Ahmet Türk, “Türkiye’yi kaos ortamına sürüklemek istiyorlar” demiş... Evet, isteyenler var. Ama onların değirmenine su taşımaktan kaçınmak da hepimizin görevi...
Türkiye’nin sükunete, huzur ortamına ihtiyacı var. Siyaseti soğutmak zorundayız.
12 Haziran döneminde olağanüstü yükselen siyasal tansiyonu düşürmek bir görev, hatta en önde gelen bir sorumluluktur.
Bu görev ve sorumluluğun bilincinde olması gerekenler ise öncelikli olarak siyasetçilerdir.
Bu bakımdan siyaset kurumunun yanı sıra, kendine düşen sorumluluk payını üstlenmek durumunda olan bir güç daha var:
Yargı!
Özellikle yüksek yargının yakın zamanda aldığı ve şu günlerde almakta olduğu bazı kararların ‘siyasal barış’la ilgili olumlu bir katkısından söz edilemez.
Bu açıdan en çarpıcı örnek Hatip Dicle’ye ilişkin kararlardır.
Halen KCK davasından tutuklu olarak yargılanan Hatip Dicle 12 Haziran’da 80 bin oyla Diyarbakır’dan bağımsız milletvekili seçildi.
BDP’nin desteklediği Dicle hakkında 12 Haziran öncesi ‘terör örgütü propagandası’ suçundan bir mahkûmiyet kararı verilmişti.
Bu mahkûmiyet, ilginç bir zamanlamayla, Yargıtay tarafından seçimin hemen ertesinde onaylandı.
Kısa adı YSK olan Yüksek Seçim Kurulu da, Yargıtay’ın bu onama kararına dayanarak önceki gece Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürdü.
Ve 80 bin oy boşa gitti.
Dicle’nin yerine ikinci sıradaki Ak Partili aday milletvekili oldu.
Şimdi diyebilirsiniz ki:
“Her şey hukuki, anayasa ve yasaların gereği yapılıyor. ‘Terör örgütü propagandası’ yapmaktan suçlu bulunmuş bir kişi milletvekili olamaz. Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu böyle buyuruyor.”
Evet, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesinde böyle bir hukuki altyapı yok değil.
Ama eğer tahlilimizi bu kadar dar bir çerçeve içine sığdırmaya kalkarsak, işin özü gözden kaçabilir.
Türkiye’de ‘terör örgütü propagandası’ suçunun ilgili yasalarda ne kadar belirsiz ve ne kadar her yana çekilebilecek tarzda tarif edildiğini gözardı edersek...
Bu hükmün ne kadar insafsızca uygulandığını unutursak...
Bu hükme dayanarak ifade özgürlüğünün ne kadar acımasızca kısıtlandığını aklımızdan çıkarırsak...
İşte ancak o zaman, Hatip Dicle’ye ilişkin üst üste gelen yargı kararlarının ve bu kararların zamanlamasının demokrasiyle hukukun üstünlüğüne uygunluğunu kabullenebiliriz.
Ben farklı düşünüyorum.
Çok boyutlu düşünmek gerektiğine inanıyorum. Meseleye daha soğukkanlı ve duyarlı bir dille yaklaşmanın doğru olacağı kanısındayım.
Yüzde 10 barajına rağmen bin bir güçlükle boğuşarak 36 milletvekilini TBMM’ye gönderen oylar konusunu yerli yerine oturtmak lazım.
Barış diyorsak...
Huzur diyorsak...
Başka çaremiz yok.
Bu bir siyasal şantaj değildir.
12 Haziran’da Şırnak’tan bağımsız milletvekili seçilen Hasip Kaplan’la dün bu konuları konuşurken şöyle dedi:
“Bizlere Meclis yolu kapansın diye yapılıyor bütün bunlar... Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülüyor. Yazık değil mi Diyarbakırlı 80 bin seçmenin oyuna?.. Bir haksızlık da, onun yerine ikinci sıradaki Ak Partili adayın gelmesidir. Beleş vekillik çok tehlikeli bir yoldur. Bizim saflarımızda şimdi öfke ağır basıyor.”
Mardin bağımsız milletvekili Ahmet Türk ise bu yargı kararlarının ‘çatışmalı bir ortam’a kapı açabileceğini söylerken tepkisini şöyle belirtiyor:
“Türkiye’yi kaos ortamına sürüklemek istiyorlar.”
Evet, kaos isteyenler var.
Ancak, onların değirmenine su taşımaktan kaçınmak da hepimize düşen, tüm siyasetçilere düşen, iktidar ve muhalefete düşen görev ve sorumluluktur.
Siyaseti, TBMM çatısı altına taşımak gerekir.
Kaos ortamı yaratmak isteyenlere fırsat vermekten kaçınmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder