da bazı yazarlarla buluşmuşlar. Ali Bulaç'ın yazdığına göre DTK temsilcilerinin içinde PKK çizgisinde olanlar olduğu gibi, Medzehra ve Nubihar gibi "İslamcı" diye bilinen grupların temsilcileri de varmış. Nubihar temsilcisi Ali Bulaç'a "İslamcılığın ve enternasyinolizmin bulunduğu noktadan Kürtler görülmüyor" demiş. Yani oradan görülmüyor, biz buradan, PeKeKe ile el ele tutuşup göstereceğiz!!!
Demişler ki, "Hakkâri bölgesinde fiilî özerklik yaşanmaktadır. Köylerden, ilçelerden kentlere doğru aşağıdan yukarıya doğru bir toplum örgütlenmesi söz konusu. Halk artık karşılaştığı sorunları çözmek üzere devletin mülki amirlerine, emniyet kuvvetlerine ve adliyeye başvurmuyor; kendi güvenliğini kendisi koruyor, ihtilaflarının önemli bir bölümü 'komünler'in belirlediği hakemler tarafından çözülüyor."
İstenen işte bu modelin "Kürt coğrafyası" diye tanımlanan alanlara uygulanmasının anayasada tescili imiş.
Aynı toplantıda bulunan Tarhan Erdem diyor ki: "Fiili güç sahipleri, hukuken kabul görecekleri zamana kadar hâkimiyetlerini korumak için bir yol aramakta, geçecek sürede, seçilmiş veya seçilecek meclislere fiilen hâkim olmak istemektedirler."
Anladığım şu:
PKK, Demokratik Toplum Kongresi ile yürüttüğü "Geniş cephe" politikasını, bölgede bazı "İslamcı" (hepsine değil çünkü hâlâ bu PKK zokasını yutmayan İslami oluşumlar var) kişilere, belki çevrelere kabul ettirdi. Onlar, istikbali PeKeKe (onların dili) ile birlikte oluşturmaya karar verdiler. Gelecek statüsü de şu: Hakkâri modeli içine girip, harman olmak.
Bu gidişle ne kadar ne olacaklar bilmem.
Ama Hakkâri modelinin tam bir kapalı, tehdide dayalı, kurtarılmış bölge modeli olduğunda kuşku yok.
Bir şehirde bir tek insan bile dükkanını açmayacak.
Tüm oylar, bir gruba verilecek, bir tek istisnası bile olmayacak.
Bu tehdit algısı, şehrin umumi iklimi haline gelecek.
Ve bu "demokratik özerklik" olacak.
Ben, bizim Altan Tan'ın, vaktiyle, komünist gruplar tarafından uygulanan "demokratik" maskeli terör stratejilerini bilecek bir siyasi bilinç sahibi olduğunu sanırdım.
Geçende, Kars izlenimlerimi yazarken, Doğu Beyazıt'ta, her ay, devletten çocukları için 400 lira maaş alan bir kadının, BDP'li kocasına rağmen sandık başında AK Parti'ye oy verdiğini yazmıştım.
Bence o kadın, şu bizim çok bilinçli "İslamcılar"a bilinç adına bin kat tur bindirir.
Dilerim, "İslamcılarımız" ve PeKeKe çizgisinde siyasete soyunan "Melelerimiz", Hakkâri'nin bir köyünde, bir "komün"de yargılanmak durumunda kalmazlar. Dilerim, Hakkâri'de yaşanmaz, deyip Van'a ya da İstanbul'a göç etmezler...
Öcalan bile "Devletle görüşüyor" diye, yargılanmaya başlandı ya...
1980-1990 nesli çok biçiciymiş ya...

Bahçeli istifa ederse?

Bu kadar ince ve zor bir operasyonu beceren ve elde ettiklerini bu kadar ustaca pazarlayanların amacına hizmet etmemek için, bana kalsa üzerinde hiç durmam.

Bu kadar profesyonel komplolar, büyük maliyetli ve büyük hesaplı işlerdir. MHP üzerinden Türkiye ameliyat ediliyor. Bize düşen, bu operasyonu engellemek olmalı. Peki nasıl?
Cuma günü, Star Gazetesi'ni Ülkücülerin bastığı gecenin sabahında Kanal 24'te Yavuz Baydar'la birlikte gündemi yorumladım. Birkaç kere aynı programı Ergun Babahan'la yapmıştım. Çok sert bir dille, Ergun Babahan'ı, yazdığı ve Bahçeli'yi hedef alan aşağılayıcı imaları içeren yazıdan dolayı kınadım. Bahçeli'den özür dilemesi gerektiğini söyledim. Aynı özrün Star gazetesi tarafından da ifa edilmesi gerektiğini vurguladım. Daha da ileri gittim: Star gazetesini basanların haklı olduklarını ve demokratik tepkilerini dile getirdiklerini öne sürdüm.
Bunlar tatsız olaylar. Büyütmemek için kusuru olanların kırıp döktüklerini tamir etmeleri gerekir. İlk gün söyledim. Hâlâ aynı düşüncedeyim. MHP Genel Başkanı koltuğunu bırakmalı. Devlet Bahçeli'nin, partisi üzerinden Türkiye'ye kurulan bu komployu engellemesinin başka yolu yok. MHP'ye oy vermeyi düşünen seçmen, kendisini etkilemek için tezgâhlanan bu komplonun etkisinde kalmadan, tercihini siyasî önceliklerine göre belirlemeli. Bunu sağlamanın yegâne yolu ise Devlet Bahçeli'nin hiç olmazsa seçimden sonra, sorumluluğu üzerine alarak görevini bırakacağını açıklaması. Devlet Bahçeli'nin MHP oyları üzerinde kişisel bir etkisi yok. Tersine, kaset skandalları ile MHP'nin sarsılan itibarını düzeltmek, böylesine bir feragatle mümkün. MHP, sarsılan itibarını toparlamakla meşgul iken Kürt sorunu bambaşka bir istikamete doğru adeta mutasyon geçiriyor. Bahçeli, Başbakan'la milliyetçilik yarışına girerken Diyarbakır'da olup-bitenlerden bihaber görünüyor. PKK, Diyarbakır'da fiilen özerk bir yönetim ilan etti. Kullandığı "Statüsüzlüğe karşı Demokratik Özerkliği fiilen geliştirme ve eksik kalan boyutlarını tamamlayarak Demokratik Özerk yönetimlerin ilanını hızlandırma" ibaresinin ne anlama geldiğini siyasetin bütün aktörleri eksiksiz kavramalı. Bu adım artık bir seçim kampanyası manevrası değil, Kürt ulusal hareketinin yepyeni bir stratejik evresi.
Tarhan Erdem, sağduyulu ustalığını konuşturdu. Dünkü Radikal'de BDP'nin demokratik özerklik hamlesini 'Beylik mi, demokratik özerklik mi?' diye kritik ediyor. Doğru, 'özerklik' tamam da, demokrasi hiç yok. BDP bir tür derebeylik düzeni tesis ediyor; bu düzen içinde geçmişte ağaların oynadığı rolü şimdi örgüt oynuyor. Kürtlerin özerkliği yerine, örgütün bölge üzerindeki tekeli inşa ediliyor.
1984'ten bu yana devlet, Kürtlerin temel insanî hak talepleri ile Kürt ulusalcılığının hayalleri arasındaki farkı kavrayamadı. Bugün MHP de bu farkı kavramaktan aciz. Kürt ulusalcılığının ateşini söndürmek, insanî hak taleplerini karşılamakla mümkün. AK Parti lideri ile milliyetçilik yarışına giren Bahçeli, Kürtler için ulusalcılığın ne kadar ağır maliyetleri olduğunu ve panzehiri olan ortak paydaları insan hakları temelinde çoğaltmak gerektiğini kavrayamıyor. Kürt sorununu çözmeye yönelik her adımın, Türkiye'nin bütünlüğüne katkı sağlayacağını anlamak bu kadar zor mu?
Kürt sorunu siyasetin temel fay hattı. Herkes oyununu, bu çizgiye göre kuruyor. AK Parti, Türkiye'nin tamamını temsil yeteneğine sahip yegâne parti olduğu için iktidara yakın duruyor. CHP, bu durumu fark ettiği için bu konuda iddialı yeni adımlar atıyor. Samimiyetini ve tutarlılığını zaman gösterecek. MHP ise çözümsüzlükte ısrar ediyor.
Hafta sonunda Devlet Bahçeli, Düzce mitingi sonrasında İhsan Dağı ile birlikte benim adımı vererek "Savcıların çağırıp 'nereden biliyorsunuz' diye sorması lazım." demiş. Bildiklerim yukarda görüldüğü üzere, analizden çıkardıklarım. Her düzeyde analiz yapmak mümkün. Bahçeli mevcut durumla, seçim sonrasında genel başkanlıktan ayrılma vaadinde bulunduğu durum arasında, MHP'nin sandıktan alacağı oyları mukayese eden bir analizi pekâlâ yapabilir. Ve bu analizle MHP üzerinden Türkiye'ye yapılan ameliyatı engelleyebilir. Üstelik Kürt sorununda MHP'yi Türkiye'nin bütünlüğüne katkıda bulunan bir alana taşıyıp, siyasî misyonuna parlak bir nokta koyabilir.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Mini etekle namaz

Ertuğrul Özkök'ün Ayşe Arman röportajında söylediği "Mini etekle beş vakit namaz kılınacağını, başörtüsüyle içki içilebileceğini düşünen ve buna cüret eden kadınların ülkesini düşünüyorum" ifadesini yorumlamam isteniyor.

Yorumlayamam...

Çünkü bu tür marjinal görüşleri gereksiz yere tartıştığımızı ve Türkiye'ye zaman kaybettirdiğimizi düşünüyorum. Bu tür görüşleri önemsemek aynı zamanda bu tür görüleri "önemsetmek" anlamına da geliyor. Aynı Sibel Üresin'in "Çokeşlilik" görüşleri gibi... Siz de önemsemezseniz, gülüp geçerseniz, alıp büyütmezseniz, üzerinden reyting yapmaya çalışmazsanız yayılma engelleri çok büyük olan marjinal görüşler (bakınız Everett Rogers yeniliklerin yayılması kuramı) kendiliğinden yok olur gider.

Aksi durumda? Yine bir şey olmaz... Bu tür görüşler yine yok olur gider ama boş yere gündemi meşgul eder. Marjinal görüş tüketmeyi sevenler, "laf olsun torba dolsun" diye bu görüşleri evirirler çevirirler, siz de amaçlandığı üzere "kıl" olduğunuzla kalırsınız.

Bu ve bunun gibi birçok röportajdan sonra sadece şunu söyleyebilirim, Hürriyet asla "merkez ya da ana akım gazetesi" değil. Başka bir medya. Yaklaşık 40 milyon seçmenin sadece 2 milyonuna yani %5'ine ulaşan bir gazete nasıl "merkez gazete" olabilir. Belki öncü, değişimci, laik, Atatürkçü ya da Kemalist denilebilir ama asla "merkez gazete" değil...

Zaten, bir ülkenin en çok okura sahip gazetesi o ülkenin sadece % 5'ine ulaşıyorsa o ülkede merkez bir gazete olabilir mi?

Hep söylüyorum önemli olan nokta %5 erişime sahip olan bu gazetenin reklam gelirlerinin neredeyse %40'ını hatta 50'sini alması... Sorun burada...

Bence bu sorunu düşünmesi gerekenler de "Mini etekle namaz kılmak isteyenlere ürün ve hizmet sattığını düşünenler!" Ya da şöyle düşünelim, kendi gazetesinde bu tür görüşlere yer verilince ortalığı ayağa kaldıranlar, bu görüşleri para verip aldıkları Hürriyet'te görünce niye tercihlerini değiştirmiyorlar?

Bu tür davranış okudukları gazetelere haksızlık değil mi?

Şunu da yazmadan geçemeyeceğim: Eğer Ahmet Hakan, Ertuğrul Özkök'ün bu düşüncelerini "Müslümanlık" açısından yorumlamaz, hatta dalgasını geçmez ise ona iki çift lafım olacak. Bekliyorum sevgili Ahmet Hakan.

Sehven mi Sayın Arınç?

Namaz kılanı, dini pratiklerini yerine getireni, kendi ahlak sınırları içinde daha ahlaklı bir hayatı paylaşmak isteyeni yani Bülent Arınç'ı "şeriatçılıkla" suçlamak ne kadar yanlış ise internet filtrelemesine çıkanı "pornoculukla" suçlamak da o kadar yanlış. Bülent Arınç siyasi iletişimin şehvetine kapılıp bu tür hatalar yapmamalı. İnsan ne oldum dememeli ne olacağım demeli...

Eğer bütün amaç propaganda taktiklerini kullanarak Türkiye'de "muhafazakâr hegemonya" yaratmaksa ben bu işte yokum. Amaç dindarın, dinsizin, az dindarın her türlü inancına saygı duyarak "özgürce" yaftalanmadan, korkmadan yaşayacağı bir ülke modeli ise sonuna kadar varım.

Arınç'ın gerçek görüşünün başka olduğuna ve söylediklerini "sehven" söylediğine inanmak istiyorum. Her partiden çok sayıda insan tanıdığım gibi çok sayıda AK Partili de tanıyorum. Hiçbiri onun gibi düşünmüyor.

Çekirgelik

"Bencillerle sadece selamlaşın." (George Dillon)

Ak Parti, Y-CHP MHP... BDP-PKK ile hangisi kanka?!

Seçimler yaklaştı liderler dilin kemiğini iyice kırıyorlar!.. Ortaya atılan hipotezlere bakıp hüküm vermek bizi aşıyor!.. Mesela bu PKK uzantısı BDP ile “derin ilişki” içerisinde olan “öteki parti” hangisi!!?
Türk siyasetinde PKK-BDP, iyi malzeme!.. Siyasetin neresine dalarsan dal, BDP ile kafa kafaya geliyorsun.. Doğrusu şu ki “İmralı” , sandığın bir kenarına mührünü vurmuş durumda.. Apo, artık her seçimde arkadan dolanıp puanı kapıyor.. Baraj altı yapısı ile baraj maraj dinlemeden oyun kuruyor...
Buna fırsat tanıyan ne?!
AB korkusundan bacakları titreyen teslimiyetçi sistem efendileri!.. “Saltanatıma dokunulmasın da bir derebeylik de oluversin!!” anlayışı..
Bu çerçevede yürünen siyasi yolda madem PKK-BDP penceresi iyi iş yapıyor, sistemin partileri de bunu kullanıyor!?! Nasıl?.. Birbirlerini BDP, dolayısı ile Apo-PKK ile işbirlikçi olarak itham ederek!..
Bunu şu sıra en yoğun kullanan Başbakan Erdoğan..
Erdoğan’a göre, Y-CHP, MHP ve BDP tek yumurta üçüzü!.. Şöyle diyor..
“..Üç kafadar bir bilinmeze doğru gidiyorlar, bunlara tek yumurta ikizleri demiştim, meğer tek yumurta üçüzleriymiş.”
Ve de durum şöyleymiş..!
“BDP, sırtını CHP’ye, terör örgütüne dayamış şımarıklık yapıyor. CHP’nin Hakkari mitinginde bir tane Türk Bayrağı yoktu. Çünkü orada toplanan 2 bin, 2 bin 500 kişi BDP’liydi, onların eline Türk Bayrağı tutuşturamazsın, onların Türk Bayrağı ile sorunları var. Onlar daha belediyelerin kapısına bile Türk Bayrağı asalım mı asmayalım mı buna bile karar veremediler..”
İşte bunu söylediği zaman da kendisine “Sayın Apo!!” diye başlayıp Habur’a uzanan, Ankara’da kapalı kapılar ardındaki buluşmalar da soruluyor..
“Apo ile görüşme” itirafı da..
Bir yanda “Apo ile dolaylı görüşen Ak Parti” , beri yanda, PKK uzantısı BDP’nin mitinglerinde, alanı dolduran PKK ve güdümündekilerin “TBMM’yi basarız, Tayyip’i asarız!!” diye slogan atmaları!.. Gel çık işin içinden!.. Başbakan’a göre Y-CHP ve BDP, Apo onayı ile kol koladır.. Başbakan MHP’yi de bu koalisyona katıyor!.. Başbakan’ın, “BDP-MHP” işbirliğinden bahsetmesi hem mantıksız hem de olanaksız.. Yani MHP’nin “Ak Parti’yi birlikte devirelim, sizin özerkliği biz kabul ederiz” yaklaşımı olabilir mi hiç?!.
Bildiğimiz şu..
“Y-CHP ve MHP’yi BDP ile kanka olmakla suçlayan Erdoğan, takiye yapıyor ve BDP’nin asıl kankası kendisi” şeklinde de bir değerlendirme mevcut..
Üstelik, “asıl kanka Ak Parti-BDPdir” değerlendirmesini yapanlar “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, anayasa değişikliği için BDP ile el sıkıştığını” öne sürüyorlar.. Bu Yeni Anayasada “Türk Milleti” ve “Atatürk” sözleri bulunmaması konusunda anlaşıldığı, Apo’nun isteği doğrultusunda Anayasaya “Kürt Halkı” ibaresinin yazılacağı belirtiliyor... Arkasından da kanun ve yönetmelikler Anayasa’ya uygun hale getirilerek “Türk” adı her yerden silinecek.
Ak Parti-BDP kankalığını daha ileri götürüp değerlendirenlerin bir söylediği de şu.. “Seçimlerden sonra gerekirse, Ak Parti-BDP Koalisyon Hükümeti bile söz konusudur!..”
Bu uç değerlendirme de Leyla Zana’nın açıklamalarından hareketle yapılıyor..
Leyla Zana’nın “Biz hükümete ortak olmak istiyoruz” açıklaması olmuştu.. 24 Mayıs’ta Hazro’nun Çitlibahçe Köyü’nde seçim çalışmalarını yürüten Zana, “Süreç artık önderliğimizin aramızda olması sürecidir. Gerillalarımızı artık aramızda, kendi içimizde görme sürecidir. Biz hükümete ortak olmak istiyoruz. Kabul ediyorlarsa birlikte yaşamaya varız. Kabul etmiyorlarsa kendimiz bunları yaratacağız. Gün gelecek Öcalan kendi halkının arasında, bu halkın çocuklarına öğretmen olacak, o günlerin yakın olacağına inanıyorum” demişti..
Seçim meydanlarında PKK’nın taleplerine taviz verilmeyeceğini tekrarlayan Erdoğan’ın, seçimden sonra bu sözlerinin üzerine yatması olabilir mi!?
Demirel ne demişti?!..
“Dün dündür!..”

İnsanları kendine getirecek doğru söz

Bursa
Notlarımı aldıktan sonra Bursa Gökdere Meydanı’nın bir köşesinde, aynı adı taşıyan çay ocağından yazıyorum. Çünkü hafif de olsa yağmur yağıyor..
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yoğun çalışmasının karşılığını halktan pozitif enerji olarak geri aldıkça, dozajı yükseltiyor.
Kılıçdaroğlu, partisindeki yükselişi sadece miting meydanlarından değil, yolda giden, balkonundan, penceresinden el sallayan vatandaştan da görüyor. Nitekim bu yükselişi, TV8’deki programda “Bugünkü kamuoyu araştırmaları CHP’nin yükselişini, AKP’nin düşüşünü gösteriyor. Benim gördüğüm, CHP yükselişini sürdürecek, AKP de düşüşünü sürdürecektir” sözleriyle de ifade etti.

***
Trabzon’da iki kurumun toplam bin çalışanı arasında, devlet memuru bir dostumun yaptığı anket de Kılıçdaroğlu’nun iddiasını teyit ediyor. Sonuçlar şöyle: AKP yüzde 37, CHP yüzde 35, MHP yüzde 17. Bu anketin Türkiye geneli için de bir ölçü olduğunun altını çiziyor.
İzmirli Engin Demirkollu ise Tayyip Erdoğan’ın Hatay mitinginde de tekrarladığı “Hans” ile “Hasan” kıyaslamasını eleştiriyor ve “O kadar uzağa gitmeye ne gerek var. Okumak için üniversite harç parasını yatıramayan ’Ali’ ile kendi zengininin parasıyla Amerika’da okuyan oğlunu kıyaslasa ya! İşte bizim bu haksızlıkları, bu gerçekleri, AKP’nin gözlerinin içine baka baka yalan söyleyerek oylarını çaldığı insanlarımıza anlatmalıyız. Aslında çalınan sadece oyları değil, onların insanca yaşama hakları, çocuklarının gelecekleri” diyor.
Demirkollu “Yalan” dedi de aklıma geldi.. Trabzon’un Maçka ilçesinde bir vatandaş, kendisine MHP’yi anlatmaya çalışan İlçe Başkanı Faruk Genç’e “Tayyip Erdoğan peygamberdir” cevabını vermiş.. Bunun üzerine Genç, “Sana söyleyecek bir sözüm yok” diyerek diyalogu kesmiş. Bir başkasıyla konuşurken de “Maide suresi 51’inci ayette buyurulur ki, Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyin” diye söze girmiş. “Bu söz, Devlet Bahçeli’nin sözü olmasın” cevabını almış. Faruk Genç bunları anlatırken masada bulunan Faruk Bostan ise Aynştayn’ın “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” sözünü hatırlattı.. Demek ki yalanın, yalan olduğunu kabul ettirmek de o kadar kolay değil..
Kılıçdaroğlu da bu zorluğu kabul ediyor ama yine de iyimser:
“Arkalarında kendi yarattıkları zenginleri, önlerinde yoksulluğunu kaderi olduğuna inandırılan, kendi dinleri ve yüce Yaradanlarıyla aldatılan insanlar. AKP’nin zenginlerine yapabileceğimiz fazla bir şey yok. Çünkü onlar para uğruna, rahat yaşamak uğruna, ruhlarını AKP’ye teslim etmiş insanlar... Bu insanlar için milli duyguların hiç bir önemi yok.. Ama miting alanlarında, ay sonunu bile getiremeyen, işsizliğini, aşsızlığını, fakirliğini unutarak, Başbakanın her söylediğine alkış tutan, çığlık atan, yuh çeken insanlara söyleyecek çok sözümüz, onlar için yapacak çok şeyimiz var. Çünkü onlar bizim halkımız, çünkü onlar AKP’ye oy verdiler ama milli duygularından vazgeçmediler. Bugüne kadar hiçbir muhalefet partisi, bu insanları kendilerine getirecek doğru sözü bulamadı. Biz bu doğru sözü bulmak zorundayız..”

***

Gökdere meydanına dönelim. Burada diğer mitinglerde duymadığım bir türkü çalınıyor: Nakaratı şöyle:
“Haydi sen de kalk ayağa!
Al, bayrağı çık sokağa..
Haziran’da Kemal geliyor..”
Pankartlarda, “Cemaatten geldiyse emir; Servis yapar Ali Demir”, “Oy verirsen Tayyip’e, eksik olmaz şaibe”, “Karanlığa giden ülkenin imdadına her zaman bir Kemal yetişir”, “Geliyoruz duyuyor musun? Gidiyorsun biliyor musun? Halk hareketi bu, biliyor musun?”, “AKP’ye oy vermeyeceğim, çünkü hâlâ bir beynim var”gibi mesajlar var.
Kitlenin içinde büyük pankartları ile göze çarpan “devrimci” grubun mesajları ise şöyle:
“Devrimci gençlik, CHP’de birleştik”, “İşkencede katledilen tüm devrimcilerin hesabı soruluncaya kadar mücadelemiz
sürecek.”

CHP 1. parti

Seçimlere kaç gün kaldı?
Tamı tamına 14 gün..
Gündeme bomba gibi düşen iki iddia var:
1- Parti liderlerinden birine bir suikast yapılacak..
2- CHP seçimlerden birinci parti olarak çıkacak..
İlk iddianın sahibi, yaptığı tahminlerin % 90 gerçekleştiğini savunan Ulusalcı Anayurt gazetesinin yazarı Muhsin Akıl, 12 Haziran’a kadar bir parti genel başkanına suikast düzenlenebileceği iddiası ile yeni bir tartışma başlattı. Akıl, seçimden sonra Türk-Kürt çatışmasının çıkartılabileceğini de iddia etti.
Aynı doğrultuda bir başka haber daha: Bahçeli’ye saldırılacak! Bu iddianın sahibi de eski DYP milletvekili. Kaset skandalları ile sarsılan Bahçeli hakkında şok bir iddia; 6 HAZİRAN’DA Bahçeli’nin Diyarbakır’da saldırıya uğrayacağı şeklinde..
2. iddia bu iddianın peşinden geliyor..
Haberin kaynağı Cumhuriyet yazarı Cüneyt Arcayürek..
Ben kendisini 11 Eylül 1980 öncesinden tanırım. O gece de Erbakan’ın odasında birlikteydik. Tehditkar bir şekilde sert ifadeler kullandığını hatırlıyorum.. Arcayürek’in yazısını okuyunca o günleri hatırladım..
Arcayürek köşesinde “25 Mayıs Perşembe günü Güncel’de ismini vermediğim bir ünlü işadamımızın güvenilir kaynaklardan aldığı bilgilere dayanarak; CHP’nin 12 Haziran seçiminden birinci parti olarak çıkacağını söylediğini yazdım. Genel yayın müdürümüzle beraberdik. Anketlere göre, kesin saptamayı (iddiayı) kuşkuyla karşıladığımda “Sizinle bu konuda bahse girerim” dediğini, hatta bizim mütevazı önerimize karşılık -bahsi kaybederse- “ne istersek, ama ne istersek alacağını” altını çizerek söyledi. O kadar emindi CHP’nin birinci parti olacağından. Yazının yayımlandığı 25 Mayıs’ta ve dün sabah; “CHP’nin birinci parti olacağını kesin ifadeyle söyleyen ünlü işadamının kim olduğunu soran” yoğun istekler geldi, okurlardan ve partililerden! CHP’nin bu seçimde AKP’den ülkeyi kurtarmasına o denli gönül bağlandı ki; olası sonucu aldığı bilgilere dayanarak, üstelik bahse girecek kadar kesin bir ifadeyle söyleyen ünlü bir işadamının adını yazmak zorunluluğu doğdu: İnan Kıraç’tı. 25 Mayıs’ta da yazdığımı yineleyeyim: 12 Haziran’da; AKP’den bir an evvel kurtulmayı yıllardır özleyen ben, bahsi kaybetmeyi... Sayın Kıraç da kazanmayı bekliyoruz!” diye yazdı.
Bu iddiaları doğru bulmayabilirsiniz, ama Arcayürek yazıyorsa ve sözün sahibi Kıraç’sa bu iddiaları ciddiye almak zorundasınız!?..
Kıraç “güvenilir kaynaklar”dan bu bilgiyi almış. Bu bir kamuoyu araştırması sonucu değil herhalde.. Arcayürek’e göre bu “kesin bir saptama”. “Ben söylüyorsam doğrudur” mantığı ile söylenmiş bir söz.. İhtiyarlar, böyle münasip görmüşler demek ki!
Bu beyanlar derin bir planın işareti olarak kabul edilebilir..
Geçen gün biri, Yazıcıoğlu olayını hatırlatarak, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’ye helikoptere binmemesini tavsiye ediyordu.. Erdoğan da dikkat etmeli. Diğerleri de.. Çünkü iyi saatte olsunlar işbaşında gibi sanki..
Bahçeli’nin mutlaka barajı aşması gerek. Onun için de mazlum-mağdur rolüne bürünmesi lazım.
Tek başına Erdoğan’a suikast geri teper. Başkaları da hedef alınmalı.. Bahçeli’ye başarısız bir suikast mesela..
Arcayürek diyor ki: “Yazarımız Leyla Tavşanoğlu’na Washington’da bir ABD yönetim yetkilisi, RTE’nin zaten ayakta olan sinirlerini daha bir bozacak bir iki sonuç açıklamış: AKP’nin 367’ye ulaşması hayal. Oy oranı yüzde 38! MHP de baraja takılmaz!” CHP’liler ABD’ye gittiler ya, orada zaten onları karşılayacak bir Yahudi lobisi var. Çetin Doğan’ın damadı herhalde bu fırsatı kaçırmamıştır.. ABD’li yetkili de bu lobiden biri olabilir.. AK Parti % 38 olduğuna ve MHP de barajı aşacağına göre, ufuktaki iktidarı oluşturacak koalisyon şimdiden belli.. % 35 CHP, % 13 MHP, eşittir % 48. Şimdi bu senaryonun hayata geçirilmesi için PKK’ya da iş düşüyor ve tabii Yahudi lobisine de..
Seçimlere şurada iki hafta kaldı kalmasına da, bana kalırsa yeni bir kaset patlamasına hazırlıklı olalım..
Zor bir sürece giriyoruz. Çoğu gitti, azı kaldı ama, keskin bir viraja giriyoruz.
Herkesin bir hesabı var, Allah’ın da bir hesabı var. Mekerallahu! Görelim Mevlam neyler. Bakarsınız evdeki hesaplar çarşıya uymaz. Birileri Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olurlar. Selam ve dua ile.

Peki Ali Şen ne diyor?

İnan Kıraç, iki hafta sonra yapılacak seçimde "CHP'nin birinci parti olacağını" söylemiş... İstanbul sermayesi böyle uygun görüyor.
Cüneyt Arcayürek de, sayın okuyucularına "moral vermek" için herhalde, tutmuş bunu marifet gibi yazmış. Eskiden sinema reklamlarında denildiği gibi, "iftiharla takdim eder"...
Bu İnan Kıraç ağabeyimizi biz "Koç'un damadı, kayınpederinden emekli, fotoğrafçılıkla uğraşır, kendi halinde bir ihtiyar" falan sanırdık.
Montaj sanayiinden anlardı.
Meğerse politikadan da anlarmış ve de perde arkasından muhalefeti idare edermiş! Galatasaray Kulübü'nü idare ettiği gibi.
Daha önce de Deniz Baykal'a "Önder Sav, Mustafa Özyürek ve Onur Öymen'i tasfiye et" demiş olduğu açıklandı.
Baykal bunu yapmayınca kendisi tasfiye edildi, Özyürek ve Öymen'i yürütmek onuru da "kasetlerin Kemal'e" nasip oldu.
Hatta Öymen bu son açıklamayı öğrenince o kadar bozuldu ki, "Galatasaraylı bir ağabeyimden bunu beklemezdim" dedi.
Eh, biz Galatasaraylı arkadaş ve kardeşlerimizden nice kazıklar yemeye alıştık, işin ağabey faslını da Sayın Öymen'e bıraktık!
İnan Kıraç'ın 1995 yılında Çiller ile Türkeş'i seçim işbirliğinden "caydırmış" olduğu da açıklandı.
Ne adammış bu yahu!
Lord Warwick misali bir "kingmaker" galiba... Fakat iktidarın değil muhalefetin raconunu kesmekle yetinmek zorunda kalıyor.
Yok, şimdi burada birilerine "geçirecek" değiliz.
"Koç Holding bir siyasi parti midir?" diye de sormayacağız, Mustafa Koç'un birtakım üçüncü sınıf Amerikan diplomatlarına nasıl "yanlış gaz" verdiğini de hatırlatmayacağız. (Amerikan istihbaratı da önümüzdeki yaz aylarında Yunanistan'da darbe bekliyormuş, umarız Yunan işadamlarına sormamışlardır.)
Sayın Kıraç, CHP'nin birinci parti çıkacağı "tüyosunu" kimden aldığını açıklamıyor, "saptamalarına inandığım bir kesimden" diyor...
Acaba bu kesim, Ali Şen midir?
Yok, Sayın Şen kesim itibarıyla gayet kalıplı bir adam olduğu için değil.
Geçen seçimde gene buna benzer muhteşem bir tahlil yapmış olduğu için.
2007 seçimlerinden kısa bir süre önce, büyük gazeteci, mümtaz imza, değerli kalem Rahmi Turan (Aydın Doğan'ın yanında çalışıyor), "Deniz Baykal bu seçimde kendisinin de ummadığı çok parlak bir zafer kazanacak" diye yazmıştı...
Nereden mi anlamıştı? Araştırma mı yaptırmıştı?
Çünkü "Ali Şen'e sormuştu!"... Ali Şen bu işleri bilirdi...
Ali Şen bu işleri bildiğine göre, acaba şimdi de bu müthiş açıklamayı İnan Kıraç'a yapan gene o mudur?
Değilse, Sayın Şen'in bu seferki seçime yönelik değerli tahmin ve beklentileri nelerdir?
Gazeteci olsaydım bu konuyu araştırırdım vallahi!
Kim bu değerli araştırmacı, İnan ağabey?
Bilelim de, saygıda kusur etmeyelim.
Haaa, bunları yazmaktan utanmayan, yaşını başını almış, gene çok değerli kalem sahibi Sayın Arcayürek'in yaptığı mı?
Mezarlıkta ıslık çalmak.
Adam "AKP'den bir an evvel kurtulmayı yıllardır özlediğini" göğsünü gere gere yazar, saygı görür.
Biz hükümete azıcık ılık bakarız, uğramadığımız hakaret kalmaz.
Çünkü bu Türk basınıdır, yılanlı çukur.

Anlaşma tamam yeni kaset yok!

MHP'de üst düzey on ismin istifasıyla sonuçlanan kaset fırtınası dün yeni bir boyut kazandı.

Twitter üzerinden bir röportaj yayınlayan 'farklı ülkücüler' kim olduklarını ve amaçlarını anlattı. Kendi ifadelerine göre kasetleri çekmekten ve yayınlamaktan mutlu değiller. Hatta biraz da mecbur kalmışlar, iddialarına göre her türlü yöntemle Bahçeli ve ekibini uyarmışlar ama ciddiye alınmamışlar.

Yani görüntülerin yayınlanması son çare olarak uygulamaya konmuş.

Twitter üzerinden yayınlanan röportajın satır araları aslında kim oldukları hakkında ipuçları veriyor. Çünkü ancak MHP Genel Merkezi'nde ve ancak yönetim katında olan birilerinin sahip olabileceği ayrıntılara sahipler.

Zaten kendilerini de 'her yerde' tanımlıyorlar. Bu açıdan bakarsak 'farklı ülkücüler'e bir ya da birkaç kişiden ziyade 'bir fikri temsil eden kişiler bütünü' demek daha doğru olacaktır.

Bu aşamada kritik nokta ise şurası: 'Farklı ülkücüler' birileri aracılığı ile mesaj ilettiğine göre en azından Bahçeli kimlerle karşı karşıya olduğunu biliyor. Yani fail olarak uzaklara işaret etmesinin hedef saptırmaktan başka bir anlamı yok. Ayrıca MHP'ye yönelik şantajın çözümü konusunda kilit rolün Bahçeli'de olduğu da bu röportajla kesinleşmiş oldu.

Yaptıkları ile bugüne kadar blöf yapmadıklarını gösteren 'farklı ülkücüler' aynı zamanda ellerindeki 'bomba'dan da ipucu veriyorlar. Kendi ifadelerine göre mevcut materyalleri yayınlamaları halinde MHP'nin barajın altını değil dibini göreceğini iddia ediyorlar.

Yani ellerindeki her ne ise MHP'de köklü bir değişimi beraberinde getirecek kadar güçlü.

Şimdi gelelim işin bam teline. Yayınladıkları kasetlerle ortalığı kasıp kavuran 'farklı ülkücüler' kendi kendileriyle neden röportaj yapıp Twitter üzerinden yayınladılar?

Bu sorunun cevabı aslında bu köşede geçtiğimiz pazartesi 'Hırsız evin içinde ise' başlıklı yazıda vardı.

Ankara kulislerine göre Bahçeli yönetimi, önceleri kendilerine yollanan mesajları ciddiye almadı. Hatta ilk görüntü yayınlanınca bile 'tekil bir hadise' olarak değerlendirilmişti.

Ancak 6 ismin istifasıyla sonuçlanan ikinci dalgadan sonra işin rengi değişti. Geçtiğimiz pazartesi aktarmıştım. Ankara kulislerine göre Bahçeli ve ekibi daha doğrusu geride kalan ekibi 'uzlaşma arayışında'ydı. Hatta bunun için resmi sıfatı bulunan kişiler bile aracı kılındı.

O yazıda, "MHP yönetimi 'farklı ülkücüler' ile bir formül üzerinde uzlaşıp partideki değişimi seçimden sonra kademeli olarak hayata geçirmenin arayışında. Teklifler 'farklı ülkücüleri' keser mi bilinmez ama bu konuda yoğun çaba sarf edildiği kesin. Hatta bazı rivayetlere göre de uzlaşma yakın" demiştim.

Dün itibarıyla yayınlanan röportaj, uzlaşmanın sağlandığını gösteriyor. Yani seçime kadar yeni kaset ve görüntü yayınlanmayacak. 13 Haziran sonrasında ise MHP'de yeni bir şekillenme süreci başlayacak.

Ankara kulislerinden bahsetmişken son günlerde yaşanan ilginç bir hareketlenmeyi de not etmekte fayda var.

Şu ana kadar yayınlanan tüm anketlere göre AK Parti tek başına iktidar olacak kadar oy alıyor. CHP oylarında nispi bir artış var; MHP yerinde sayıyor. Fakat hem iki muhalefet partisinde hem de perde gerisinde etkili olan bazı çevrelerde 'koalisyon hesapları' yapılıyor. Ciddi siyaset mühendislikleri yapıldığını söylemek mümkün.

Her formülün ortak paydası da 'AK Parti'siz bir hükümet.'

BDP'nin CHP'ye destek çıkması, Batı'da CHP'nin MHP'ye omuz vermesi ve bir bütün olarak AK Parti karşıtlığında toplanılması tesadüf gibi durmuyor.

Yani son düzlüğe girerken sürpriz gelişmeler yaşanabilir.

Yarın son gün

Bu uyarımız;
Vergi ve sigorta primi gibi kamu borcu olanlara.
Vergi incelemesinden korkanları da unutmayalım.
Baştan alalım.
Yıl başından sonra bir kanun yürürlüğe girdi.
Adı uzundu.

“Torba Yasa” diye kısaltıldı..
70’den fazla yasa maddesinde değişiklik öngördüğünden bu ad takıldı.
Biz sadece üç hususa değinmekle yetineceğiz.
İlki kamu borçlarına ilişkin.
31 Aralık 2010 tarihinden önce kesinleşmiş kamu borcu olanlar için bulunmaz bir imkân.
Yarın akşama kadar ilgili merciye başvururlar ise;
Borçları takside bağlanıyor.
36 aya kadar vade tanınıyor.
Birikmiş faizlerin de yaklaşık yüzde 75’i siliniyor.
İkinci husus; ihtilâflı vergi ve cezalara ilişkin düzenlemeler.
Vergi dairesi ile mahkemelik olanlar dâvâlarından vazgeçtikleri takdirde;
İhtilâfın safhasına göre borç asıllarının yüzde 20 ila 50’si kaldırılıyor.
Vergi ziyaı cezasının tamamı siliniyor.
Bu avantajdan yararlanmak için de yarın son gün.
Üçüncüsü; matrah arttırımına ilişkin.
2006-2009 yılları hesaplarının vergi incelemesine tabi tutulmasını istemeyen mükellefler, söz konusu yıllarda bildirdikleri kazançlarını sırasıyla yüzde 30, 25, 20 ve 15 oranında arttırdıkları takdirde hiçbir şekilde incelenmeyecek.
Daha açık ifade ile, matrah arttırımında bulunan mükellefler milyonlarca lira vergi kaçırmış olsalar bile kimse hesap soramayacak.
Geçmişte verdiğimiz bir örneği tekrar hatırlatalım.
Bir şirketin 2009 yılına ilişkin olarak 100 bin lira kazanç bildirdiğini varsayalım.
Bu şirket Torba Yasası’ndan yararlanmak isterse;
Beyan ettiği kazancını yüzde 15 oranında arttırması gerekiyor.
Yani 15 bin TL.
Arttırılan bu tutar üzerinden yüzde 20 oranında vergi hesaplanır.
3.000 TL.
Kanun koyucu asgarî bir sınır getirmiş.
Diyor ki; 2009 yılı için 4 bin 892 liradan daha az ödeme olamaz.
Dolayısıyla 3 bin TL değil 4 bin 892 lira ödenecek.
Kanundan yararlanan mükellefe artık kimse dokunamaz.
Meydana çıkıp, “Vergi kaçırdım” diye itirafta bulunsa dahi nafile.
Kanunun koruması altına girmiştir.
Her iki üç yılda bir bu şemsiye açılır.
Vergi sisteminin perişanlığını sergileyen bu manzara bir türlü düzelmez.
Borcuna sadık olanlar, vergisini düzgün ödeyenler düştükleri duruma üzülür.
Neyse....
Bugün niyetimiz vergi sistemini eleştirmek değil.
Onu her zaman yaparız.
Amacımız çok genel hatlarıyla sizleri bilgilendirmekti.
Esas itibariyle süreyi hatırlattık.
Gerisi size kalmış.
30.05.2011

28 Mayıs 2011 Cumartesi

"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım"

Bundan tam 22 yıl önce "Zaman" gazetesinin manşeti gündemi sarsıyordu: "Atatürk, Samsun'a İngiliz vizesiyle gitti."

Nezih Uzel'in haberine göre, 1972 yılında görüştüğü İngilizlerin istihbarat dairesi başkanı Yüzbaşı Bennett, İngilizlerin, "millî hareketi" başlatmak üzere Anadolu'ya gittiğinin farkına varmalarına rağmen Mustafa Kemal'e engel olmadıklarını söylemiştir. Hemen itirazlar gelir: Madem İngilizler vize verdi, öyleyse belgesi nerede?

Bunun cevabını Türkiye 2 yıl sonra yine gazetemizden öğrenecektir. 19 Mayıs 1991 tarihli "Zaman"ın manşeti bu defa "Samsun'a İngiliz vizesi" şeklindedir ve tam 6 belge ilk kez görücüye çıkmaktadır. (Sonradan bazı hokkabazlar kitaplarında bu belgeleri ilk defa kendilerinin yayınladığını yazarak pay kapmaya çalışacaktır ama nafile.) Haberi yapan Vehbi Vakkasoğlu, belgelerin kendisine, kimliğini bilmediği "Bir dost"un gönderdiğini yazmıştır. Bu benim de tanıma şansına eriştiğim "dost"un kimliğini 20 yıl sonra açıklıyorum: Kâzım Karabekir'in damadı merhum Prof. Faruk Özerengin.

Böylece Türkiye, o zamana kadar dümeni kırık, pusulası bozuk, eski bir vapurla İstanbul'dan kaçarak Samsun'a çıktığını söyledikleri Mustafa Kemal Paşa'nın, aslında resmi bir görevlendirmeyle ve en önemlisi de, İngilizlerin onayıyla Anadolu'ya gönderildiğini öğrenmiş oldu.

Bu arada başka şaşırtıcı ayrıntılar da çıktı karşımıza. Genelkurmay ATASE Arşivi'ndeki bir belge bize Mustafa Kemal Paşa'nın yanında hiç de azımsanmayacak büyüklükte bir "karargâh" götürdüğünü göstermektedir. Bu belgeye göre Bandırma vapuruna 20 subay, 5 memur, 50 küçük subay ve 51 de silahsız küçük subay bindirilecek, yanlarına 17 binek hayvanı, 49 katır vs. ile 4 tane de otomobil verilecektir. (Aktaran: Z. Türkmen, "Mütarekeden Milli Mücadele'ye Mustafa Kemal Paşa", Bengisu Yay., 2010, s. 146.)

Lakin bütün bunlar ortaya çıksa da, Türkiye'de İnkılap tarihlerinin zırhını delip içine giremez. Giremez, çünkü İnkılap tarihleri bu tavırlarıyla bilim olma niteliklerini yitirmişler, bir retoriğe, coşkulu nutuklar atma tavrına gömülmüşlerdir. Bütün bu çalışmalarda anlı şanlı profesörlerin, "Ulu Önder Atatürk'ün dediği gibi..." diye başlayan makalelerini okuyunca tarih bilimi adına hüzünlenmemek elde değil. Bir kişiyi tarih üstü bir şahsiyet yapmaya, onu her bakımdan haklı çıkarmaya çalışmaya çalışan bir anlayışın, 1945 öncesi İtalya ve Almanya'sındaki tarihçilikten pek farkı kalmıyor.

İşte Şark Fatihi Kâzım Karabekir Paşa'nın kitapları, 1933'ten beri resmi tarihe bayrak açmasına, Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları 1950'lerden itibaren yayınlanmasına, onca belgeye rağmen geldiğimiz nokta 1927'deki anlayışı aşabilmiş değil.

Kâzım Karabekir, yakın tarihi deşifre ettiği kitaplarında bize Milli Mücadele'nin farklı bir anlatısını veriyor. Lakin kimsenin tındığı yok. Peki bu adam hain mi? Değil. Hırsız mı? Asla. Namussuz mu? Haşa. Genelkurmay Başkanlığı anma toplantısı düzenlediğine göre resmen benimseniyor da. Öyleyse neden söyledikleri kaale alınmıyor?

Mesela Karabekir, Milli Mücadele'nin farklı bir öyküsünü anlatmaya şöyle başlıyor:

"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Doğu'daki askeri vaziyet şöyleydi..."



Bu sert cümle, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın "Nutuk"una başlarken kullandığı "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım" cümlesine bir tür meydan okumadır. Arkasından da özetle şunları der:

İstanbul'a döndüğümde herkesi çok umutsuz gördüm. Arkadaşım İsmet (İnönü) "Bu iş bitti Kâzım, gidip çiftlik satın alalım, sen Kâzım Ağa ol, ben İsmet Ağa olayım." diyordu. Mustafa Kemal'le Şişli'deki evinde görüştük. Hastaydı. İstanbul'da kalmanın tehlikeli olduğunu ve bir an önce Doğu'ya gidip oranın hırpalanmamış kolordusuyla ve mert halkıyla el ele verip istiklal mücadelesini başlatalım dedim. Fakat o sırada Paşa'nın aklı İstanbul'da kalıp kabineye bakan olarak girmekteydi. Bana "Bu da bir fikirdir" dedi. Ben de ona "Fikir değil, karardır" dedim. Ve en kısa zamanda bir yolunu bulup Doğu'ya gideceğimi, gelmesi halinde kendisini başkomutan olarak karşılayacağımı söyledim. Bana "İyi olayım, düşünürüz" diye cevap verdi. Ben de tayinimi Erzurum'a çıkartarak 12 Nisan 1919 günü "Gülcemal" vapuruyla İstanbul'dan vapurla yola çıktım. 17 Nisan'da Samsun'a, 19 Nisan'da da Trabzon'a çıktım. Oradaki Muhafaza-i Hukuk ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleriyle görüşerek Erzurum Kongresi'nin yapılmasına karar verdik ve Mustafa Kemal Paşa'yı davet ettik. Başlangıçta Erzurumlular Mustafa Kemal'e güvenmedikleri için onu kongreye almak istemediler ve benden güvence istediler. Ben de hem kendilerine güvence verdim hem de huzurumda Paşa'ya yemin ettirdim. M.Kemal Paşa'nın Erzurum Kongresi'ne katılmasının önünü açtım.

Karabekir Paşa'nın sözleri bu şekilde sürüyor. Ancak anlattıklarının bizi çok farklı bir yakın tarih resmiyle karşı karşıya getirdiği kesin.

Şöyle de düşünebilirsiniz:

Eğer Karabekir Paşa savaştan sonra iktidarı ele geçirmiş olsaydı belki de biz 19 Mayıs yerine 19 Nisan'ı İstiklal Savaşı'nın başlangıç tarihi olarak okuyacak, Bandırma vapuru yerine Gülcemal'i hatırlayacak, kutlamaları ise Samsun yerine Trabzon'da yapacaktık. Ya da Ali Fuat Cebesoy'un hatıralarını esas alsaydık onu Milli Mücadele'nin başlatıcısı olarak görecektik.

Ne demek istediğimi şöyle netleştireyim:

Tek odaklı bir tarih, tarihin ancak bir kısmını aydınlatabilir. Bir konak düşünün. Biz sadece bir odasını aydınlatmışız, diğerleri karanlık. Elektrik bağlatmıyoruz, bağlatılmasına da karşı çıkıyoruz. Bu durumda o konağın tamamını temsil ettiğimizi nasıl iddia edebiliriz?

Biz de diyoruz ki, konağın bütün odalarına elektrik bağlansın, herkes konuşsun, içini döksün. Çocuklarımız da bu farklı tarih anlatılarını okuyup tartışarak tarihin aynı zamanda demokrasinin de öğretmeni olduğunu öğrensinler. Zaten ne geldiyse tartışamamaktan gelmedi mi başımıza? "19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım" sözünü bir de bu ışık altında okumaya ne dersiniz?

26 Mayıs 2011 Perşembe

Söyle be Kılıçdaroğlu... Kimsin, necisin sen?

Biliyorum, bu “hikâye”yi çok anlattım... Ama, öyle hikâyeler vardır ki; tam yerine rast gelir ve olayı en güzel o hikâye anlatır!.. Ben de, “Kılıçdaroğlu’nu en iyi anlatacak” hikâye ile başlamak istiyorum. Bilirsiniz hikâyeyi...
Bir “karga” dadanmış kilisenin tepesindeki “haç”a... Her gün geliyor ve pisliyor haçın üzerine...
Papaz efendi bağırıp çağırsa da, ürkütüp kovalasa da; karga her gün “haç”ın tepesinde ve her gün pislemekte.
Dertli papaza akıl vermiş birisi:
“Haç’ın dibine bir kalıp peynir, bir tas da rakı koy... Karga peyniri sever... Bir kalıp peyniri yiyince de su içmek ister... Su diye rakıyı içince sarhoş olur ve sen de kolayca yakalarsın kargayı!”
Denileni yapmış papaz efendi.
Gerçekten de önce peyniri yiyen, daha sonra da rakıyı içen karga, sarhoş olup, yığılmış Haç’ın dibine...
Papaz efendi de yakalamış onu.
Sonra da şöyle demiş:
“Bre karga; Hristiyan olsan Haç’a pislemezsin, Müslüman olsan rakı içmezsin!.. Söyle bana, sen ne biçim mahlûksun?”
KÜRT MÜSÜN, TÜRK MÜ?
Papaz efendinin “karga”ya sorduğu sorunun aynısını CHP Genel Başkanı Bay Kemal Kılıçdaroğlu’na da sormak lâzım.
Evet; “Ye-CHP”nin, “kaset artığı” genel başkanı Kılıçdaroğlu’na soralım;
“Söyle; kimsin, necisin sen?”
Bir “Kürt” olsan;
Memleketin Dersim’de asılan “Zazaca afiş”lere sansür uygulamaz, “Hoşgeldin Mamekiye’ye” yazılı o afişleri “Genel Merkez talimatı” ile apar-topar indirtip, yerine “Türkçe afiş” astırmazdın!..
Söyle, nesin sen?..
Bir “Türk” olsan;
Hakkari’de “CHP mitingi” yapıp, meydanı “Kürtçü BDP’liler” ile doldurtmaz; meydanda “Bir tek Türk bayrağının bile sallanmadığını” görünce, sorardın;
“Burası Türkiye’nin bir vilayeti değil mi?.. O halde, kimsenin elinde niye Türk bayrağı yok?”
Bunu sorar ve tek kelime bile etmeden terkederdin meydanı!..
Ama, sen ne yaptın?..
“Elin bilmem nesiyle gerdeğe girmek” gibi; meydana “BDP’lileri” topladın ve aklın sıra; BDP’li kalabalık ile “CHP mitingi” yaptın!..
Bununla da yetinmeyip;
Hemen her ilde yaptığın gibi, Hakkari’de de “nabza göre şerbet” verip, “yerel yönetimlere özerklik getireceğini” söyledin!..
Sahi be Kılıçdaroğlu;
Kimsin, necisin sen?..
“Türk” müsün, “Kürt” mü?..
Kürt olsan “Kürtçe afiş”leri indirtmezdin, “Türk” olsan; “Türk Bayrağı” olmayan mitingte konuşmazdın!..
Söyle nesin sen?..
Eğer “yurtsever” olsan
Meydanda “Türk bayrağı” göremeyince, tek kelime söylemeden, terkederdin meydanı!..
Eğer, “Yurtsever” olsan;
O meydanda, bir “PKK talebi” olan “Yerel yönetimlere özerklik” talebini dillendirip, “Kandil’in ekmeği”ne yağ sürmezdin!..
Eğer “Kürtsever” olsan;
Hakkari’de bunları söyleyip de Ardahan’a geldiğinde; “Yanlış anlaşıldım!.. Ben öyle demek istemediydim!” deyip de, her zaman yaptığın gibi yine kıvırmaz, yine “çark” etmezdin!..
O ÇAYLAR KAÇAK DEĞİL İTHAL!
Söyle Allah aşkına;
“Nesin, necisin” sen?..
Eğer “milliyetçi” olsan;
Van’da konuşurken, “Kaçak mazotu serbest bırakacağız!.. Serbest bırakacağız ki; çiftçi de kullansın, şoför de!” deyip, Rize’ye gidince; “Kaçak çayların tamamını imha edeceğiz!” demezsin!..
Sende, nasıl bir “mantık” var ki;
Van’da “mazot kaçakçılığı”nı destekliyorsun ama Rize’de “çay kaçakçılığı”na karşı çıkıyorsun!..
Sen, hiç bilmez misin;
Mazot, “kaçak” getiriliyor ama çay “kaçak” gelmiyor ki!..
Adına “kaçak çay” denilse de, o çaylar “kaçak” değil ki!..
“İthal” ediliyor onlar, ithal!..
Haa, “Çay ithalatına son vereceğim” filan desen, anlarım!.. Ama sen, “imha”dan söz ediyorsun!..
O zaman; “başka ülkeler” de; senin “ihraç” ettiğin “domates”e veya diğer “sebze-meyve”lere “kaçak” muamelesi çekip, “imha” etmeye kalkarsa, ne yapacaksın?..
“Uzayda” mı yaşıyorsun sen?..
Tamam, istediğin kadar “salla”, istediğin kadar “desteksiz at” da, hiç olmazsa, ayağı biraz yere bassın!..
Ama, sen ne yapıyorsun?..
“Gittiğin yerin nabzına göre konuşuyor” ve aklın sıra “tribün”lere oynayıp; “popülizm” yapıyorsun!..
Ne yaparsan yap, ama;
Milletin, “yabancı çay” mânâsında kullandığı “kaçak çay”ın, gerçekten “kaçak” olduğunu sanma!..
O çaylar; “ithal” ediliyor, ithal!..
Tıpkı; “Çikita Muz” gibi, tıpkı “hindistan cevizi”, tıpkı “avokado” ve “ananas” gibi; o çaylar da Hindistan veya bir başka ülkeden “ithal” ediliyor!..
Bilmem, bilir misin;
Adına “Türk kahvesi” deriz ama, “kahve”yi de Yemen’den ithal ederiz!..
“Hurma”yı da ithal ettiğimiz gibi!..
Sen, sen ol;
“Halkın hoşuna gidecek bir söz söyleyeyim” diye, kalkıp da “yalan” söyleme!..
Söyle, nesin sen?..
“İn” misin, “cin” misin?..
Yoksa, “safi kin” misin?..
ALEVİ MİSİN, SÜNNİ Mİ?
Bir “Alevi” olsan;
Miting için gittiğin Tunceli’de; “Dersim” ve “Tunceli” kavramları arasında gidip gelmez; ağzına “Kürt” ve “Dersim” kelimelerini zar-zor almazdın!..
Oysa, Dersim halkı; senin ıkına-sıkına değil, dobra dobra “Ben, Dersimli bir Aleviyim” demeni bekliyordu!..
Ama sen;
Tunceli’de bile kimliğini gizledin!..
Söyle be Kılıçdaroğlu;
“Papaz” efendinin “karga”ya sorduğu gibi; “sen ne biçim bir yaratıksın?”
“Sünni Müslüman” olsan;
CHP Genel Başkan Yardımcısı Engin Altay’ın hazırladığı “eğitim raporu”nu okuduğun anda çöpe atardın!..
Çünkü o raporda;
“Din görevlisi ihtiyacına göre, İHL’lerde yeni düzenleme yapılacak” deniliyor.
Bu da demektir ki;
CHP’nin “iktidar” olması halinde, “mevcut 483 İmam Hatip Lisesi”nden, yaklaşık 470 tanesinin kapısına kilit vurulacak!..
Bu da demektir ki;
“Açık öğretim”le birlikte “İmam Hatip Liseleri’nde okuyan 235 bin öğrenci”ye denilecek ki; “Siz, ihtiyaç fazlasısınız!.. Bizim ihtiyacımız 3-4 bin kadar!”
Söyle be Kılıçdaroğlu;
Sen, ne biçim “özgürlükçü”sün?..
Eğer “özgürlükçü” olsan;
Hazırlattığın “eğitim raporu”nda, “azınlıkların eğitim ve inanç hakları”na yer verirken, “başörtülüleri” unutmazdın!
Ama o raporda, tek kelime ile bile “başörtülü”lerden söz edilmiyor!..
Söyle; “nesin, necisin” sen?.
HAKKARİ’DE SUÇÜSTÜ OLDUN!
Eğer “demokrat” olsan;
Diyarbakır Bağımsız Milletvekili adayı Leyla Zana gibi bir kadın; “Oylarınızı Kürdistan’a, barışa ve gerillaya veriniz!.. Süreç, önderliğimizin aramızda olması sürecidir!.. Hükümet’e ortak olmak istiyoruz!.. Abdullah Öcalan, bu halkın çocuklarına öğretmen olacak!” derken; sen kalkıp da, Hakkari’deki “CHP mitingi”nde, “BDP’lilerin gövde gösterisi” yapmasına fırsat vermezdin!..
Bak; BDP Genel Başkan Yardımcısı Filiz Koçalı bile, dün, “Hakkari meydanını dolduran BDP’li arkadaşlarımızdı” dedi de; sen onu bile itiraf edemedin!..
İstediğin kadar susabilir, “susma hakkı”nı sonuna kadar kullanabilirsin, ama herkes biliyor ki; “CHP-BDP ittifakı” Hakkari’de “suçüstü” olmuştur!..
Gerçi, “suçüstü”ne de gerek yoktu.
Çünkü, herkes biliyor ki;
CHP, Hakkari’deki 2009 seçimlerinde sadece ve sadece “331 oy” aldı!..
Peki meydandaki “kalabalık” ne?..
Onlar, elbette “BDP’liler”di!..
Zaten, “BDP’li” olmasalardı;
“Türk Bayrağı” sallarlardı!..
İNAN KIRAÇ VE BAYKAL
Sahi be Kılıçdaroğlu;
“Kimsin, necisin sen?”
Tamam; “Kaset artığı bir genel başkan” olduğunu biliyoruz da, seni kimler oturttu “genel başkanlık koltuğu”na?..
Meşhur “kaset skandalı”ndan “3 ay önce” kim geldi CHP Genel Merkezi’ne ve Deniz Baykal’dan nasıl bir talepte bulundu?..
Evet, işadamı İnan Kıraç’tan söz ediyorum... “Olayın tanıkları” tarafından verilen bilgiye göre; İnan Kıraç, Baykal’la görüştü ve ondan “Önder Sav, Onur Öymen ve Mustafa Özyürek’i aday yapmamasını” istedi!..
Yine “tanık”lara göre;
Baykal, “İnan Kıraç’ın teklifi”ni reddetti ve ondan sonra da malûm “zina kaseti” patladı!..
Baykal; istifa edip gitti tabiî!..
“MOTEL”DEN “MODEL”E!
Peki, sen ne yaptın?..
CHP Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş’e gidip, aynen “İnan Kıraç’ın önerisi”nde olduğu gibi; “Önder, Sav, Onur Öymen ve Mustafa Özyürek’i listeye almazsanız, ben de yönetimde olmak isterim” dedin!..
Yılmaz Ateş’ten “olumsuz” cevap alınca da, gittin Önder Sav’la anlaştın ve “CHP’ye genel başkan” oldun!..
Sonra, Sav’ı da savdın başından!..
Söyle be Kılıçdaroğlu;
“Çalım” üzerine çalım atan, “numara” üzerine numara çeviren, “Bizans entrikaları”nın her türlüsüne başvuran sen, bütün bunları Ecevit’ten mi öğrendin?..
Ecevit, “Güneş Motel olayı” ile “Başbakan” olmuştu, sen de “İnan Kıraç modeli” ile mi “genel başkan” oldun?
ATATÜRKÇÜ MÜSÜN, SOLCU MU?
Söyle Allah aşkına;
“Kimsin, necisin sen?”
Eğer “Atatürkçü” olsan;
“Atatürk’ün bekçisi olmayacağız” diyen Sena Kaleli gibi birini “CHP Genel Başkan Yardımcılığı” koltuğuna oturtmazdın!..
Eğer, “solcu” olsan;
Mehmet Haberal başta olmak üzere, “MHP tandanslı, ANAP ve DYP orijinli 10-12 sağcı ismi”, kalkıp da “CHP milletvekili adayı” yapmazdın!..
Gerçekten merak ediyorum;
“Kimsin, necisin sen?”
Ve de;
“Ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Ecevitçi” olsan; “Ecevit’in hayatına kastedenlere” kucağını açmaz, “milliyetçi” olsan; daha ilk gün, sırtına “Etro gömlek” giymezdin!..
Sen, nesin Allah aşkına?.
CHP için bir “draje” misin,
Yoksa, “proje” mi?..
================
VATANDAŞ DİYOR Kİ
¥ DİYARBAKIR: Diyarbakır’da BDP’liler; “Eğer Diyarbakır’da hüsrana uğrarsak, Güneydoğu elimizden gider” inancıyla asılıyor seçimlere...
Geçen seçimlerde, “BDP Teşkilatı” öyle bir çalıştı ki; “sandık müşahitleri”ne adeta “yemek” ve “içecek” yağdırdı!.. AK Parti Teşkilatı ise, maalesef aynı duyarlılığı göstermedi... Acıkan sandık müşahidi yemeğe gidince de, “döndürülen dolaplar”ın haddi hesabı yok!.. Unutmayalım; seçim “sandık”ta kazanılır!.. “Meydan”da kazanıp da, “sandık”ta kaybetmeyelim.
Başbakan Tayyip Erdoğan, gelecek hafta Çarşamba günü yapacak Diyarbakır Mitingi’ni... Bunu Cumartesi veya Pazar’a alması mümkün mü?.. Çünkü, Çarşamba günü, “memurlar” gelemez meydana!..
¥ AYDIN: 86 yaşındayım... Bugüne kadar, bu hükümet kadar “sağlık” konusuna önem veren Hükümet görmedim... Artık, “paşa”ların gittiği hastaneye ben de gidebiliyorum... Seçim günü, “yüzbinlerce hasta” hastanelerde olacak, dolayısıyla “oy” kullanamayacak... Acaba, “hastanelere de seçim sandığı” koymak mümkün değil mi?..
¥ TOKAT/TURHAL: CHP ve MHP’liler, yaptıkları “fuhuş” işinin aleniyete dökülmesinden madem bu kadar muzdariptir, o zaman “genel merkez” binalarına; “Fuhuş serbesttir” tabelâsı assınlar!.. Bunu yapsınlar ki, kimse rahatsız etmesin onları!..
¥ KARAMÜRSEL: Postane Sokağı civarına park eden araçların bazılarından ücret alınıyor, bazılarından alınmıyor... Bu “ayrımcılık” niye ve bu talimatı kim verdi?..

Seçim tahminleri

27 Mayıs 2011 Cuma
Aktüel dergisinin yeni sayısında önümüzdeki seçimin sonucuna ilişkin tahminler var. Bir, bazı araştırma şirketlerinin yöneticilerinin, bir de “sanat dünyası”ndan bazı ünlülerin seçim tahminleri... Her ikisi de saç baş yolduruyor. Özellikle bazı “araştırmacılar” bir âlem.

Tamam, bağımsızların kaç milletvekili çıkaracağı veya MHP’nin barajı aşıp aşamayacağı konusunda farklı tahminler yapılabilir. Ama bazı “öngörü”ler arasındaki “aralık” tahammül seviyesinin üzerinde.

Sözgelimi AK Parti’nin oylarını yüzde kırkın altında gösteren de var, yüzde ellinin üstünde tahmin eden de. Bu ikisi arasındaki farkın yuvarlak hesap beş milyon oy demek olduğunu bilirsek, tahminlerden bir kısmının masa başında ve “temenni” anlamında hazırlandığını anlarız.

Benim anlamadığım, böylesine uçuk tahminlerin sahiplerinin seçim gününün akşamında insanların yüzüne bakmaya niyetlerinin olup olmadığı. Hoş, benim tanıdığım biri var bunlar arasında. Şimdiye kadar hiçbir seçim tahmini tutmadı. Geçenlerde bir televizyon programında gördüm, “bugüne kadar bütün seçim öngörüleri doğru çıkmış bir araştırmacı olarak şunu belirtmek istiyorum ki...” diye konuşuyordu. Oluyor bunlar...

***

Bir de sanatçıların tahminleri var Aktüel’de. Araştırmacıların öngörülerinden pek de farklı değil onların tahminleri de. Ama haksızlık etmeyelim, sanatçılar bilmem kaç şehirde, bilmem kaç bin denek üzerinde yaptıkları araştırmaya dayanarak tahminde bulunmuyorlar. Belki gönüllerinden geçeni söylüyorlar, belki de gazetelerde okuduklarını doğru sanıp konuşuyorlar. Yine de bunlardan bazıları en azından benim için hayalkırıklığı oldu. Çünkü seçim tahminlerini açıklayan sanatçılardan bazıları siyasi konularla ilgili görünen, sık sık birtakım politik bildirilerin altında imzasına rastlanan kişiler. Bunlardan bazılarının AK Parti, CHP, MHP için tahmin ettikleri oyları topladığınız zaman TKP’ye veya Haydar Baş’ın partisine de en az yüzde 25 oranında oy kalıyor! Bazılarının tahminleri o kadar esnek ki “falanca partinin oy oranı yüzde 1 ile yüzde 99 arasında çıkabilir” diyecek neredeyse.

Tamam, sanatçıdır. Tamam, sadece tahminini söylüyordur. İyi ama bizim de yeri gelince “yeni anayasada şunları, şunları istiyoruz” diye açıklama yapan veya “falan meselenin çözümü için filan yol izlenmeli” konulu bildirilere imza atan arkadaşlarımızın Türkiye’nin realitelerinden de birazcık haberdar olmasını beklemek hakkımız değil mi?

***

Diyeceksiniz ki bu kadar laf ettin, sen de kendi tahminlerini açıkla bakalım. Bence görünen şudur: Toplumsal kesimleri ve dolayısıyla seçmenlerin oy tercihlerini ayrıştıran bir siyasi kutuplaşma var ülkede. Geçmişte de vardı elbette, ama bugünkünün adı Tayyip Erdoğan’a karşıtlık ve taraftarlık şeklinde tezahür etmekte. Dolayısıyla bu tabloda CHP, MHP ve BDP aynı blokta yer alıyor. Kuşkusuz MHP ile BDP normal şartlarda birbirleriyle aynı blokta yer almak istemezler, ama Tayyip Erdoğan karşıtlığı bugünün siyasi tablosunda o kadar vazgeçilmez ve o kadar belirleyici ki bunun dışında kalamıyorlar.

İlginç olan taraf şu: Siyasetin ağırlık merkezlerinin “Tayyip Erdoğan karşıtlığı”na kilitlenmiş olması karşıtını güçlendirerek tersinden bir etkiye yol açıyor ve Erdoğan taraftarı bloğun giderek güçlenmesine yol açıyor.

Erdoğan karşıtları ise birbirinden beslenmeye başlıyor. Demek istediğim, muhalefet bloğuna verilen destekte gerçek bir artış olmuyor. MHP’nin yükseldiği yerlerde desteğin CHP tabanından geldiği, CHP oylarının artıyor göründüğü yerlerde bu artışın MHP tabanına dayandığı anlaşılıyor. Farklı bir örnek olacak ama, Hakkari’de ellerinde CHP bayraklarıyla Kılıçdaroğlu’nu karşılayan kalabalığın BDP taraftarları olduğu ortaya çıkıyor.

Hatırlanması gereken bir ayrıntı da bahsettiğimiz bloklaşmanın ilk olarak 2007 seçimlerinde ortaya çıkmış olduğu, ardından geçen yılki anayasa referandumunda bir pekişmenin sağlandığıdır. 12 Eylül referandumunun 12 Haziran’ın provası olduğunu kabul ederseniz, önümüzdeki seçimin sonuçlarını kolayca tahmin edebilirsiniz.

Çok eşliliğe izin çıksın mı? (1)

Bazen kendimizi, ipleri yasa yapıcıların elinde olan kuklalar sanıyoruz galiba.

Bir gün bir yasa yapacaklar ya da bir yasayı değiştirecekler; haydi, herkes başka türlü yaşamaya başlayacak...

Şu çok eşlilik konusu mesela...

Siz sanıyor musunuz ki, bugün tek eşli olarak yaşayan erkekler yasalar izin vermediği için öyle yaşıyor ya da şöyle soralım; çok eşlilik yasal hale gelse, bugün tek eşli yaşayan erkekler hemen kapıda bekleyen kumaları eve mi dolduracak?

Yine, siz sanıyor musunuz ki, bugün kocasının ikinci evliliğine razı olmayan, bunu aklından bile geçirmeyen kadınlar, yasa değişince kuma gelmesine razı olacak? "Eh mademki yasal hakkın, sen de getirebilirsin. Şeriatın getirdiği kuma kıskanılmaz" diyecek...

İşin doğrusu şu ki, yasalar ne derse desin, bu konuda hayat zaten hükmünü sürdürüyor. Koca, "ben ikinci eş istiyorum" dediğinde direnebilen kadın kendi gücüyle direniyor; yasadan aldığı güçle değil. Çekip gitme gücü olan kadın çekip gidiyor; karısının çekip gideceğini bilen adam da zaten kumayı getiremiyor.

X x x

Çok eşlilik yasağının devam etmesini savunanlarla izin çıkmasını savunanlar birbirlerinden yüz seksen derece ayrı noktalarda görünseler de aslında aynı noktada birleşiyorlar: Kadını korumak...

Tek farkları, farklı kadınları korumaya çalışmaları.

Tek eşlilikten yana olanlar birinci eşi koruma altına almaya çalışıyor; çok eşlilik taraftarları da sonradan gelecek olanları...

Ve dikkat ederseniz, iş bu noktaya geldiğinde tartışma duygusal değil, tamamen iktisadi bir tartışmaya dönüşüyor.

Tek eşlilikçiler birinci eşin koca ve onun mal varlığı üzerindeki tekelini güvence altına almaya çalışıyor. İmzayı ilk bastıranın bu gücü başkalarıyla paylaşması ihtimalini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Çok eşlilikçiler ise çaresizlik yüzünden kuma gitmeye razı olmuş kadınların asıl mağdur olduğunu düşünüyor. Onların "haklarını" (yani evliliğin sağladığı imtiyazları) koruma altına almaya çalışıyor. "Mademki erkekler bunu zaten yapıyor, bari nikahına alsın ve bedelini de ödesin" diye düşünüyor.

Böylece iki taraf da benim tüylerimi diken diken eden bir anlayışta birleşmiş oluyorlar: Evliliği kadın için ömür boyu geçim garantisi -bir nevi sigorta- olarak gören bir anlayış bu...

Siz istediğiniz kadar Medeni Kanun'u değiştirin, erkeği aile reisi olmaktan çıkarın, "her iki eş de evin ve çocukların bakımından yükümlüdür" diye madde ekleyin; bu bakış açısı değişmiyor. Kadınlar ve erkekler; kuma getirenler ve getirmeyenler; kumalı hayata razı olanlar ve olmayanlar; yani bu tartışmaya giren herkes, bir erkek bir kadını "aldı mı" ömür boyu bakma yükümlüğünü de üstüne alır noktasında birleşiyor.

Bu, öylesine güçlü bir kabul ki, geleneksel çevreleri aşıp feminist akımı bile etkisine almış durumda. Evet, "bağımsız ve özgür" kadın idealine sahip olması gereken feministler bile, evliliği kadının en önemli güvencesi olarak görmeye devam ediyor ve kadının "evlilik haklarını" güvence altına almak üzere tedbirler öneriyor. Boşanma, nafaka, mal rejimi tartışmalarına hep bu perspektifle bakıyor.

Böyle bakınca da, çok eşlilik gibi bir tartışmada onlar da tıpkı geleneksel kesimler gibi iki seçenekle sınırlı kalıyor: Ya birinci kadının yanında yer alacak ya da sonra gelen kadınların...

Onlar birinci kadını seçiyor.

Peki ben bu konuda ne düşünüyorum?

Yarına...

Başbakan Erdoğan'ın büyük sırrı

Önceki gün AK Parti’nin Kırıkkale ve Nevşehir mitinglerini izleme fırsatı buldum.
Başbakan Erdoğan’ın sabah Ankara ile ilgili çılgın projelerini dinledikten sonra helikopter ile birlikte yola çıktık.

İlk durak Kırıkkale’de, sokak aralarına taşan kalabalık dikkat çekiydi.

Şehir meydanına giderken kadınlar ve çocuklar, seçim otobüsünün yolunu kesti.

Birçok kişinin Başbakan ile göz göze gelmenin sevincini ağlayarak yaşadığına şahit oldum.

Sonra daha ilginç bir olay oldu.

Başbakan planlı olmadığı halde bir anda otobüsten indi.

Bir apartmana girdi ve üçüncü kata yöneldi.

Yakup Şener isimli vatandaşın evine konuk oldu.

Aşağı indikten sonra fark ettim, Şener evinin balkonuna “8 buçuk yıldır çay içmeye bekliyoruz Dünya Lideri Recep Tayyip Erdoğan” şeklinde afiş asmış.

Başbakan da zoraki mola sırasında açık çağrıyı görünce, çaya çıktı.

Halkla temasta sağlanan bu başarı Başbakan’a ilginin yüksek olmasında önemli rol oynuyor.

* * *
Erdoğan’ın hem Kırıkkale hem de Nevşehir’de hitap ettiği kitle oldukça kalabalıktı.

Her gün televizyonda gördükleri, 2003’ten bu yana ülkeyi yöneten isme gösterilen ilgi, sanırım biraz da Başbakan’ın meydan üslubundan kaynaklanıyor.

Kitleler ile teması oldukça iyi. Onlarla adeta karşılıklı konuşuyor.

İnteraktif mitingler söz konusu.

Bazen soruyor, halk cevaplıyor.

Geçmiş seçimleri de izleyen birçok insanla görüştüm.

Söz konusu illerde de diğer illerde de meydan kalabalıklarının geçmiş yılların önünde olduğu tespitinde bulunuyorlar.

Bunu, AK Parti’ye desteğin geçmiş seçimlere nazaran daha fazla olacağı şeklinde yorumlayanların sayısı oldukça fazla.

Ekranda zaman zaman teknolojik hile kullanılıp, kalabalıklar daha da kalabalık hissi verilebiliyor.

Ama burada bizzat müşahede etme fırsatı elde ettim.

Nevşehir’de en arka sıradaki insanların Başbakan’ın yüzünü seçme ihtimalleri bile yoktu.

Kırıkkale’de ise meydanı görmeyen yan sokaklar dahi dolmuştu. Her iki ilde de toplu açılış törenleri yapıldı ayrıca.

* * *

Başbakan mitinglerde de önce genel siyaset ve ekonomik başarılardan söz ediyor sonra da bitirilen yerel yatırımlar ve yeni projelerden...

Böylece seçmeni kuşatıyor.

Yoğun gezi programı içerisinde Başbakan’la kısa bir sohbet imkânı da elde ettik.

İstanbul ve Ankara’da olduğu gibi önümüzdeki günlerde İzmir için de “çılgın projeleri” açıklamaya hazırlanıyor.

Başbakan, şehirlerin modern görünüm kazanmasına öncelik verdiklerini, bugün itibarıyla Ankara’nın bile modern bir şehir olmadığını kaydediyor.

Yeni projeler ve dönüşüm planları yaşam standartlarını yükseltmeye yönelik...

12 Haziran yaklaşırken her iki miting üzerinde düşünülmesi gereken mesajlar verdi.

Bakalım meydanların dili ile sandığın dili uyuşacak mı?

Tanrıkulu: Okullarda Kürtçe dersi olabilir

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Güneydoğu illerinde, “Çatışmayı bitireceğim, barışı ve huzuru getireceğim, söz veriyorum” diyerek iddialı konuşuyor.
Hakkâri’de Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan çekinceleri kaldıracaklarını ifade eden Kılıçdaroğlu’nun, projeleri arasında talep eden yurttaşların anadillerini öğrenmelerine kamu katkısı da var. Bunun somut anlamı, yeterli talep olması halinde devlet okullarında Kürtçenin veya başka bir anadilin seçmeli ders olarak konulması.
Bu konu üzerinde çalışan CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’yla, dün Mardin’den konuştum. Tanrıkulu, sorularımı yanıtlarken şu bilgileri verdi:

“Anadil öğrenimine katkı”
Seçim bildirgenizde “Talep eden yurttaşlarımıza anadil öğrenimi olanağı sunacağız” diyorsunuz. Bu vaadinizi biraz açar mısınız?
- Türkiye’de anadilin öğrenilmesi konusunda sorun yok, kurslar var deniliyor. 15 yaşından büyükler özel kurslara gidebiliyor, anadilini öğrenebiliyor deniliyor. Ancak, bu uygulamada kamu desteği yok. Oysa bizim vaadimiz, anadilin öğrenilmesine kamu katkısı sunmaktır. Bu anadilini öğrenmek isteyen yurttaş bakımından bir hak olduğu gibi devlet açısından da bir ödevdir. Biz böyle görüyoruz.

“Okullarda ders olacak”
Kamunun nasıl bir katkısı olacak?
- Yeterli talep olması halinde anadil dersi açılacak. Bunu sadece Kürtçe için söylemiyorum, başka anadillerde de yeterli talep olursa devlet okullarında bu dilin dersi açılacak. Belki gramerini öğrenme veya daha ileri aşamasını öğrenme talebi ortaya çıkacak. O seviyeye göre o anadilin dersi açılacak. Böylece devlet, anadilin öğrenilmesine katkı sunacak. Avrupa’daki uygulaması da böyledir, 2-3 kişi için ders açılmaz ama yeterli talep olursa o ders açılır. Tabii bu aynı zamanda bir altyapı hazırlığı da gerektirir. Bu dersi verecek öğretmenlerin yetişmesi ve temini bakımından da ilk yapı çalışmaları gerektirecektir.

“Toplumsal uzlaşma doğar”
Bu konunun devletin görevi olarak görülmesinin ayrışmayı hızlandıracağı eleştirisi yapılıyor. CHP bu eleştirilere ne diyor?
- Tam aksine biz, bu katkının çatışma alanlarını azaltacağını düşünüyoruz. CHP’nin önerileri toplumun bir kesimine yetersiz gelirken bir kesimi için de uç bir nokta olarak görülebilir. Bizim amacımız bu iki noktanın ortasını bulmak, toplumsal uzlaşmayı oluşturmaktır. Bu itibarla sözünü ettiğim anadile devlet katkısı çatışmayı azaltıcı, toplumsal uzlaşmayı ve anlaşmayı teşvik edici bir işlev görecektir. Nitekim, belediyelere özerklik şartına konulan çekinceleri kaldıracağımızı, anadile kamu katkısı vereceğimizi söylediğimizde sadece Doğu ve Güneydoğu’dan değil Batı’dan da Kuzey’den de Güney’den destek mesajları aldık, alıyoruz. Bu da toplumsal uzlaşmaya katkı vereceğimizi gösteriyor.

“Anadilde eğitim”
Anadil öğrenimi ile anadilde eğitim, farklı konular olarak tartışılıyor. BDP tarafından anadilde eğitim talebi de gündeme getirildi. CHP’nin bakışı nedir?
- Anadilde öğrenime devlet katkısı konusundaki düşüncemizi açıkladım. Anadilde eğitim ise ayrı bir konudur. Ayrıca tartışılması gerekir. Anadilde eğitim isteyen kesim de var. Ancak dediğim gibi ayrıca çalışılması gereken bir konudur. Sayın Şükrü Elakdağ’ın size açıkladığı gibi biz, bu konuyu çok uzun süre çalıştık. Söylemimiz bu uzun ve detaylı çalışmalara ve hazırlıklara dayanıyor. Anadilde öğrenim ve eğitim konusunda Avrupa ülkelerindeki koşullarla bizim koşullarımız farklıdır. Onlar daha çok ülkeye sonradan gelmiş göçmen olmuş veya çalışmak için gelmiş gruplar için projeler geliştiriyorlar. Oysa Türkiye öyle değil, Türkiye’de anadil talebini gündeme getirenler, Türkiye’ye sonradan göç edenler değil, kendi vatandaşları. Bu bakımdan bu konu ayrıca ele alınması gereken bir konudur.

Adaletin bu mu, benim demokrasim?..

"Yetmez ama Evet" dediler, demokrat kardeşlerim, A'dan, Z'ye değişmesi gereken bir çağ dışı anayasanın bir kaç maddesinin değişmesi isteğine..

Daha adil bir Türkiye olacaktık, "Evet" dersek.. Çünkü değişecek maddeler, hukuku daha adil, adaleti daha hızlı yapacaktı.. Yaptı.. Buyrun..

***

Marmaris'te taksi şöförü sabaha karşı evine zurna gibi sarhoş geldi.. Meme kanserli eşine çattı.

Çatmakla kalmadı, tekme tokat, öldüresiye dövmeye başladı. Üç çocuk, annelerini, babalarının elinden alamadılar. Çığlıkları duyan komşular polis çağırdı. Polis yediği dayaktan bayılan kadını hastaneye kaldırdı. Kadın şikayetçi oldu. Savcı 1.64 promil alkollü çıkan ve kanser hastası kadını öldüresiye döven kocayı serbest bıraktı. Ayşe Paşalı olayı meydanda ve daha binlerce Ayşe Paşalı olayı her gün devam ederken..

***

Başbakan, Abdi İpekçi Spor Salonunda bir toplantıda konuşuyordu. Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer adlı iki genç "Parasız eğitim istiyoruz" yazılı bir pankart açar açmaz, polis tarafından derdest edildiler. Önce karakola, ordan savcılığa, ordan mahkemeye gittiler. Mahkeme tutuklu yargılanmalarına karar verdi.. Gençler, 14 (Yazı ile ondört) aylarını içerde geçirdikten sonra, Marmarisli şöförün serbest bırakıldığı gün mahkemeye çıkarıldılar. Savcı konuştu..

"Silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü, önceden izin alınmadan yapılabilir. (Altında Türkiye'nin imzaları bulunan) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, düşünceyi açıklama ve dernek kurma hakkını düzenliyor.

"Haklarında kapatılma ve yasaklama kararı olmayan dernek ve örgütlerin eylemine katılan sanıklara, sırf katılmaları nedeniyle sorumluluk yüklenemez. Bu anayasal hakların etkin bir şekilde kullanımının önüne geçer. Sanıkların eylemleri, anayasal düşünceyi açıklama ve ifade etme sınırları içindedir" dedi.

Dikkat buyurun.. Sanıkların avukatları değil, iddia, suçlama makamı, gençlerin eylemlerinin, Birlemiş Milletler ve Avrupa İnsan Hakları anlaşmalarına uygun olduğunu, bu eylemi suç saymanın, anayasal ifade özgürlüğünü yok edeceğini söylüyor.. "Eylem yasaldır. Ortada suç yoktur" diyor ve "Beraat" istiyor.. Tekrar ediyorum.. Savcı, 14 aydan beri yatmakta olan iki gencin beraatini istiyor..

14 ay, bu ülke infaz yasalarına göre, çok ciddi bir mahkumiyet sürecidir. Mesela o sarhoş Marmarisli şöför, karısını döveceğine, 1.64 promille kaldırıma çıkıp bir adamı ezse ve öldürse, 14 ay yatmadan serbest kalırdı. Yüzlerce örneği var, kayıtlarda..

Bu gençler, hiç bir şiddet olayına karışmadıkları, hiç bir eylem yapmadıkları, sadece pankart açtıkları için, 15 yıla kadar mahkumiyet istenerek, 14 aydır yatıyorlar ve sonunda Savcı "Olmaz böyle şey" diye isyan ediyor.

Peki karar, benim demokrat kardeşlerim.. Peki, karar, sırf daha adil, daha demokrat bir Türkiye için, "Yetmez ama evet" diye haykıran kardeşlerim.. Peki, karar?..

"Tutukluluk hallerinin devamına ve davanın 6 Ekim'e ertelenmesine.."

Yani.. 14 ay yetmez.. Gençler bir pankart, tek bir pankart açtıkları ve "Eğitim hakkı" istedikleri için" 4.5 ay daha yatacaklar en azından.. Bu yazı da içerde geçirecekler.. Peki, savcının dediği gibi beraat ederlerse, hayatlarından çalınan bu 18.5 ay ne olacak, benim demokrat, benim adil Türkiyem'de?..

Bu haberlerin yayınlandığı gün, Cumhuriyet'in birinci sayfasının köşesinde, "Mustafa Balbay 811 gündür hapiste, 87 gündür hücrede" yazıyordu..

3 yıla yakındır, hapis yatan, üç aya yakın da, hücre işkencesi çeken Mustafa Balbay hakkında bir "İnfaz" kararı var mı?. Yargısız infazın dik alası bu değil mi?.

Ne zaman çıkacağı bilinmeyen Mustafa Balbay'ın suçunu bilen var mı?.

***

Size ne kardeşim, eğitim hakkı, özgürlük, adalet, demokrasi falan istiyorsunuz bu ülkede..

Kafanız mı bozuldu, tepeniz mi attı?.. Çekin kafayı, gidin karınızı öldüresiye dövün, içinizi rahatlatın.. Keyfinize bakın..

Bu ülkenin adaleti bu..

Ya özerklik ya iç savaş!

Ahmet Altan'ın yazdıkları günün sonunda bir görüş ama yine de kanımı dondurdu.

Diyor ki: "Kürtler'in hepsi özerk Kürdistan istiyor. Eğer karşı çıkılırsa iç savaş çıkar."

Bu ifade PKK-BDP ekseninde, sınırları düşünce düzeyinde çizilen "Kürdistan isteğinin" meşrulaştırılmasından başka bir şey değil.

12 Haziran'da seçim var. 13 Haziran'dan sonra da yeni anayasa yapma fırsatı. Dünkü tribünlere oynayan bombalama dahil olmak üzere PKK-BDP ikilisi eylem ve dil düzeyinde "Ya özerklik ya iç savaş" düşüncesini yayarak "özerklik" maddesini anayasaya koydurmak üzere aşılama yapıyor.

Aşılamanın asıl nedeni "gri alanlar var" tezini savunanların önünü kesmek, kamuoyunu " ya o ya bu" baskısına sokup isteklerini kabul ettirmek.

Oysa hâlâ özerklik ve iç savaş arasında gidilecek çok sayıda gri alan var. Örneğin seçim barajının indirilmesi ve ana dilde eğitimin bir modelde sistemimize eklemlenmesi.

Ama Altan PKK-BDP propagandasına yenilerek "gri" alanları görmezden geliyor.

Düşüncesini de "Kürtler'in hepsi Kürdistan istiyor" varsayımına dayandırıyor.

Altan'ın mantığına göre Kürtler de Türkler gibi "sınıfsız, kaynaşmış bir kitle." İçlerinde de hiç farklı düşünen yok.

Oysa öyle olmadığını, Kürtler'in "kurtarılmış bölge dediği yerlerde" bile başka partilere değişik oranlarda oylar çıktığını biliyoruz.

Sadece BDP'ye verilen oyları "Kürt" sayarsak PKK-BDP dayatmasını kabul etmeyen Kürtler'e haksızlık etmiş olmaz mıyız? Bal gibi oluruz.

Altan'ın mantığıyla bakarsak AK Parti'nin üç seçimdir baskın olduğu illerde, AK Parti'ye oy vermeyenleri dışlayan bir muhafazakâr-demokrat eyaletler zinciri, CHP'nin çok oy aldığı denize kıyısı olan Akdeniz-Ege illerinden de "sosyal-demokrat" bir eyaletler zinciri çıkarmak daha doğru olmaz mı?

Örneğin İzmir halkı da şimdiden "Özerk bir İzmir" için hazır! Ne dersiniz yeni anayasaya onları da kıyısından köşesinden koyalım mı?

İşin özü... Kürtler daha fazla demokrasi ve özgürlük istiyorlarsa onlara yapacağımız en büyük iyilik Türkler'le kurulan "tehdit ve şantaj" ilişkisinin yanlış olduğunu sürekli yazmak, onları bu isteklerini artık 2011'in ruhunu yansıtan ikna araçları ile gerçekleştirmeleri konusunda ikna etmektir.

1950'leri bırakalım, daha dünün propaganda ruhuyla; silahıyla, bombasıyla ikna çabası kesinlikle geri teper.

Türkiye coğrafyasında yaşayan çoğunluk 1984'ten beri süren savaşa rağmen Kürtler'e karşı düşmanlık ve negatif duygular beslemiyor.

Beslese şimdiye kadar o iç savaş çıkardı. Türkler Kürtler'le süreç içerisinde zihinsel anlamda "diyaloğa" girdiler. Sindirmek için zamana gereksinimleri var. Süreç içinde ana dilde eğitim ve seçim barajı indirme konusu kesinlikle çözülecek gibi duruyor.

Ama iş "tehdit" boyutuna vardırılırsa "zihinsel diyalog" biter, pozitif duygular negatife dönmez ama savaşı silahla sürdürmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürülür. Silahlar bir otuz yıl daha susmaz.

Türkiye "gelişmekte olan ülke" sarmalında debelenir durur. Amaç bu mu? Birlikte debelenmek mi?

Çekirgelik

İnsanların yeni fikirlerden neden korktuklarını anlayamıyorum. Ben eskilerden korkuyorum. J. CAGE

24 Mayıs 2011 Salı

Güçlü erkekler neden domuz gibi davranır?

24 Mayıs 2011 Salı
Soru, Time Dergisi’nin son kapağında beyaz zemin üzerine koca siyah harflerle yazılmış.

Sayfanın alt köşesine yerleştirilmiş küçük domuz resminin yanına, ‘’Seni kastetmiyoruz’’ ibaresi yerleştirilmiş.

Konu elbette IMF’in tecavüzle suçlanan sabık Başkanı Dominique Strauss-Kahn ya da her şeyi kısaltmaya bayılan Amerikalılar’ın deyimiyle DSK. Ama kapak konusundan ünlü film oyuncusu ve California’nın eski valisi Arnold Schwarzenegger de nasibini almış.

Dergi, iki adamın ortak yönünün gücü ve güveni kötüye kullanmak olduğunu söylüyor.

Aslında ikisinin de geçmişinde kadınlara yönelik kötü davranışların birçok örneği var ama bu ikisinin de zirveye yükselmesini engellememiş.

O zaman soru şu: Kadın ve erkeğin eşitliğinin vurgulandığı, çocuklara bu değerlerin öğretildiği, kadın ve erkeğin eşit koşullarda çalıştığı Batı dünyasında bu kadar onursuz, yargı yeteneğinden yoksun erkekler, nasıl bu kadar yükselebiliyor? İtalya’ya dönüp baktığımızda Başbakan Berlusconi’nin küçük yaşta kızlarla seks yapmak iddiasıyla yargılandığını görüyoruz.

Ankara’da MHP’li yöneticilerin 200-300 bin liralık Range Rover cip karşılığında genç kadınlarla ilişki yaşadığına tanıklık ediyoruz.

Siyasette yükselmekle libido arasında doğrudan bir bağ var sanki.

Bilim adamlarına göre gerçekten var. Siyasette yüksek noktalara gelen erkekler genelde risk alan veya risklere karşı duyarsız tipler oluyor. Narsistler gibi, sıradan kuralların kendilerini bağlamayacağına inanıyorlar. Ayrıca çevrelerinde her zaman pisliklerini temizleyecek tipler bulunuyor. Bunlar, bu liderlerden kişisel veya siyasi çıkar beklentisi içinde olan insanlar oluyor.

‘’Psikolojik Bilim’’ Dergisi iş dünyasında yükselen erkek veya kadınların daha büyük bir olasılıkla zina yapacağını söylüyor.

Makalenin yazarı, güçle birlikte fırsat ve güvenin de geldiğini, bunların da bir çeşit cinsel tahrike yol açtığını savunuyor.

Şöhret ve güç gerçekten insanın kendi üzerindeki denetimini zayıflatıyorsa, insanların üzerinde çocukluktan beri aldıkları toplumsal değer silsilesi de yıkılıyor diyor bilim adamları.

İnsanın doğası önemli elbette ama nasıl bir ortamda geliştiği de aynı derecede önemli.

Skandallarına göz yumulan sporcular, sanatçılar bunun bir örneği. Güç dengenizi öyle bozuyor ki, siyasete adım attığınızda camdan bir evde yaşamaya başladığınızı unutuyorsunuz.

Otel odasında bir temizlikçiye tecavüz edecek veya para karşılığı ilişkiye girecek kadar gözünüz dönüyor. Washington’da 4 milyon dolar değerinde bir evde oturan, gecesi 3 bin dolarlık otelde kalan, tanesi 7.500 ile 35 bin dolar arasında değişen takım elbiseler giyen bir sosyalistin geldiği nokta bu.

Ünlü Fransız filozof Levy’nin dediği gibi, DSK bu olayda komplo kurbanı olmuş olabilir ama geçmişteki eylemlerinin kefaretini şimdi de ödüyor olarak değerlendirilebilir bu gelişme.



Baykal ve MHP’nin seks kasetleri!

Deniz Baykal bir seks kaseti komplosu sonucu devrildi ve başta kendi partisi olmak üzere kimse bu gerçeğin üzerinde durmadı.

Kılıçdaroğlu kaset skandalını gündemde tutmaktansa yok saymayı yeğledi. Bu yetmezmiş gibi, sonradan Deniz Baykal’ı cinsel tacizle suçlayacak olan bilinmez bir gazeteciyle bir saati aşkın görüştü.

MHP de gereken tavrı almadı. Kabul etmek gerekir ki, CHP kendisini hedef alana kadar Başbakan ve AK Parti de bu konuyu gündeme getirmedi.

Sonuçta kasetle bir genel başkan devirenler, başka kasetlerle bir siyasi partiyi dizayn etme gücünü gördü.

Siyasetin sessizliği, medyanın suç ortaklığı ve erkek kültürünün egemenliği bu tabloya yol açtı. Önümüzdeki seçime neler olur siz düşünün.

Canlı yayın izlersek bile şaşırmayalım.



Soner Yalçın’a ne oldu?

Doğan medyasında gün geçmiyor ki bir Ahmet Şık, Nedim Şener haberi okumayalım.

Sürekli bu iki gazetecinin uğradığı haksızlık gündeme getiriliyor.

Oysa Doğan’ın bir başka yazarı da aynı davada tutuklu ama onun adını anan yok.

Bu Ergenekon davası sanıklara göre tavır alınan bir davaya dönüştü.

Mehmet Haberal ve kimi gazetecilerin tutuklu olması anormal, diğerlerinin ki normal karşılanıyor.

Bu sizce anormal değil mi?



Fenerbahçe şampiyon

18’inci şampiyonluğu nefes nefese geçen bir mücadele sonucu kazandık. Ortaya konulan futbol tartışılabilir ama ben kendi adıma hayatımın en mücadeleci Fenerbahçe’sini izledim. Bu mücadele azmine rağmen yenilen gol sayısı Şampiyonlar Ligi için alarm verici açıkçası.

Sol bekine Real Madrid’in, stoperine Roma’nın, sağ bekine Avrupa takımlarının talip olduğu bir takım bu kadar gol yiyorsa, mücadelesi biraz yanlış oluyor demektir.

Takviyelerle bu tablonun mutlaka düzelmesi lazım yoksa şampiyonluk sevincimiz Avrupa alaylarına dönüşebilir.

Kıssalardan hisse!

Eylül 1980'de ABD, Saddam'ı İran'a saldırttı... Başta Kuveyt olmak üzere Körfez ülkelerinin desteğiyle bu savaşı 8 yıl sürdüren Saddam, ABD'nin yaktığı yeşil ışıkla bu kez Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etti. 6 ay sonra Körfez ülkelerinin verdiği 600 milyar dolarla Saddam'ı Kuveyt'ten çıkaran ABD, ancak 12 yıl sonra Irak'ı işgal ederek bu ülkeyi İran destekli Şiilerin kontrolüne bıraktı. Ama ABD gelecekteki bölgesel projesinin en önemli unsurlardan biri olan Kuzeydeki Kürtleri unutmadı! Afganistan ve Irak'ı işgal ederek İran'ı, Sünni Saddam ve Taliban'dan kurtaran ABD, Tahran ile nükleer dosya pazarlıklarında başarısız kalınca bu kez Sünni ve Arap Körfez yönetimlerini 'Şii' İran'a ve onun 'Şii Hilal' projesine karşı kışkırtma planını yeniden uygulamaya koydu. Bunun için de ABD; önemli Arap ülkelerinde Sünni İslamcıları iktidara getirmek ve İran'ın Körfez'deki etkinliğini kırmak için planlar yaptı. Bu çerçevede ABD; Mısır, Tunus ve Libya'da Sünni İslamcılara destek veriyor ve onlarla İran'a karşı birlikte hareket etmek için her türlü yola başvuruyor, vuracak. Obama, Mısır ve Tunus'ta ekonomik yardımları demokratikleşme koşuluna bağladı... Obama'nın demokratikleşmeden anladığı şey, ABD ile işbirliği yapmaktır. Libya'da durumun daha da netleşmesini bekleyen Obama, bu ülkedeki muhalefeti tanıma konusunda acele etmiyor. Çünkü ABD'ye göre 'Şii Hilal'in yıldızı konumundaki Suriye'deki durum netleşmezse kendi bölgesel projesinin başarı şansı giderek azalır. Bu nedenle de ABD, Sünni Mısır ve Suudi Arabistan'ın desteğini alarak Hamas-Fetih barışmasını sağladı. Amaç Suriye ve dolayısıyla Suriye ve İran destekli Hizbullah'ı sıkıştırmak. ABD ve müttefiklerine göre Suriye'deki iktidar düşerse Lübnan'daki Şam ve Tahran destekli Hizbullah'ın gücü azalır ve böylece Hizbullah'sız ve Esad'sız bir Tahran, başta Irak olmak üzere bölgedeki güç ve etkinliğini kaybeder. Amerikan planına göre 'Alevi' Esad yönetimi düşerse Suriye'deki Sünniler Irak'taki Şii karşıtı Sünnilere destek verecek ve böylece İran'ın oradaki etkinliği sarsılacak. Böyle bir İran başta Bahreyn olmak üzere Körfez'deki Şiilere destek veremeyecek ve Sünni yönetimli Körfez ülkeleri rahat nefes alacak. Irak, Suriye ya da bölgedeki diğer ülkelerdeki olası Sünni-Şii ya da Kürt-Arap, Kürt-Türk ve Kürt-Acem çatışmaları ABD'nin ve genel olarak Batı'nın umurunda olmayacak. Belki de bundan büyük sevinç duyacaklardır. Başta Suudi Arabistan olmak üzere ABD işbirlikçisi ülkelerdeki özel televizyonların provokatif yayınlarını izleyenler, bu gerçeği rahatlıkla görebilir. Görmeyenler ya da görmek istemeyenler; ya ABD gözlüklerini takmış ya da bakarkörlerdir.
Onlarca kez yazdım ve söyledim.
ABD ve Batı kendileriyle işbirliğini kabul etmedikleri sürece Tunus ve Mısır halklarını rahat bırakmayacaktır. Sudan'ı ikiye parçalamasına rağmen ABD ve Batılılar hala bu ülkeyle uğraşıyor. Libya'da binlerce insan öldü yıkımın maliyeti ise 100 milyar doları geçti. Arap medyasını ciddi ve objektif bir şekilde izleyenler ki olduğunu sanmıyorum, benzer tespitleri bolca göreceklerdir. Durum böyle olmasına rağmen Beşşar Esad'ın oyunu bozacak adım atmamasını anlamak oldukça zor. Çünkü Türkiye'nin tüm telkinlerine rağmen Başkan Esad, kendine özgün hesaplarla reform yapma konusunda hala direnmekte ya da bu reformları yapamamaktadır. Esad; Saddam'ın hatasını tekrarlamaktadır. Oysa akan bunca kana rağmen hala bir umut var. Başkan Esad provokasyon ya da başka gerekçelerle de olsa güvenlik güçlerinin halka karşı silah kullanmasını kesin ve mutlak olarak yasaklamalı ve tersi davrananları hemen cezalandırmalıdır. Başkan Esad kendini, Suriye'yi ve tüm bölgeyi çok büyük tehlikelerden kurtarmak için derhal halkla diyaloğa başlamalı ve demokratik reformları gerçekleştirmelidir. Bunu yapmayan bir Esad belki bir süre daha iktidarda kalabilir ama sonunda Suriye mutlaka ikinci bir Irak'a dönüştürülerek tüm bölge sonu gelmeyecek bir kaosun içine sürüklenir. Sürüklenir diyorum çünkü ABD ve Batılılar bunu istiyor ve bu oyunu bozabilecek tek ülkenin Suriye olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendisiyle birçok ortak sorunu paylaşan Türkiye gibi komşusu ve dostu var. Durum böyle olunca Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın dünkü ilginç yazısı farklı bir önem kazanıyor.

CHP’den notlar

CHP Genel Başkan Yardımcısı sosyolog Prof. Sencer Ayata telefonda, Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun “Eğitim Raporu”nu açıklayacağını belirterek beni de davet ediyor. Kılıçdaroğlu’nun ilk defa bir etkinliğine katılacağım. Pazar akşamı Swiss Hotel’deki toplantıdayım.
Dikkatimi çekti, muhafazakâr ve liberal kalemlerden kimse yok. Sordum, Ayata’nın cevabı:
- Biz yirmi kadar ismi davet ettik, galiba maçtan dolayı gelmediler.
Malum, Fenerbahçe Trabzonspor maçı... Fenerli olduğumdan benim için de keyifli bir akşam.
Biraz sonra Kılıçdaroğlu geliyor. Ayaküstü kısa bir sohbet... Kılıçdaroğlu’nu SSK Genel Müdürü olduğu dönemden tanırım. Demirel’in erken emeklilik yasası çıkararak SSK’yı zarara sokmasını beraber eleştirirdik, Turgut Özal’ın vetosunun haklı olduğu üzerine sohbetler ederdik. O günler üzerine kısa bir sohbetten sonra yemeğe geçtik.

Liyakat mi, eşitlik mi?
CHP’nin eğitim raporunu Prof. Yüksel Kaynak hazırlamış. Gazetede haberler var. CHP’nin internet sitesinde bulabilirsiniz. Kılıçdaroğlu özet bir sunuş yaptı, Prof. Kaynak ayrıntılı anlattı.
Tabii ‘muhalif’ bir rapor. Mesela AKP döneminde eğitim bütçesindeki büyük artıştan hiç bahsetmiyor, sadece eğitim bütçesi içinde yatırım giderlerinin yüzde 19’dan yüzde 5’e indiği anlatılıyor.
Evet ama bunun sebebi öğretmen sayı ve maaşlarının artmasıdır. Oran değil de mutlak rakam olarak bakıldığında eğitim yatırımları azalmadı, 1 milyar 282 milyondan 1 milyar 995 milyon TL’ye çıktı...
Bu tür ‘fazla siyasi’ yaklaşımların dışında özenle hazırlanmış bir rapor.
CHP’de ‘proje dili’nin gelişiyor olmasına sevindim.
Sosyal demokrat bir anlayışla raporda “eşitliğe” büyük önem veriliyor. İller ve okul türleri arasındaki eşitsizlik vurgulanıyor. Mesela Anadolu ve Fen liseleriyle düz liseler arasındaki kalite eşitsizliğinin giderilmesi amaçlanıyor.
Benim bu noktada bir itirazım oldu; aşağıda anlatacağım.

‘Çılgın proje’
Prof. Ayata, Kılıçdaroğlu ile görüştüğü ama henüz parti kararı haline gelmemiş bir projeyi “yüksek öğretimde benim çılgın projem” diye anlattı:
- Senede 12 bin civarında öğrenciye yurtdışında doktora yaptırılması! Ayrıca, Türkiye’de 15 kadar ‘elit üniversite’nin lisansüstü öğretimi üstlenmesi... Amerika’da yılda 60 bin, Almanya’da 25 bin, Fransa’da 18 bin doktora yapılıyor.
Yurda dönüşte sanayide çalışmaları ve öğretim üyesi açığını kapatmaları... Üniversitede kalite probleminin de çözümü burada...
Bunun maliyeti yılda 600 milyar avro... AB kaynaklarından finansman sağlanabilir.
Toplantıda Ayata’ya dedim ki:
- Sizi alkışlıyorum! Lisansüstü öğretimin lokomotif olması, Uzakdoğu mucizesinin anahtarıdır. Merhum Prof. Mümtaz Turhan da bunu savunurdu...
Evet bazı üniversitelerimiz ‘elit’ olmalı, dünya ile yarışmalı...
Bu noktada raporu eleştirdim: Elit üniversiteler olmalı da niye elit liseler olmamalı...
Liyakat eşitliğe feda edilmemelidir.
Prof. Kaynak’ın cevabı:
- Elbette elit liseler de olmalı. Bizim eleştirimiz, kaliteyi belli okullara tanıyıp sistemde genel kalitenin düşmesinedir. Ayrıca sınıflar zekâ ve yetenek bakımından karma olduğu zaman ortalama başarı daha yüksek oluyor...
CHP’nin proje dilini geliştirmesi gayet iyi... Eğitim raporu hazırlarken eğitimde bilgisayarlaşma çağında olduğumuz da gözden kaçmamalı...

Küçük Haberler Yorumlar

ABDULLAH Öcalan yakalandığında yapılan ucuz kuru gürültü edebiyatını hatırlıyor musunuz? Asalım keselim en kısa zamanda idam edelim... Sonra köprülerin altından çok sular aktı ve APO İmralı imparatoru oldu. Napolyon'un Elbe adasındaki hükümdarlığı gibi.

* DENİZ Baykal'ı kasetle devirdiler ve CHP'ye yön verdiler. Şimdi aynı senaryoyu MHP için deniyorlar. Yatak odalarında gizli profesyonel kameralarla çekilmiş günah kasetleriyle siyasete yön verilebilir mi? Bizde veriliyor. Bu neyin göstergesidir? Siyasetimizin son derece kirlenmiş ve pislenmiş olduğunun.

* GİZLİ derin güçler PKK gerilla savaşının bitmesini kesinlikle istemez. Bu savaşı bitirmeye kalkanlar bitirilir.

* TÜRKİYE'deki PKK savaşının devam etmesi, İsrail ve Siyonizm için çok lüzumlu, hatta zaruridir.

* ERMENİSTAN da bu savaşı istiyor.

* AHİR zaman Türkiye'sinde dehşetli bir bina ve zina patlaması yaşanıyor.

* TAĞUTİ düzeni bir kısım İslamcılar ve Müslümanlar da canla başla destekliyor. Çünkü bozuk düzenin rantlarını yiyorlar.

* DEVEKUŞLARI son zelzelede başlarını kumdan çıkartıp "Eyvah!.." diye bağırdılar. Sonra depremin Marmara'da olmadığını anlayınca başlarını yine kuma gömüp uyumaya başladılar.

* KIZIN biri sevgilisine "Annemi birlikte öldürelim" diye mesaj atmış. Sonra birlikte anayı öldürmüşler. Kimbilir hangi tv dizisinden esinlendiler.

* OTUZ bin kadın TC resmi fahişelik vesikası (KDV'li) almak için devlete müracaat etmiş, sıra bekliyormuş. Bir de ülkede kadın hürriyeti yok diyorlar.

* İSKOÇYA, İngiltere'den kopup ayrı bağımsız bir devlet olmak istiyormuş. Bundan yetmiş sene önce üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk ne hallere düştü.

* SEÇİMLERDEN önce Doğu Akdeniz'de bir senaryo sahneye konulacak. Asıl amaç daha fazla oy devşirmek.

* İSTANBUL'da Mimar Sinan yapısı orta büyüklükteki bir camide bir Pazar sabahı sadece 6 kişilik bir cemaat var. Bir de cami koruma memuru, bendeniz ve iki arkadaşım, yekun on kişi. Mihrapta tam dört sabit mikrofon, imam namaza başlamadan önce yakasına kablolu seyyar bir mikrofon daha taktı, oldu beş mikrofon... Bir milyonluk semtin göbeğindeki tarihi camide on kişi beş mikrofonla sabah namazı kıldık. Türkiye'de İslam ilerliyor, Müslümanlar uyanıyor ve mikrofonlaşıyor...

* SULTANAHMET'e parke taşları döşeniyor. Havalar ısındı, mahşeri bir kalabalık var. Yol, inşaat dolayısıyla kapalı olduğu için herkes havuzlu parkın çimenlerine basıyor. Fatih Belediyesinden rica ediyorum: Şu yol ve kaldırım işi bir an önce bitirilse ne iyi olur.

* ADAMCAĞIZI elli bin liraya bir iki gün içinde ameliyat edeceklermiş. Bereket versin, bir tanıdığı duymuş, vaz geçirmiş. Şimdi sağlığı düzeliyormuş.

* KEMALİST bir ilahiyatçının yazdığına göre M. Kemal Paşa son derece dindar, sofu bir Müslümanmış. Fesubhanallah!

* Kitap piyasasında 200'e yakın Kur'an meali, tercümesi, tefsiri varmış. Bu sayı gittikçe artıyormuş. Acaba bunların kaçta kaçı ehliyetli alimler/müfessirler tarafından Allah rızası için yazılıp yayınlanmıştır?

* İNTERNETTE okudum, kredi kartlarıyla halkı aldatıp dolandırıyorlarmış. Haber başlığında "Bu tuzağa düşmeyiniz" yazılıydı, metnini okumadım. Kredi kartım yok. Tuzaklara karşı güvendeyim.

* BİN masaj salonundan biri basılmış, yakalanan kadınlar emniyete götürülmüş. Resimlerini gördüm, yüzlerini örtmüşlerdi. Kısa zamanda kurtulurlar. Bir sorum var: Geriye kalan 999 masaj salonu ne zaman basılacak? Acelesi yok mu?

* Havalar ısındı ya, oduncular ve kömürcüler kan ağlıyor, dondurmacıların yüzü gülüyor. Dünya böyledir, kimi güler, kimi ağlar.

* Aile bütçeleri on bin lira. Yine de sıkıntı çekiyorlar, bereketsizlik içindeler. Bayat ekmekleri çöpe atanlar sıkıntıdan hiç kurtulmaz.

* ADAM bundan yedi sene önce damına yuva kurup yavru çıkartan martıların yuvalarını, gürültü ediyorlar ve etrafı kirletiyorlar diye bozmuş, yavrularını öldürmüş. Yedi sene bir şey olmamış. Sonra geçenlerde bir görünmez kaza gelmiş, adam tepesi üstü düşmüş. Şimdi alçılar içindeymiş. Geçmiş olsuna gelenlere, ayağım kaydı da o yüzden düştüm diyormuş.

* KENDİNİ aydın ve kültürlü sayan ve sanan o zat bir komşu ülkeye gitmiş, bir hafta gezip tozmuş ve bu müddet içinde bir müzeyi bile gezmemiş. Meğerse ne cahil aydınmış!

* AÇIK oturumda dehşetli bir kavga çıkartmış, küfr etmekle yetinmemiş, yerinden kalkıp yumruk atmış. Bir reyting olmuş ki, sormayın. Epey de ün kazanmış.

* (İkinci yazı)

Roma, Bizans, İstanbul...

ESKİ Roma'da senede yüz günden fazla bayram, şenlik, festival, eğlence günü olduğunu tarih kitapları yazıyor.

Roma şehrinde ahaliye buğday ve şarap bedava verilirmiş. Yesinler içsinler karınları tok olsun, kafaları dumanlı olsun, eğlensinler...

Esir savaşçıların birbirini boğazladığı kanlı ve vahşi gladyatör oyunlarına halk bayılırmış.

Bu eski Roma'nın mimarisi ve şehirciliği bugünkünden daha güzel ve sanatlı imiş.

Sonunda Barbarlar Roma'ya hücum etmişler ve dünyanın merkezi sayılan Roma batmış.

Roma putlara taparmış.

Putları inkar ettikleri ve onlara tapmadıkları için ilk Hıristiyanlara büyük zulümler yapılmış.

Tarihin sonlarına yaklaşılınca Roma'nın tahrip edileceği söyleniyor.

Büyük şehir yanacak yıkılacak, Papalık çökecekmiş.

Malaki kehanetlerine göre bundan sonra bir papa daha olacak.

Roma zaten hiçbir zaman temiz bir şehir olmadı.

Orada muharref Hıristiyanlığın ahlak ilkeleri de uygulanamadı.

İstanbul ikinci bir Roma'dır.

Uzaktan bakıldığında camiler, kubbeler ve minareler şehri İstanbul.

Günden beş kez üç bin caminin minarelerinden yüksek sesle ezanlar okunan İstanbul.

Eski Roma'nın, Bizans'ın, Sodom ve Gomore'nin, Babil'in bütün kötülükleri bu şehirde sergileniyor.

İstanbul bina ve zina devrini yaşıyor.

On sekizinci asırda bir divan şairi İstanbul halkına hitaben "Eya ey İslambol halkı!.." diye başlayan ağır bir manzume yazmış, Müslümanları uyarmış.

18'inci asırda İstanbul, bugünküne göre çok temizmiş. Halife varmış, devlet çok büyükmüş, beş vakit namaz kılınırmış, kadınların tamamı tesettürlüymüş, kadılar Şeriat hükümlerini uygularmış, her hafta Cuma selamlığı olurmuş.

Bugünkü İstanbul'a bir hal olmuş, günah ve kötülükler aşikare işlenir olmuş.

Günahkar da olsa eski İstanbul'da Müslüman halk güneşin doğmasından bir saat önce uyanır, Büyük Türk'ten en hakir dilenciye kadar erte namazı kılarmış.

Padişahlardan biri bir gün sabah namazına kalkamayıp kaçırdığı için çok ağlamış "Uyan ey gözlerim hab-ı gafletten" diye başlayan bir ilahi yazmış. Eski İstanbul'da, yabancılar bir camiye girip gezebilmek için Şeyhülislamlıktan izin kağıdı almak zorundaymış.

Şimdiki İstanbul'a bakın, Sultan Ahmet camii açık saçık turistlerle dolu.

Eski İstanbul'da Galata'da, bir iki yerde içilir, günah edilirmiş. Şimdiki İstanbul'un nice yeri Galata oldu.

Eski İstanbul'da televizyon yokmuş, müstehcen yayın yapan gazeteler ve dergiler yokmuş.

Eski İstanbul'da padişah tuğralı resmi fahişe vesikaları yokmuş.

Yeni İstanbul Babil'i, Sodom Gomore'yi, Roma ve Bizans'ı geçti.

Artık "Ey İstanbul halkı uyanın bu gafletten bu gidiş iyi değildir!" diye uyaracak bir şair de yok.

İstanbul dualı bir şehir.

Beldetün tayyibetün Fetih tarihini veriyor.

Peygamber Kostantiniyye mutlaka feth edilecektir demiş.

Bu şehirde otuza yakın sahabe kabri ve makamı bulunuyor.

Alemdar-ı Nebevi Hazret-i Eyyub el-Ensari...

İstanbul topraklarında rabbani ulema, fukaha, evliyaullah, suleha sırlanmış.

Lakin bu dualı şehirde son çağda azgınlık, fısk fücur, nifak şikak, günah tuğyan isyan fuhşiyat çoğalmış.

Halkın büyük kısmı namazı terk etmiş, şehvetlerine uymuş.

Eski Bizans'ta Yeşiller Maviler varmış. Yeni İstanbul'da futbol delileri.

Erken uyanan İstanbul şimdi seher vakitlerinde gaflet uykusunda.

Cinayetler, adam öldürmeler, kan dökmeler yaygın hale gelmiş.

Ahali-i Müslime ribaya batmış.

Deccalın gözü her eve girmiş.

Tağuti güçler şehre hakim olmuş.

Altın Buzağı saltanatı.

Eski İstanbul'da da günah varmış ama yeni İstanbul'un günahları yüz kat fazla.

Eski İstanbul'un günah kefesinin karşısında sevap kefesi varmış, Medaris-i islamiyede hayırlı ilimler öğretilirmiş, zevaya ve tekayada zikrullah yapılırmış. Bozukluklar da olsa iş hayatını tanzim eden fütüvvet teşkilatı ve ahlakı varmış. Yenilgiler başlamış da olsa sınırlarda cihad yapan ordular varmış.

Yeni İstanbul o hale gelmiş ki, artık zina bile suç sayılmıyor.

Ne yaman bir inkılab olmuş, birkaç Müslüman aile bir hoca tutup çocuklarına tatilde din ve Kur'an dersi verdiremiyor. On beş yaşından küçük çocuklara din ve Kur'an dersi vermek yasak.

Şehre ne olmuş böyle, her yer Frenk ve Latin yazılı levha ve kitabelerle dolmuş.

Caddelerde, meydanlarda, nakil vasıtalarında herkesin arasında birbirine sarılıp öpüşenler görülüyor, kimse ses çıkartamıyor.

Müslümanlar Taksim'deki kilisenin karşısına bir cami yaptırmak istiyor, yaptıramıyor, burası laik bir meydandır, camiye izin vermeyiz diye haykırıyorlar.

Eski İstanbul'da plaj yokmuş. Şimdi kadın erkek karışık ne çok plaj var.

Milyonlarca İstanbul Müslümanı daha fazla para, daha fazla konfor, daha fazla lüks için çırpınıyor.

Acaba bu İstanbul'un başına büyük bir iş gelir mi?

Zelzele falan olur mu?

On sene önce Müslüman bir gazeteci zelzele Allah'ın bir cezasıdır diye yazdığı için hapse atılmıştı.

Yaman İstanbul.