06 Haziran 2011 Pazartesi 03:00
New York Times'a yalan haberler yazdığı ortaya çıkınca gazetenin prestijini yerle bir eden Jayson Blair skandalı patladığında bu şehirdeydim. Gazete, pazar günkü baskısında tam dört sayfa özür yayımlamıştı. Metrolarda, parklarda, restoranlarda insanların birbirlerine gazeteyi gösterip uzun uzun hakkında yorum yaptığına şahit olmuş ve çok heyecanlanmıştım.
Heyecanımın nedeni, 2003'te hala bir gazetenin koca bir şehirdeki gücü, etkisiydi.
Genel Yayın Yönetmeni Howell Raines bütün sorumluluğu üzerine alarak istifa etti, yerine Bill Keller atandı.
Sekiz yıllık Keller dönemi ise geçen hafta bitti. Keller, kendi arzusuyla görevini bıraktı ve birkaç ay önce başladığı köşe yazarlığına yoğunlaşacağını söyledi. İşin ilginci, bir süre önce köşe yazmaya başlayan Keller'ın yazıları epey bir dalga konusu olmuştu...
Keller'ın sekiz yıllık New York Times macerası bol krizli oldu. Blair krizinden sonra enkaz devraldığı yetmiyormuş gibi bir de Judith Miller skandalıyla boğuştu. Haber kaynakları tarafından yanlış yönlendirdiği ortaya çıkan ve kaynaklarını açıklamadığı için 90 güne yakın hapis yatan Judith Miller'ın sözleşmesini feshetme kararını verdi.
Bir başka kriz devletin 'vatanseverlik yasası' adı altında illegal telefon dinlemelerine imza atmasına dair haberdi. Dönemin Başkanı George W. Bush, Times editörünü ve patronunu Oval Ofis'e çağırarak iyi bir ayar verdi, bu haberin yayımlanmamasını istedi. Ama ikisi de geri adım atmadı, sonunda haber yayınlandı, kanunun geçmesi engellendi ve iş Beyaz Saray'ın Keller'ı 'vatan haini' ilan etmesine kadar vardı. Bush döneminde Amerika'da 'ileri demokrasi' vardı malum...
Keller'ın bir başka başağrısı da WikiLeaks belgeleri oldu. Times bu belgeleri yayınladığı için önce Amerikan hükümetinin tepkisini çekti, ardından da bu belgeleri Amerikan hükümetine danışarak bastığı için WikiLeaks sözcüsü Assange'ın.
Libya'da kaçırılan dört Times muhabiri de Keller döneminde atlatılan krizler arasında.
Eski sevgilileri arasında John Kerry ve David Gilmour'ın bulunduğu Keller'ın eşi Emma Gilbey kocasının ailesine daha fazla zaman ayıracak olmasından mutlu; Vanity Fair'in sitesine bir yazı yazmış bu konuda. Son yıllarda dahil oldukları her sosyal etkinlikte Keller'ın gözünün durmaksızın telefonunda olduğunu söylüyor.
New York Times'ın başına bu sefer uzun süre Washington temsilciliği yapan, Keller'ın yardımcılığını yürüten Jill Abramson atandı.
Aslında, Times'ın patronu Arthur Sulzberger Jr'ın aklında üç aday vardı ama Abramson ipi göğüsledi. Bunda kuşkusuz son bir senedir yoğunlaştığı 'dijital medya' araştırmalarının da etkisi var.
Abramson, bir sene önce izne ayrılarak kendisini dijital medya konusunda geliştirmek için araştırmalara başladı. İnternet aboneliği, İnternet'ten para kazanma ve sosyal medya konularına yoğunlaştı.
Aynı dönemde Bill Keller önce Huffington Post'u kötülemeye, twitter'ı da 'Derin düşüncenin ölümü' ilan etmeye başlamıştı. Times yönetimi Keller'ın bu yorumlarının gazetenin dijital stratejisine balta vurduğunu birkaç sefer iletti. Medya editörü, Keller'ın sık sık diğer medya kuruluşları aleyhine yaptırdığı haberlerin bu sektör hakkında haber yapmalarını engellediğini söyledi. Twitter'ı küçümsemek 3.2 milyon takipçisi olan New York Times'ın stratejisiyle de çelişiyordu.
Onca başağrısının arasında Keller bir de kendine yeni bir dijital kriz yaratmıştı.
Abramson'a önce bir twitter hesabı açıldı, sonra Genel Yayın Yönetmenliği'ne atanması da dakika dakika sosyal medyada duyuruldu.
2003'ten farklı olarak bu sefer sokaklar New York
Times'taki 'depremle' sarsılmadı ama sosyal medyada epey etkisi oldu bu değişimin. Blog'lar, İnternet siteleri, twitter, facebook bu değişimin analizleriyle doldu taştı.
Kısacası bu değişim yeni bir dönemin, yeni bir gazetecilik anlayışının da habercisi.
Aktif vatandaş ol
Türk halkı tepkisini sadece sandıkta gösteren, bu açıdan sınırlı demokrasiye yatkın halk. Ama bakıyoruz, aylardır hiç alışmadığımız şekilde herkes sokağa dökülüyor. Öğrenciler, işçiler, sağlık çalışanları... İzmir'den Hopa'ya, Güneydoğu'ya kadar Türkiye'nin dört bir yanında insanlar isyan ediyor.
İstanbul'un Beyaz Türkleri de ellerini taşın altına koymalarıyla bilinmez genelde. Pek çoğu sandığa giden sınırlı demokrasiye yatkın halkı bırakın, oy vermeye bile gitmez. 12 Eylül referandumu için Bodrum-Çeşme'den dönmediler mesela... 22 Temmuz zaten yaz tatiliydi... 12 Haziran'ı göreceğiz.
Ancak bu seçimde alışılmadık bir şekilde Nişantaşı, Cihangir, Gümüşsuyu gibi semtlerde oturan, normalde bu gibi işlerle hiç ilgilenmeyeceğini düşündüğümüz insanlar da sesini duyuruyor, isyan ediyor. Aralarında reklamcıların, televizyoncuların, işadamlarının bulunduğu bir 'hareket' bu.
İşte 'Aktif Vatandaş' diye bir kampanya başladı. Herhangi bir partiden bağımsız bir şekilde, hiçbir ideolojiye sırtını dayamadan insanları oy vermeye çağırıyorlar. Görüşünüz ne olursa olsun gidip en azından sesinizi sandıkta duyurun deniyor. Siz de aktifvatandas.org adresinden dahil olabilirsiniz bu harekete.
Bu işe girişenlerin, televizyon reklamları çekenlerin, sosyal medyayı örgütleyenlerin hiçbir çıkarı, beklentisi yok. Sadece sivil vatandaş olma sorumluluğuyla yapıyorlar bu işi. Bir yerden para kazanmıyor, bir yerden rant toplamıyorlar. 'Bir oyun ne önemi var canım' diyenleri kış uykusundan uyandırmayı amaçlıyorlar.
Bir sürü insan fedakarlık yapıyor, çabalıyor, sokaklara dökülüyor.
12 Haziran seçimlerinin sonucunda ne olur bilmiyorum, büyük bir sürpriz beklemiyorum. Ama en azından sokağın sesi bu sefer Meclis'e daha fazla yansır.
Mustafa Karaalioğlu'na çağrı
BaŞbakan'a yakın olabilir, kendisini defalarca 'yandaş' diye eleştirdiğim de olmuştur ama Mustafa Karaalioğlu hiç değilse gazetecidir. Bir misyoner, bir tetikçi, bir özel yetkili, bir görev adamı değildir. Benim onda edindiğim izlenim şu: Bu iktidara da destek veriyorsa inandığı için veriyor. Başka seçeneği olmadığı için değil.
Dünkü yazısında 'iktidar ve muhalefet'in demokrasinin olmazsa olmazı olduğundan bahsetmiş.
Ancak son yıllarda Türkiye'de muhalefetin düşmanlıkla karıştırıldığını vurgulamış. Belli bir kesimin AKP'ye ve Başbakan'a ne olursa olsun, iyi işler yapsalar da 'düşman olduklarından' şikayet etmiş.
Olabilir; bu Başbakan'da da zaman zaman gözlemlediğimiz bir hissiyat. 'Bu kadar çok şey yapıyorum, neden hala beni sevmiyorlar' diye özetleyebileceğimiz bir ruh hali.
Karaalioğlu'na göre 'düşmanlar' muhatap dahi alınmamalı, Başbakan zaman zaman onlara yanıt veriyormuş, vermemeli.
Sahiden öyle mi?
Demokrasilerde düşmanında var olma hakkı olmalı halbuki. Demokrasi, herkesi ve her şeyi kabul eden bir sistem değil mi? İnsanların saçmalama özgürlükleri olduğu gibi körü körüne düşmanlık yapmaları, nefret etmeleri doğal değil mi?
Demokrasilerde düşmanlığa karşı iki seçeneği var insanın: Ya bunu kabullenmek ya da düşmanlığın nedenini araştırıp insanları aksine ikna etmek.
İktidarın ihmal ettiği nokta da bu işte: Karşı tarafı dinlemek, anlamak, empati kurmak, ikna etmeye çalışmak, ikna olmadığı noktada da, inat etse bile saygı göstermek. 'Neden bana düşmanlar' diye onlarla savaşmak değil.
Epey düşmanı olan biri olarak bu konuda tecrübeliyim.
Karaalioğlu gibi 'iletişim' sektöründe çalışan birinin bunu anlaması, anlatması gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder