6 Haziran 2011 PazartesiTürkiye’de ülkenin ruhu için bir savaş yaşanıyor ve Türkler seçim yapmak zorunda kalırsa demokrasi, laiklikten önemlidir.
Türkler, Batı’nın Türkiye’deki etkinliği azaldığına göre, siyasi krizlerini kendileri çözmeli.
Bunu yapmanın en iyi yolu da, AKP’yi yeniden seçerek ordunun müdahalesini reddetmektir. Laiklerin ülkenin İslamileşmesinden korkması anlaşılabilir ama AKP’nin bugüne kadar yaptıkları bu korkuya haklılık payı bırakmıyor ve askeri müdahale bunun çözümü olamaz.
Türkiye’nin askerleri korumaya çalıştıkları devlet adına politikadan uzak durmalı.”
Bunları kim yazıyor?.. İngiliz dergisi The Economist... Ne zaman yazıyor?.. 2007 genel seçimlerinden hemen önce... O zaman kimse ses çıkarmadığı için pek gürültü çıkmamıştı...
***
12 Haziran’da yapılacak seçimlerde AK Parti’nin yeniden iktidar olma ihtimalinin bulunduğunu yazan Economist, böyle bir tablo karşısında Türkiye’nin Çin gibi otokrasi ile yönetilen bir ülke konumuna sürükleneceğini öne sürdü.
Bir de ‘Erdoğan’ın yakın geçmişte reformist adımlar attığına da değinen dergi, seçimlerde CHP’ye oy verilmesi çağrısı yapınca’ kıyamet koptu... 2007 yılındaki sessiz memnuniyetin yerini, öfkeli itirazlar aldı...
***
İnsan, pratik ve pragmatik olunca, derin bir analize de galiba ihtiyaç duymuyor...
Üstelik de ‘özeleştiri’ yerine ‘diğerini’ suçlamayı yeğliyor. Bu, insanı rahatlatsa da sorunu çözmez... Uluslararası sistemin epeydir sürdürdüğü ve şimdi Anglo-Sakson dünyada iyice yoğunlaşan siyasal iktidar eleştirisini ve artan endişeleri sadece ‘İsrail yaptırıyor’ diyerek geçiştirmek çok iyi bir yöntem sayılmaz bence.
Bunun nedenlerini daha derinliğine araştırmak daha sağlıklı bir sonuç verir. Özeleştirisel açıdan da eleştirilere bakmak ve eğer doğruluk payı var ise çözüm üretmek gerekir.
***
Uluslararası sistemin siyasal iktidara yönelik olarak artan eleştirilerinin temelinde iki neden var gibi; birincisi gittikçe bozulan ‘muhafazakârlaşma-demokratikleşme dengesi’, ikincisi AB’den ve reformlarından hızla uzaklaşarak pusulasız biçimde, belirsizlik içinde yol almak...
Nitekim yenileneceği söylenen anayasanın niteliğini bile bilemeden seçime gidiyoruz...
***
Söylemek istediklerimi 11 Eylül 2007 yılında ‘muhafazakârlaşma-demokratikleşme’ başlıklı yazımdan bir paragraf alıntı ile biraz daha açayım izninizle.
“Hâlbuki benzeşme, kaçınılmaz bir çürümeyi de beraberinde getirir.
Hızlıca ve topluca içine çekildiğimiz bu çok tehlikeli tuzaktan nasıl kurtulabiliriz?
Demokratlar, insanların muhafazakâr bir hayat sürme arzusuna saygı duyuyor... Bunun önünün açılmasını istiyor.
Buna karşı muhafazakârların da demokratikleşmeye saygılı olması... Kendine benzemeyene, kendi beğenilerini dayatmaya kalkışmaması gerekiyor.
‘Muhafazakârlaşma’ ve ‘demokratikleşme’ çizgisini birbirine karıştırmak hataların anası olur...
Çünkü muhafazakârlaşmak başka bir şeydir, demokratikleşmek başka bir şey.
‘Demokratikleşiyoruz’ adı altında, kendi kurallarını topluma zorlamaya başlarsan bu bir ‘demokratikleşme’, normalleşme olmaz.
Bu, düpedüz baskıcı bir muhafazakârlaşma olur... Ya da laikçilik olur. Çizgiyi sağlıklı hale getiren hukuktur... Hukuksal boyuttur. Ne ki o da bizde hiç konuşulmaz... Ölçü olarak ele alınmaz... O nedenle de, düşman yaratmadan sorun çözme gündeme gelmez.”
***
Uluslararası sistemin artan huzursuzluğuna kızıp öfkelenmek ve ardında çıkar ilişkisi aramak yerine, biraz da özeleştiri gerekebilir... Hele eleştiri ‘demokrasi’ nedeniyle yapılıyor ise...
***
Neredeyse tüm akademik yaşamını uluslararası sistemle Türkiye arasındaki krizlere yoğunlaşarak geçirmiş biri olarak, esas olanın ‘zamanın ruhuna, tarihin temposuna’ uymak olduğunu söylemeliyim... Uluslararası sistem bunun bir türevi...
O okumada eksiklik, önce ekonomik, daha sonra siyasal kriz çıkarıyor...
***
Belki de tüm bunları bırakıp esas soruyu kendimize sormalıyız:
‘Ne kadar muhafazakârlaşıyoruz, ne kadar demokratikleşiyoruz?’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder