Bahçeli, Diyarbakır'daki konuşmasını "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözleriyle bitiriyor.
Bu, hiç şüphesiz bir meydan okuma. Bu dille barış olmaz.
Öteki cenahta, "de facto -fiili- özerklik" yönelişi var. Bizim Altan Tan, en ucu seslendiriyor: Dağ Kapı meydanı ile Tahrir Meydanı arasında irtibatlar kurup, demokratik özerkliği öngören bir anayasa istiyor, "Yapmazlarsa direneceğiz, direnirsek kavga çıkar, bu iş karakolda biter" diyor. Karakol'da bitecek olan şeyin ne olduğunu da Orhan Miroğlu, basiret süzgecinden geçirerek açıklıyor:
"...Türkiye gibi, derin tarihsel travmaların olduğu bir yerse, ben yaparım olur demek, ayrılmayı göze almak demektir. Kansız olacaksa amenna, bu ıstırap bitsin diyeceğim ama öyle olmayacağının herkes farkında.
"Tek taraflı de facto özerklik ve Türkiye siyaseti bir arada olamaz.
"De facto özerklik, Kürt siyasi hayatında bir milat olur ve Diyarbakır merkezli bir siyaset, Kürt siyasetinin Türkiye'ye dönük yüzünü, Meclis'teki varlığını çok geçmeden anlamsız ve gereksiz hale getirir." (Taraf, 6 Haziran 2011)
Bahçeli'nin öteki ucunda da çatışma var.
Türkiye, Bahçeli'yi veya öteki ucu tercih edebilir mi?
İşin içine biraz basiret karışırsa, buradan kan çıkacağı görülür ve hiç kimse bu ülkenin Türk'üne Kürt'üne, kan tercihi yaptırmaz.
Arada Erdoğan ve Kılıçdaroğlu CHP'si var.
Erdoğan açıkça "Ben Türkçülüğe de Kürtçülüğe de karşıyım" diyor.
Bence bu da bilinçli bir tercihin yansıması.
"Tek millet" diyor ama bundan etnisite anlamadığı kesin. Çünkü "Tek millet"in içine Türklük dahil, Türkiye'deki tüm etnik aidiyetleri koyuyor. Erdoğan'ın "İslami referansları"na bakıldığında, buradaki "Tek millet"in bir ruh, gönül, ideal birliği olduğu görülür.
Tayyip Erdoğan, "sorunlar" bulunduğu görüşünden vazgeçmiş değil.
Bölgeye özel önem verdiği muhakkak.
Kürtler'in, geçmişteki asimilasyon, inkar politikaları sebebiyle bir mağduriyet duygusu yaşadığının farkında.
Ayrışma potansiyeli taşımayan bir yerel yönetim etkinliğini gerçekleştirme arayışında.
Türkiye'nin ayrışma gibi bir tehlikeye düşmesini istemiyor. Bunun, Türkiye'de yaşayan her toplum kesimi dahil, birbiriyle bir şekilde akrabalığı bulunan hemen tüm bölgeyi olumsuz etkileyeceğinin farkında.
Onun için devlet baskılarını kaldırarak, kimlik noktasında açılımlar yaparak, ekonomik sosyal alanlarda pozitif ayrımcılık uygulayarak...
Ama bütün bunları, ülkenin başka bölgelerindeki farklı etnisiteden insanları tepkiselliğe götürmeme duyarlılığı içinde gerçekleştirerek, yeni bir gönül buluşmasını arıyor.
Bunların ve başka demokratik taleplerin hukuki zemini demek olan Anayasa değişikliği için çaba harcama sözü veriyor.
Erdoğan tüm bunları, terör tehdidi altında "boyun eğmiş" pozisyonu içinde değil, millet iradesinin verdiği yetki ile yapmak istiyor.
Ve Erdoğan, tüm bu çerçeveyi, seçim öncesinde toplumun önüne koyuyor, milletten oy istiyor.
Bütün bunlar, BDP cenahından görüldüğü gibi "Milliyetçilik" midir?
Başlangıçta Kılıçdaroğlu CHP'sinden de söz ettim. Kılıçdaroğlu CHP'sinin de, açılım halinde olduğu bir gerçek. "Üçüncü yol" denen, etnik ve dini çözüm dışında olduğu belirtilen şey, çok net değil. Bölgede etnisite duyarlılığı da, dini duyarlılık da varsa, hiçbir çözüm paketi bunları görmezden gelemez. Ama CHP'nin en azından sorunun varlığını kabul etmesi, "Yerel yönetimlere özerklik" konusunda tam nerede durduğu net olmasa da, çözüm araması önemli.
Seçimler sonrasında ne olacak?
Akıl öne çıkarsa -ki Türkiye için çıkmalı- AK Parti öncülüğünde, belki öncelikle CHP'nin katkıda bulunduğu, MHP ve BDP'nin, birbirinin uç söylemlerini törpülediği bir anayasa çalışmasının içine girilecek. Keşke bu sürece Saadet, Has Parti ve BBP de katılabilseydi...
Bence şu anda, Türkiye'nin varlığını ve bütünlüğünü önemseyen her partinin, seçim sonucuna doğru bu basiret çizgisine gelmesi ve kendi tabanlarını yoğurmaları gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder